Tarih

Batı’nın Kanlı ve Karanlık Tarihi -1

Paylaş:

Toplumlar tarih boyunca ortaya koydukları değerler ve hedeflerle iz bırakmıştır. Bu izler, bazen adalet ve medeniyetle, bazen zulüm ve kanla kazınmıştır. Günümüzde ikincisine örneklik teşkil eden, dünyaya ideal yaşam, ideal toplum, ideal devlet gibi kavramlar çerçevesinde yön vermeye çalışan, her şeyin merkezine kendisini yerleştiren bir Batı medeniyetiyle karşı karşıyayız. İslam medeniyetinin tarih sahnesindeki gerileyişinden sonra Batı, neredeyse tüm alanlarda küresel bir hegemonya kurmuş; makul, hedeflenmesi gereken ve evrensel geçerliliği olan tek medeniyet olarak dayatılmıştır. Ancak insanlık tarihinde hiçbir uygarlık, özellikle son iki yüzyılda Batı medeniyetinin yol açtığı kadar büyük bir yıkım, kan ve zulüm üretmemiştir. Sömürgecilik, emperyalizm ve savaşlar, son 150 yılda 200-250 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Batı’nın dünyaya verdiği zararlar, yalnızca büyük katliamlarla sınırlı kalmamıştır. Kitlesel imha silahlarından vahşi kapitalist düzene, küresel adaletsizlikten ahlaki çöküşe, kültürel emperyalizmden kimlik bunalımına kadar pek çok alanda derin yıkımlara neden olmuştur.

Furkan Nesli Dergisi olarak başlatmış olduğumuz “Batının Kanlı ve Karanlık tarihi” serimiz, sömürgecilik ve emperyalizm bağlamında Haçlı Seferleri, Amerika Yerli Soykırımı, Atlantik Köle Ticareti, Sömürge Katliamları, İki Dünya Savaşı, Medya Manipülasyonu, İslam Dünyasına Karşı Yürütülen Sistematik Saldırılar, Modern Kapitalizmin Yıkıcı Sonuçları gibi konuları kapsayacaktır.

Batı, Medeniyet Mi Uygarlık Mı?

Bugün dünya “medeniyet” kavramını Batı merkezli bir tarih anlayışı üzerinden okumaktadır. Tarih boyunca insanlık, farklı toplum modelleri, değer sistemleri ve kurumsal yapılarla hem “medeniyet” hem de “uygarlık” inşa etti. Ancak bu iki kavram çoğu zaman birbirine karıştırılır. Her ne kadar Batı, bir medeniyet olarak dünyaya kendini tanıtsa da hakikatte medeniyet mefhumunun hiçbir öğesini taşımamaktadır.

Medeniyet; inancın inşa ettiği, ahlaki ve insani değerlerin üstün tutulduğu, adaletin yüceltildiği, bilişsel gelişimin ve sorumluluk bilincinin zirvede olduğu bir topluluktur.  Uygarlık ise; toplumların yaşadığı çağa göre değişen mimarisi, yaşamını üzerinde sürdürdüğü yapı olarak nitelendirmektedir. Yani hanlar, kervansaraylar, köprüler ve çeşmeler, bugünü ele alacak olursak elektrik, internet, gökdelenler, yollar ve sanayiler o toplumun uygarlık seviyesini göstermektedir. Batı, felsefesiyle, teknolojisiyle, bilimsel ilerlemesiyle kendini insanlığın en ileri aşaması, diğer toplumları ise “geri”, “gelişmemiş” ve “uygarlaştırılmaya muhtaç” varlıklar olarak konumlandırıyor. 5. nesil uçakları, üstün yapay zekâ araçları, elektronik otomatik pilotlu araçları bir toplumu medeniyet yapmayacağı gibi dünyaya medeniyet ihraç edecek bir konuma da getirmez. Gerçek medeniyet, içeriden doğan, inançla beslenen, insanı hem dünya hem ahiret ekseninde yücelten, toplumda birlik ve beraberlik oluşturan, dış kaynaklı hiçbir modele bağlı kalmayan, kendi dinamikleriyle sürekli yeniden canlanabilen bir hayat nizamıdır.1 Batı uygarlıkta ileri ama medeniyette geri kalmıştır. Yani teknoloji üretmiş, şehirler kurmuş ama insani değerleri yok saymış, sömürmüş, öldürmüş ve yıkmıştır. Batı’nın yükselişi, tarihsel süreçte akıl, bilim ve ilerleme söylemleriyle parlatılsa da bu yükselişin temel taşlarını kan, sömürü, işgal ve yıkım oluşturmuştur. Dolayısıyla Batı ancak uygar olabilir fakat medeni oluşu hiçbir tarihi temele dayandırılamamaktadır.2

Batı’nın inşa ettiği yapı, gerçekte yalnızca uygarlık düzeyindedir. Ancak ‘Batı medeniyeti’ ifadesi tıpkı ‘Ortadoğu’ kavramı gibi galat-ı meşhur hâline geldiği için ve literatüre böyle yerleştiği için bu yazıda da aynı şekilde kullanılacaktır.

Batı’nın Temeli: Roma’nın Kanlı Tarihi

Batı medeniyeti geçmişini köklü ve derin bir bağla ifade etmek suretiyle üstün bir medeniyet imajı çizmek istemektedir. Bundan dolayı kökenlerini Antik Yunan’a ve Roma uygarlığına dayandırmaktadır. Bugünün estetik ve teknolojik harikaları gibi, Antik Yunan ve Roma’nın estetik başarıları da kendi çağında dillerden düşmezdi. Fakat aynı Roma, arenalarda köleleri aslanlara parçalatıyor, Spartacus isyanını kanla bastırıyor, işgallerini “medenileştirme” kılıfına bürüyordu. Roma’nın yayılmacı ve sert politikalarını özetlemek için modern tarih literatüründe kullanılan bir söylem vardır: “Ya fethet ya yok et”. Bu anlayış, Roma’nın sadece toprak kazanımı değil, aynı zamanda boyun eğmeyen halkları tamamen ortadan kaldırma stratejisine dayanıyordu.

Roma, egemenliğini tanımayan topluluklara yaşam hakkı tanımaz, direnişle karşılaştığında şehirleri yerle bir eder, halkları ya kılıçtan geçirir ya da köleleştirirdi. Kartaca’nın akıbeti3 de böyle olmuştu. M.Ö 146 yılında şehir tamamen yakılmış, halkı kırbaca vurularak ya katledilmiş ya da köleleştirilmişti. Barış, ancak Roma’nın otoritesi mutlak olarak kabul edildiğinde geçerli sayılırdı. Bu nedenle Roma’nın barış anlayışı, aslında bir boğun eğiş çağrısından ibaretti. Roma’nın genel sistemine ışık tutacak olursak şunları göreceğiz;

·       Ekonomik düzeni neredeyse tamamen köle emeğine dayanıyordu.

·       Savaş esirleri, vergi ödeyemeyen çiftçiler, isyan eden halklar köle yapılırdı. Bu insanlar, tarımdan madenciliğe, ev hizmetlerinden eğlenceye kadar her alanda kullanılırdı.

·       Eğlence anlayışı kanla yazılmıştı; kolezyum gibi arenalarda insanlar ve hayvanlar canlı canlı dövüştürülürdü.

·       Titus döneminde 100 günde 5.000 hayvan ve yüzlerce insanın katledildiği gösteriler düzenlenirdi.

·       Spartacus liderliğinde isyan eden köleler bastırıldığında 6.000 kişi çarmıha gerilerek yollar boyunca ibretlik bir tabloya dönüştürülürdü.4

·       Roma, işgal ettiği topraklarda halkları asimile eder, yerli inançları bastırır, kendi tanrılarını zorla kabul ettirmeye çalışırdı. Yerel diller ve gelenekler aşağılanır, zamanla yok edilmeye çalışılırdı.

·       İlk dönem Hristiyanlar için Roma, tam anlamıyla bir kâbustu. İnançlarından dolayı arenalarda vahşi hayvanlara atılır, diri diri yakılırdılar. Daha sonraları Hristiyanlık, Roma’nın elinde siyasi bir araca dönüşmüştür.

·       Pagan inançlara karşı çıkan filozoflar ya sürgüne gönderilir ya da öldürülürdü.

·       Roma sarayları, ahlaki çöküşün zirvede yaşandığı yerlerdi. Zina, fuhuş, eşcinsellik, organize eğlenceler, gösterişli sofralar, sabahlara kadar süren eğlenceler, sınırsız israf... Bazı Roma imparatorları ensest ilişkilere girecek kadar ileri gitmiş, bu ilişkilerden krallar ve kraliçeler doğmuştur.

İşte bugün bize medeniyetin beşiği olarak sunulan, örnek alınması istenen Batı’nın sırtını yasladığı ve ilerlerken izinden yürüdüğü değerler bunlardır. Kanla yoğrulmuş bir geçmiş, zorbalıkla inşa edilmiş bir düzen ve insanlık onurunun ayaklar altına alındığı karanlık bir miras… Avrupa, ilerleyen yüzyıllarda Haçlı Seferleri’ne ve sömürgeciliğe ilham verecek o vahşi ve tahakkümcü zihniyetin temellerini Romanın kanlı mirasıyla birlikte attı. Bu zihniyetin tarih içindeki izlerine gelecek sayıda devam edeceğiz.

1.        İmadüddin Halil, İslam Medeniyetine Giriş, s. 13–25.

2.        Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, s. 17–21.

3.        https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-205/kartaca/

4.        Ismet Abbas, Spartacus ve III. Köle İsyanı, Amisos, s. 10