Varlıklar âleminde Allah’a secde etmeyen tek bir baş kalmasın diye, gecesini gündüzüne katıp gençliğinin en arzulu döneminde, kendisini Rabbine hizmete sunan davamızın genç erlerine selam olsun.
İnsanlar bu dünyada iki şekilde hayat sürerler: Ya Allah ile ve Allah’a ait bir şekilde yaşanmış bir hayat, ya da Allah’a rağmen ve O’nsuz geçen bir hayat.
Ya varlığını ve tüm imkânlarını sana bu varlığı ve imkânları veren Allah’a adayacaksın veyahut da bitmeyecek zannederek o varlık ve imkânlarla aldanacaksın.
Liseli yıllarda tanıştığım Furkan cemaatinde, bize sohbete gelen hocalarımdan sık sık ‘adanmak’ sözcüğünü duyardım ama hiç anlamazdım. İlk defa anlamaya başladığımda lise 2. sınıfa gidiyordum. Bir hocamız ders esnasında canı öyle yanmış, ciğeri öyle parçalanmış olacak ki “Bu dava sadece bize mi gönderildi, neden elinizi taşın altına koymuyorsunuz? Neden bu davaya kendinizi adamıyorsunuz?” demişti ağlayarak. Ben o ana kadar anlatılanları anlamamıştım demek ki. Üstelik koskoca bir buçuk seneye rağmen.
O sıralarda çok sevdiğim ve hep örnek aldığım bir hocamın kendisini üniversite bittikten sonra davaya adamasından sonra ailesiyle yaşadığı mücadelesi beni çok etkilemişti. Neydi bu adanmak sözcüğü? Neden bu kadar ağır bir şeydi? Tüm sevdiklerini karşına alman mı gerekiyordu yani? Tüm dünyevi lezzetleri ertelemen mi gerekiyordu?
Sonraları sürekli bu kelimeye odaklandım. Adanan hocalarımın sayısı bir bir artıyordu bu sırada. Bir türlü kendisini sürekli adadığını söyleyip de dert görmediğim yaşıtlarımı adanmış olarak görmüyordum. Adanmak, sevmeden ve mecnun misali göklere sevdalanmadan olamazdı. Ben hocalarımdan adanmışlığın acısını ve lezzetini öğrenmiştim.
Adanmak, çile ile yoğrulmak, Rabbin sevgisi ile doğrulmak, mücadele azmi ile yola koyulmaktı.
Bu arada hocalarım benim de yatılı kalmam hususunda ailem ile konuşuyorlardı ama izin yoktu. Ben hala adanmaya hazır olduğumu zannetmiyordum. O yüzden yatsı namazından sonra yaz gecelerinde gökyüzüne bakarak dualar ediyordum. “Ya Rabbi! Bana adanmayı nasip eyle!” diye. Bu duama hala devam ediyorum. Çünkü ben anladım ki kimsenin adağının kabul olduğunu yaşarken anlayamayız.
Hep şöyle derdim “Bir adamın kendisini adadığını, ben ancak o halde ölürse kabul ederim.”
Adanmak, sadece bir kelime değilmiş. Bir çile okuluymuş. Dertsiz ve kaygısız bir gün harammış ona.
Lise 3. sınıfta kararımı vermiştim aslında ama nasıl olacaktı bu iş? Kime soracaktım, kimden izin alacaktım, duyurmak gerekiyor mu? Bilmiyordum gerçekten.
Duyuranları gördüğümde ayaklarının kaymasından korkuyordum. Çünkü bu söz büyük bir iddiaymış gerçekten. En büyük bedeli isteyen bir iddiaymış hem de. Kimisinden nefsi arzularını terk etmesini, kimisinden anadan yardan vazgeçmeyi, kimisinden dünyaya karşı biriktirdiği hırsı kesip atmasını isteyen ciddi bir iddiaymış. Ve ben bedelini ödeyemeyenleri gördüm, onların bu işe bilmeden atıldıklarını anladım.
Allah, Hz. Meryem misali temizlerin adağını kabul edermiş meğer. Bunu bir hocamızdan da duymuştum ama gözlerimle de gördüm, böyleymiş.
“Kimi insan da var ki, benliğini Allah’ın rızasını kazanmaya adar. Hiç kuşkusuz, Allah kullarına karşı pek şefkatlidir.”
Bakara suresinin 207. ayeti beni çok etkilemişti. Bir hocamdan dinlemiştim. Allah yolunda can vermekten daha üstün olan şey, tüm ömrünü Allah’a adamakmış.
Üniversite süreci başlamıştı ve ben hala kimseyle kararımı paylaşmıyordum. Bazı hocalarım bana “daha ne bekliyorsun?” şeklinde teşviklerde bulunuyorlardı. Ancak, bu şekilde yönlendirme ile yapmak da istemiyordum. Adanmış mıydım? Hayır asla. Adanmaya çalışıyordum.
Üniversite bitmek üzere ve ben kimseyle kararımı paylaşmış değildim. Çok halis olmalıydı adanmak, Rabbine verilen söz kalpte iyice yer edinmeliydi, tüm benliğimi iyice sarmalıydı. Ondan ayrılmak ve o misyonu kaybetmek her şeyi kaybetmek derecesine yükselmeliydi.
Adanmış genç, geceleri hamd ile yatmalıydı, gündüz mücadele azmi ile uyanmalıydı. Çünkü onun tek sahibi Rabbiydi. Kimsesi kalmayana dek tüm sevdiklerinden Rabbinin rızasına ermek pahasına ayrılmayı göze alabilmeliydi, davanın omuzları çatırdatan yükünü taşıma zevkini yaşamalıydı her an. Uykusuzluk ve yorgunluk onun Rabbi ile muhabbetini artıran şeylerden sadece bir tanesi olmalıydı.
Genç kardeşlerim, adanmışlığın tadını alsalardı, bir ömür boyu dünyayla aldanmanın acısını çekmek istemezlerdi. Adandığın zaman tek sahip olduğun şey Allah’ın rızasıdır.
Adanmışlar; canı çok sıkılsa da, çok yorulup çok uykusuz ve aç kalsa da, canlarının çektiği şeylere ulaşamasa da kaybetmezler asla! Onlar için en büyük kayıp ve yokluk, en büyük acı onlara “Git dünya ile meşgul ol!” denmesidir.
Davaya gerçekten adanmış isen, bu Rabbin ile senin aranda kalmalıdır; ihlas ile mücadeleye devam etmelisin. Gün gelir sen istemesen de hayat seni başka meşguliyetlere mecbur etse de unutma, sen bu sözü Rabbine verdin. Rabbinden hep şunu dile: “Seninle olan ahdime sadakat göstereceğim gücüm yettiğince! Ben senin kulunum, ahdimizi hiç bir şeye feda etmem!”
Ey benim genç kardeşim! Yüreğin çileyi satın alacak kadar büyükse ve gökler ötesi âleme, kalbine tek bir dokunuşla erişebiliyorsan, sabrın çığ gibi büyüyüp sükûna ermeyi biliyorsa sen bu işe layık bir gençsin. Ashabın yolunu muhabbet, sadakat ve çile gözlüğü ile oku.
ADANANLAR, bir ömür boyu ALDANMAKTAN ve sonsuz nedametten KURTULMUŞLARDIR. Allah yolunuzu açık eylesin. Rabbime emanet olun…