Kapak

Baskı ve Zulmün Asıl Nedeni

Paylaş:

Türkiye Müslümanları olarak yaklaşık 8-10 yıldır zorlu bir süreçten hatta bir dönüm noktasından geçiyoruz. İslami faaliyetlerin giderek kısıtlandığı, muhalif olan her sesin susturulduğu, baskıların ve zulümlerin arttığı bir dönemi yaşıyoruz. Elbette ki bu halk, Cumhuriyet tarihinin başlangıcından bugüne çok daha zorlu dönemler görmüş geçirmiştir. Dünyaya imtihan için gönderilmişiz. Dolayısıyla her devrin imtihanı kendi içerisinde bazı zorlukları barındırmaktadır. 1930-1950’li yıllar arasında ülkenin 9-10 asırlık geçmişini bir kenara atıp Batılılaşma adına yapılanlar, dönemin Müslümanlarına acı bedeller ödetmiştir. Yakın tarihle ilgili kitaplara bakıldığında bununla ilgili fazlasıyla malumat bulmak mümkündür.

Zorlu şartların etkisinden midir yoksa gerçekten Nebevi yöntemin bilinmemesinden midir bilmiyorum ama o tarihten bu yana Türkiye İslamcılığı incelendiğinde şu çarpıcı gerçekle karşılaşırız: Rahmetli Bediüzzaman’ın sert kışa benzettiği o yıllardan 1980’li yıllara kadar çeşitli isimler altında faaliyet gösteren İslamcıların temel motifi Milliyetçi-Muhafazakâr çizginin dışına çıkmamıştır. Sistem, toplumda yükselen dini-manevi beklentileri kendi kontrolü altında bazen yerine getirmiş bazen de çok sert reaksiyon göstermiştir. Neredeyse her 10-15 yılda bir yapılan askeri darbelerle (1960, 1971, 1980, 1997 gibi) toplum dizayn edilmiş, potansiyel tehditlere gözdağı verilmiş, her seferinde sistem kuruluş kodlarına dönme refleksini göstermiştir. Mayasında İslam olan halkı bir yandan inancından koparıp Batılı tarzda bir hayata sürüklerken diğer yandan yılların birikimiyle oluşan toplumsal tepkiyi de usulünce bertaraf etme yoluna gitmiştir. Böylece Müslüman halk, sistemden taviz kopardığını, inancı uğruna kazanım elde ettiğini düşünüp rahatlamıştır. Daha ehvenini (Nebevi/Tevhidi metotla mücadele) ortaya koymak varken hep ehveni şerre (milliyetçi/muhafazakâr) yönlendirilmiş çünkü daha iyisinin ortaya konmasına izin verilmemiştir. O dönemlere ışık tutan kitaplardan birindeki şu cümleler durumu özetler niteliktedir: “27 Mayıs’ın ardından (1961 darbesi kastediliyor) Türkiye’de kapitalizmin güçlendiği, sanayileşme ve kentleşmenin yoğunluk kazandığı bir süreç yaşanmıştır. Bu süreçte görece özgürlük ortamı ve dini olana tolerans, siyasal İslam diye nitelendirilen Tevhidi bilinçlenmenin önünü açmak için değil, Müslümanları sistemin işleyişine, ulusal değerlere eklemlemek ve sermaye karşıtı sosyalist gelişime karşı potansiyelinden yararlanmak niyetiyle oluşturulmuştur.”1 Demek oluyor ki kurulan sistemin genetiğinde başından beri Tevhidi bilinçlenme ve İslam’ın topluma hâkim olma yönündeki çalışmalara alerjisi bulunmaktadır. Hatta sınırlarını kendi çizdiği çerçevede mücadele edilse bile (örneğin parti kurma yoluyla) en küçük bir başarıda hemen fabrika ayarlarına dönme refleksi devreye girmektedir. Refah Partisi’ne 28 Şubat 1997’de yapılan post-modern darbeyi hatırlayalım. O tarihten 2002’ye kadar irtica adı altında Müslüman kesimle mücadele, terörden bile daha öncelikli kabul edilmiş özellikle kamuda başörtülü çalışanlara karşı bir cadı avı başlatılmıştı.

2002 seçimlerinde 28 Şubat rüzgarının estirdiği toplumsal mağduriyeti iyi kullanan ve halkı bu yönde manipüle eden AKP, girdiği ilk seçimde kazandı ve tek başına iktidar oldu. Kamuda ve üniversitelerde baş örtüsü ve kılık kıyafet serbestisi getirdi. Ekonomik göstergeleri düzeltti. Toplumun arzu ettiği hak, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi kavramlara vurgular yaptı. Hatta çözüm sürecini başlatarak yıllarca süren ve Türk-Kürt kardeşliğini baltalayan çatışma ortamından uzaklaşacağının sinyallerini verdi. “Dindar nesil meydana getireceğiz ve toplumsal barışı/kardeşliği tesis edeceğiz” söylemleriyle yeni bir Türkiye ortamına doğru yelken açarken, geç de olsa sistemin bam teline bastığının farkına vardı. Özellikle 2014’ten sonra o güne kadar söylediklerinin ve yaptıklarının tersini yapmaya başladı. Dindar nesil, toplumsal barış, hak ve adalet gibi söylemlerinde ne kadar samimiydi veya ne kadarını başarabilirdi tartışılabilir. Ancak o zamana kadar birtakım yanlışları olsa da görece hak ve özgürlükler noktasında bazı adımlar atıldı. Bu durum kendilerini memleketin asıl sahibi gören birtakım çevreleri rahatsız etti. Türkiye’deki mevcut hak ve özgürlükleri fazla bulan bu kişiler özgürlük alanını daraltmak istediler. Bunu sağlamanın yolu toplumsal bir korku atmosferi oluşturmak ve bu bahane ile baskıları artırmaktan geçiyordu, öyle de yaptılar.

2014 yılının Ekim ayında tarihin en uzun MGK’sında alınan kararlardan birinde “legal görünümlü illegal yapılanmalar ile kararlılıkla mücadele edileceği” vurgulandı. Mart 2014’te Ergenekon Davasından hapis yatmış ve henüz çıkmış olan bir siyasetçinin sıcağı sıcağına “tarikatların ve cemaatlerin kökünü kazıyacağız” demesi, yine aynı kişinin Nisan Ayı'nda “cemaate karşı AKP ile birlikte olacağız” sözü ve ardından yaklaşık altı ay sonra MGK’dan böyle bir karar çıkması… Tüm bunlar birleştirildiğinde cemaat, tarikat ve STK’lar açısından baskı, zulüm ve engellemelerin olacağı zorlu bir döneme girileceğinin ipuçları görülmekteydi. Nitekim 15 Temmuz kalkışması bahane edilerek yüz binlerce insan hakkında soruşturma açıldı, bir kısmı yıllarca hapsedildi. Birçok vakıf, dernek, medya kuruluşu kapatıldı. İki yıl süreyle olağanüstü hâl ilan edildi. Kendilerinden olmayan veya farklı söylemlerde bulunanlara derhal terör etiketi yapıştırarak, medya gücü ve trol ordusuyla saldırdılar. Böylece büyük bir korku atmosferi oluşturuldu ve muhalif herkesin susması sağlandı.

Son yıllarda toplumda emniyeti ve huzuru sağlaması gereken ve kolluk kuvveti konumunda olan polislerden bazılarının açıkça kameraların önünde “ben devletim” demesi, kendini bizzat sistemin sahibi/yetkilisi gibi görmesi baskı ortamının en önemli kanıtıdır. Türkiye bir hukuk devleti ve anayasa ile yönetiliyor iken, devletin memuru ve halkın güvenliğinden sorumlu kişilerin bu söylemlerinin tepki görmemesi, yaşanılan mağduriyetlerde bu kişilere karşı hiçbir şekilde hukukun işletilmemesi manidardır. Elbette görevini anayasal çerçevede layıkıyla yapanları tenzih ediyorum. Ancak Anayasanın vermiş olduğu hak çerçevesinde yürüyüş ve basın açıklaması yapma hakkını emniyet yetkililerinin keyfi uygulamalarına terk eden bir anlayış, hukuku ve anayasayı çiğnemektir. Böyle bir ortamda hukukun üstünlüğünden değil güçlünün elinde bir kırbaca dönüşen “güçlünün hukukundan” bahsedilebilir. En son yaşanılan hadise durumun vahametini daha da artırmaktadır. Ankara’da bir lokanta açılışı sırasında destek amaçlı orada bulunan ve polisin haksız müdahalesini engellemek isteyen bir milletvekili (daha önce AKP saflarında idi) sırf muhalif olduğu için bir emniyet amiri tarafından çok argo tabirlere maruz kaldı. Bu durum, milletin seçtiği bir vekile kameraların önünde bunu söyleyen zihniyet acaba kameraların olmadığı yerde sıradan bir vatandaşa neler yapabilir sorusunu akla getirdi. Bahsi geçen vekil eğer AKP veya MHP milletvekili olsaydı, ona bu sözleri sarf eden amir bunları söyleyebilir miydi? Diyelim ki söyledi, bu durumda hâlâ görevinde kalabilir miydi? Kuralların herkes için geçerli olmadığı veya geçerli olsa bile aynı oranda işletilmediği bir sistemde adaletten söz edebilir miyiz? “Ayarını bozduğun kantar gün gelir seni de tartar” sözü boşuna söylenmemiştir. Adalet herkese lazım olan evrensel bir hakikattir. Etrafında olan bitene sessiz kalan, zulmün yaygınlaştığı yerde kafasını kuma gömenlerin çoğaldığı bir toplum hem batmaya hem Allah’ın gazabını üzerine çekmeye daha yakındır.

Her cepheden muhalif sesler ötekileştiriliyor ve susturulmaya çalışılıyor. İslami cepheden de konuşmalarıyla gündemi etkileyen ve kamuoyunda takip edilen Muhterem Hocamız susturulmaya çalışılıyor. Son 8 yıllık duruma bakıldığında sistematik bir şekilde susturulmaya çalıştıkları aşikârdır. Önce spor salonlarında konferans vermesi, daha sonra düğün salonlarında konuşması engellendi. Yaklaşık 2 yıl hapsettikten sonra yirmi dört saat fiziki takiple hareket alanı kısıtlandı. Aslında giriş kısmında bahsettiğim sistemin kendini muhafazası ve sürekli kuruluş kodlarına dönme refleksini de göz önünde bulundurursak şunu söyleyebiliriz: Bir hareket, sistemin Müslümanlar için çizmiş olduğu sınırların dışına çıkmak isterse sistem hemen onu ötekileştirip toplumun gözünden düşürmek, marjinal göstermek ve faaliyetlerini sınırlandırmak ister. Tevhidi bir anlayışla yola çıkan Alparslan Kuytul Hocaya ve Furkan Gönüllülerine yapılanları bu noktadan okumak lazımdır. Mesele sadece hocamızın muhalif söylemleri değil, Tevhid üzerinde durması, şartlar ne olursa olsun bu söyleminden vazgeçmemesidir. Bir diğer sebep de sistemin daha önceki İslamcı hareketleri milliyetçi-muhafazakâr çizgiye çekme tuzağına düşmemesi, sisteme eklemlenmeden hareket etmesidir. Bu hareket, yaptığı hayırlı hizmetlerle samimiyetini ispatlıyor, halkın teveccühünü kazanıyor, gelecek vadediyor ve İslam’a dair umutları yeşertiyor. Hayata dair tüm meseleleri İslami bakış açısıyla süzüyor, kimden geldiğine bakmaksızın gördüğü her yanlışın karşısında her doğrunun da yanında yer alıyor. Zaman zaman da bu nedenle hükümeti eleştiriyor. Tüm bu ve buna benzer sebeplerle bu harekete yönelik baskılar artırılmış, türlü kumpaslarla 8 Furkan Gönüllüsü tutuklanmıştır.

Bugün zulmedenler veya zulme ortak olanlar ileride lanetle anılır mı, yaptıklarının cezasını bu dünyada görürler mi bilemiyorum. Ama bildiğim şey Allah Azze ve Celle katında hiçbir suçun karşılıksız kalmayacağıdır. Bu anlamda onları Rabbimize havale etmekten başka bir şey elimizden gelmiyor. Ancak mazlumlara veya bu zulme sessiz kalmak istemeyenlere düşen görev, bunu yaymak ve toplumun anlamasını sağlamak olmalıdır. Bu süreçte hangi noktada durduğumuz kendimize sormamız gereken en mühim sorudur. Mazlumiyeti bizzat yaşayanların veya zulmün karşısında mazlumun yanında olanların ne yaptığı/yapacağı gelecek adına belirleyici olacaktır. Zulmün yanında duranları ise “…Zulmedenlere meyletmeyin yoksa size ateş dokunur…”2 ayeti şiddetli bir şekilde uyarmaktadır.

  1. Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri, Hamza Türkmen, Ekin Yayınları, s.46
  2. Hud, 113