İnsan, imtihan olan dünya sahasında bazen kendi iç aleminden bazen de dış alemden gelen tazyiklerin etkisinde kalır. Allah’ın yardımı ve yönlendirmesiyle yaratılış gayesini hatırladığı ve buna uygun yaşadığı müddetçe istikamet üzere olurken, unuttuğu veya ihmal ettiği oranda da istikametten sapmalar gösterir, tökezler ve akâbinde dökülenlerden olur.
Dolayısıyla bu dünya hayatında en önemli şey istikamet üzere olabilmek, yolun engellerine rağmen Allah’ı ve davasını sevebilmek, uğrunda her türlü fedakârlığı göze alabilmektir. İnsanı istikamet üzere tutan en önemli etken Rabbiyle arasındaki muhabbet bağıdır. Bu bağ sağlam olduğu ölçüde imanı kuvvetlenir, mücadele azmi, sabrı ve dayanıklılığı artar, bağ zayıfladığı oranda da saydığımız unsurlar geriler, güçsüzleşir.
Rabbimiz, insanoğluna dünya hayatında imtihanlar karşısında kazanabilmesinin ipuçlarını Peygamberler ve onlara verdiği talimatlarla haber vermiştir. O talimatlardaki her bir emir ve yasak bu dünya hayatında imtihanı başarmanın ve insanı yükseltmenin vesilesidir. Kazanacak olanlar; şartlar ne olursa olsun daima hakkı ayakta tutanlar, davalarının önüne hiçbir şahsi arzularını, dünyalık kaygı ve korkularını geçirmeyenler olacaktır. Bu anlamda Kur’an’ın her bir ayeti yol göstermede önemlidir ve elbette ki hepsi Allah Azze ve Celle’dendir. Ama bazı zamanlarda bazı ayetler daha çok öne çıkar. O anki ruh halinize hitap eder. Okuduğunuzda henüz taptaze olduğunu hissedersiniz. Belki de böylesi ayetlerin içerdiği konunun önemi böyle hissetmenize vesile olur, bilemiyorum. Belki bu ayetler her okunduğunda bizi test ediyordur, görevlerimizi veya aşmamız gereken engelleri hatırlatıyordur. Tıpkı “Ey iman edenler! İman edin”1 ayeti gibi. Nasıl ki bu ayet iman ettiğini söyleyenlerde şok etkisi yapıyor, bir iç muhasebeye yöneltiyorsa buna benzer bazı ayetler de sevgimizi, fedakârlığımızı ve samimiyetimizi ölçüyor. İşte konumuzun asıl mihverini teşkil eden, ele alacağımız ayet okunduğunda insanda böyle bir etki bırakıyor. Bu ayet, zaman ve mekân değişse de güncelliğini devam ettiren, her an önümüzde taptaze duran ve bizi sürekli test eden bir ayettir: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, kazandığınız mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan, Rasulü’nden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, Allah’ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.”2
Bizi istikamet üzere tutacak, Rabbimizin yardımını celp edecek en önemli unsur Allah’a olan sevgimiz, Rasulü’ne ve davasına olan muhabbetimizdir. İşte tam da bu ayet bizim sevgimizi/ samimiyetimizi birçok açıdan (diğer sevgilere kıyasla) test ediyor. Yani Kur’an bize bir nevi hodri meydan diyor. “Haydi iddialarınızı (iman, sevgi, samimiyet, fedakârlık gibi) ispat etmenizin zamanıdır” diyor. Tüm sevdiklerimizle, tüm değer verdiklerimizle imtihan olunacağız. Ta ki Allah’ın, Rasulü’nün ve Allah yolunda mücadelenin bizim için en mühim ve vazgeçilmez olduğunu ispat edinceye kadar. Bunlar sadece bugünün Müslümanlarının önündeki engeller değil, dünden bugüne karşılaşılan hatta kıyamete kadar tüm nesillerin karşılaşacağı imtihanlardır.
Geçmişte Nuh ve Lut Aleyhimesselam, hanımlarının inkâr etmeleriyle imtihan olundular. Aynı zamanda inkârcı kavimleri ve yakınlarıyla da karşı karşıya geldiler. İbrahim Aleyhisselam hem inkâr eden babası ve kavmiyle hem de sonrasında çok sevdiği biricik oğlu İsmail’i kurban etmekle imtihan edildi. İmtihanları birer birer geçtikten sonra Rabbi tarafından kendisine “Seni insanlara imam (önder) kılacağım”3 denilmişti. Bu imtihanlardan özellikle İsmail’ini kurban etme hadisesi, kalbinde Allah sevgisinin en öncelikli olduğunu ispat etmesi bakımından konumuzla direkt alâkalıdır. Bu kurban olayını Hac isimli kitabında Merhum Ali Şeriati şöyle tasvir ediyor: “…İbrahim’in sahnesi Mina’dasın şu anda… İbrahim gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek için getirmişti. Senin İsmail’in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi... Ben bilemem. Fakat sen kendini bilirsin. Kim ve ne olursa olsun, beraberinde buraya kurban etmek için getirmelisin. Sana hangisi olduğunu söyleyemem, ama yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa, sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ve gerçeği itiraf etmene ne engel oluyorsa, ‘kaçma’ya ne zorluyorsa, rahatın için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa… Ne seni kör ve sağır ediyorsa... İşte odur kurban edeceğin!”
Aslında bu ayette sayılan her bir kesim kişi için aşması gereken, bunlara nispetle en çok Allah’ı ve davasını sevdiğini ispat etmesi gereken engellerdir. Kişinin yükselmesine engel olan birer prangadır. İlgili ayetin tefsirinde Fi’zilâl yazarı diyor ki: “Bu inanç sistemi, içine girdiği kalbi başka bir şeyle paylaşmaya tahammül edemez. Kalp ya sırf ona ait olur ya da ona hiç baştan yer vermez. Bu ayetlerin vermek istedikleri mesaj, Müslümanın ailesinden, akrabalarından, eşinden, çocuklarından, malından, çalışmasından, dünya nimetlerinden ve meşru hazlardan kopması, ya da dünyanın bütün güzel şeylerinden el-etek çekerek yalnızlık köşesine kapanması değildir. Yalnız Müslüman bütün bu güzellikleri ve hazları, inancının gerekleri ile çatıştıkları anda tümü ile silkeleyip atmaya hazır olmalıdır. İşte yolların ayrılış noktası: Ya akideyi hâkim kılmak veya zevk ve lezzetleri…”4
Aynı zamanda ayet şunu da vurguluyor. Eğer siz, bu sayılan sevgileri/arzuları Allah yolunda cihaddan geri kalacak kadar bahane ederseniz, görevinizi ihmal ederseniz Allah başınıza musibet verir ve bu musibetten/azaptan kurtulamazsınız.
SEVGİSİNİ İSPAT EDENLERDEN ÖRNEKLER
İslam tarihinde, bu ayet kapsamında fedakârlık örnekleri pek çoktur. Mekke döneminde akrabalık bağları çok kuvvetliydi. Böyle bir dönemde Müslümanların Allah’ın dini, davası uğruna gerektiğinde en yakınlarını karşılarına alabilmeleri sağlam bir imana, Allah’ı ve Rasulü’nü her şeyden daha çok sevmelerine bağlıydı. Müslümanlar Mekke’de en yakınlarını karşılarına alabildiler ancak iş gerçek manada karşılıklı savaşa, birbirini öldürmeye varacak olursa bu durumda nasıl bir tavır sergilenecekti? Bu sorunun cevabını Bedir Savaşı’nda görüyoruz. Müslümanlar o günkü savaşta kimi babasıyla kimi de kardeşi ve amcasıyla savaşı göze aldı. “Taberani’nin Abdullah bin Şevzeb’den rivayet ettiğine göre, Ebu Ubeyde Bin Cerrah Radıyallahu Anh Bedir Gazası’nda müşriklerin safında çarpışan babasını öldürmüştür. İslam tarihinde buna benzer olaylar çoktur. Mesela Hz. Ebu Bekir Radıyallahu Anh oğlu ile, Mus’ab bin Umeyr kardeşiyle, Ömer dayısıyla çarpışmıştır. Allah-u Teâlâ, Ebu Ubeyde’nin babasını öldürmesi üzerine: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Rasulü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin… Allah onlardan razı olmuş ve onlar da Allah’tan razı olmuşlardır…”5 ayetini indirmiştir.”6
Bedir Zaferi’nden sonra esirlere uygulanacak muamele için yapılan istişarede Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh, esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılması taraftarıydı. Hz. Ömer Radıyallahu Anh ise onların öldürülmesini, böylelikle Allah Azze ve Celle’ye kalplerinde yalnız O’nun sevgisinin olduğunu ispat etmek, bir de Mekke’nin ileri gelenlerini öldürerek diğerlerine gözdağı vermek istiyordu. Bu amaçla, “Ya Rasulallah! Âkil’i Ali’ye, Abbas’ı Hamza’ya ver, bana da kimi istersen onu ver ve biz onları öldürelim” demiştir. Bu örnekler, Hz. Ebubekir’in merhametli Hz. Ömer’in merhametsiz olduğu veya İslam’ın kişiye babasını veya akrabasını öldürmesini emrettiği şeklinde yanlış anlaşılmamalıdır. Bedir Savaşı’nda fiili bir savaş durumu vardı, eğer Müslümanlar öldürmeselerdi karşılarında yer alan müşrik akrabaları onları öldürecekti.
“İmran B. Husayn’ın babası Husayn Mekkelilerin ileri gelen müşriklerindendi. İmran, ilk Müslümanlardandı ve Müslüman olduktan sonra cahiliye ortamından ve babasından yüz çevirmişti. Ancak bir yandan da babasının müşrik olmasına üzülüyor, Müslüman olmasını arzu ediyordu. Babası, Mekke müşriklerinin yönlendirmesi ile atalarıyla alay eden ve yeni bir din getiren Hz. Peygamber ile münazara yapmak, peygamberi ikna veya alt ederek galip gelmek istiyordu. Babası Peygamber Efendimizin huzuruna girdiğinde İmran Rasulullah’ın yanındaydı ve babasının ileri geri konuşacak olmasından rahatsızdı. Fakat durum beklediği gibi olmadı, Rasulullah’ın davetiyle Husayn hidayet bulup Müslüman oldu. Bunu gören İmran, az önce ona karşı olan soğuk tavrını değiştirdi, hemen kalkıp babasının elini ve ayağını öpmeye başladı. Bu durum Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hüzünlenmesine ve ağlamasına sebep oldu. Şöyle buyurdu: “İmran’ın hareketinden dolayı ağladım! Babası içeri girdiği zaman İmran ne ayağa kalkmış ne de yüzüne bakmıştı. Fakat Husayn, Müslüman olunca babalık hakkını ödedi.”7
İslam tarihinde bunun gibi pek çok örnek bulmak mümkündür. Mus’ab bin Umeyr’in şatafatlı hayatı ve bu hayatın getirdiği dünyevi avantajları bırakıp Allah’ın davasına sarılması, hicreti ve bu uğurda şehadeti… Sa’d Bin Ebi Vakkas’ın annesini çok seven bir genç olmasına rağmen Allah’ın ve davasının sevgisini üstün tutması. Sa’d’ı yolundan döndürmek için açlık grevine gitmekle tehdit etmesi ve yine de başarılı olamaması… Münafıkların başı İbni Selül’ün oğlu Abdullah’ın, Rasulullah’a hakaret eden babasını Medine’ye özür dilemedikçe almaması, Rasulullah’ın ricası üzerine babasını şehre alması gibi…
Yakın tarihimizden Şehid İmam Hasan El-Benna’nın davet hatıralarından bir örnek verelim: “Rebiülevvel ayının ilk gününden itibaren her yatsıdan sonra birimizin evinde toplanırdık. Eş-Şeyh Şelebi er-Reccal’in evine sıra gelmişti. İkramdan sonra marşlar söyleyerek tam evinden çıkmak üzereyken nazik bir tebessümle bizlere şunu söyledi: ‘İnşallah yarın erkenden gelin, beraberce Ruhiye’yi gömeriz.’ Ruhiye, evlendikten 11 yıl sonra Allah’ın kendisine ihsan ettiği biricik kızıydı. Bu duruma çok üzüldük ve aynı zamanda çok hayret ettik. Biz onu teselli etmeye çalışırken o, bunun sebeplerine ve hikmetlerine dair adeta ders verir gibi konuşup üzüntümüzü dağıtmaya çalıştı.”8
Bu pratik dersi unutmayan Hasan el-Benna, yıllar sonra çocuğunun çok hasta olduğunu, eve gelmesinin iyi olacağını haber gönderen hanımına “babam defin işlerini benden daha iyi bilir” diyerek cevap yollamıştı. O anda davası için bazı meselelerle uğraşıyordu. Çocuğunu zaten doktor görmüş, ilaç yazmış, yapılması gereken yapılmıştı. Onun yanında durmasının bir faydası olmayacaktı ancak dava ile ilgili işler ertelenemezdi. Çünkü Allah yolunda yapılması gereken işlerinin zamanından çok olduğunu en iyi bilenlerdendi.
Bugün evlilik, iş ve kariyer gibi hesaplar yapan, anne-baba ve çevre baskısı gibi mazeret örtülerinin altında kamufle olup mücadeleyi bırakan, tembellik ve korkaklık yapanlar bu örnekleri hiç okumazlar mı? Allah katındaki değerlerinin, Allah’ı sevme ölçütlerinin yaptıkları fedakârlık oranında olacağını bilmezler mi? Maalesef yapılması gereken iş çok, o işleri hakkıyla yapmaya talipli olan fedakâr insanların sayısı da bir o kadar azdır. Birçok insan ilgili ayette geçen engellere takılmıştır, bir kısmının da bazı engelleri aşsa da diğer engeller henüz önünde aşması için durmaktadır. Aşmayı sağlayacak en önemli etken, en itici güç başta da söylediğimiz gibi kişideki Allah sevgisidir.
Rabbim kendisini hakkıyla sevebilmeyi, sevmenin ispatı niteliğinde olan dava yolunda karşılaşılan engelleri aşabilmeyi bizlere nasip etsin. Allah’ı, Rasulü’nü ve İslam Davasını her şeyin önüne koyanlardan, ne olursa olsun mücadeleden ayrılmayanlardan eylesin. Âmin.
1. Nisa,136.
2. Tevbe, 24.
3. Bakara, 124
4. Fi-Zilal Kur’an, S. Kutub, Çelik Yayınevi, 7. Cilt, s. 212-13.
5. Mücadele, 22.
6. İbni Kesir Hadislerle Kur’an’ı Kerim Tefsiri 14/7793.
7. El-İsâbe, 1: 337-338.
8. Hasan el-Benna, Dava ve Davetçinin Hatıraları, İşaret Yayınları, s.79.