“…O’nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur, Hüküm sadece O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz.”1 ayetinin mealini ifade eden “Ya Bâki Ente’l Bâki - Ya Bâki Ente’l Bâki” cümlesi, mühim iki hakikati ifade ediyor. Madem o azim ayetin mealini bu iki cümle ifade ediyor. Biz bu iki cümlenin ifade ettiği iki hakikat-i mühimmenin (mühim hakikatin) birkaç nüktesini beyan edeceğiz.
BİRİNCİ NÜKTE
Birinci defa “Ya Bâki Ente’l Bâki” bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde, kalbi mâsivâdan (Allah’tan gayrı olan her şeyden) tecrit ediyor (ayırıyor), kesiyor. Şöyle ki:
İnsan, mahiyet-i câmiiyeti (kendisinde toplanan özellikleri) itibarıyla, mevcudatın hemen ekserisiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i camiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet (sevme kabiliyeti) yerleştirilmiştir. Onun için insan, umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî cennet bahçesi gibi muhabbet ediyor. Hâlbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Ayrılıktan daima azap çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor.
O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemâl-ı bâkiye (devamlı ve kalıcı bir güzelliğe) mâlik bir Zâta tevcih etmek (yönelmek) için verilmiştir. O insan, sûiistimal ederek, o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın (ayrılığın) azabıyla çekiyor.
İşte bu kusurdan teberri edip (uzak durup) o fâni mahbubattan (geçici sevgilerden) kat-ı alâka etmek (alakayı kesmek), o mahbuplar onu terk etmeden evvel onları terk etmek cihetiyle Mahbub-u Bâkîye (ebedi sevgili olan Allah’a) hasr-ı muhabbeti (sevgiye odaklanmayı) ifade eden “Ya Bâki Ente’l Bâki” olan birinci cümlesi, “Hakikî Bâki yalnız Sensin. Mâsivâ (Senden gayrı her şey) fânidir. Fâni olan, elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar (sebep) olamaz” mânâsını ifade ediyor.
“Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları “Ya Bâki Ente’l Bâki” demekle bırakıyorum. Yalnız Sen Bâkisin ve Senin ibkân ile mevcudat bekâ bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyleyse, Senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-ı kalbe lâyık değiller” demektir.
İşte bu hâlette kalp hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbupları adedince mânevî cerihalar (yaralar) oluyor.
İkinci cümle olan “Ya Bâki Ente’l Bâki” o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak (ilaç) oluyor. Yani, Ya Bâki! Madem Sen bâkisin, yeter! Her şeye bedelsin. Madem Sen varsın, her şey var!
Evet, mevcudatta sebeb-i muhabbet (sevme sebebi) olan hüsün (güzellik) ve ihsan (iyilik) ve kemal (mükemmellik), umumiyetle (genelde) Bâkî-i Hakikî’nin hüsün ve ihsan ve kemâlâtının işârâtı ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir, belki cilve-i Esmâ-i Hüsnâ’nın gölgelerinin gölgeleridir.
İKİNCİ NÜKTE
İnsanın fıtratında bekâya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime (insanda olmayan bir şeyi gösterme duygusu) cihetiyle bir nevi bekâ tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini (yokluğunu) düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekâdan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü bekâ (ebediliği düşünme) olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki, âlem-i bekânın ve ebedî Cennetin bir sebeb-i vücudu (var olma sebebi), şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekâdan çıkan gayet kuvvetli arzuyu bekâ (ebedi olmasını arzulaması) ve bekâ için fıtrî, umumî duadır ki; Bâkî-i Zülcelâl, o şedit, sarsılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli, kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiştir.
Hem hiç mümkün müdür ki, Fâtır-ı Kerîm, (sonsuz kerem ve lütuf sahibi olan ve varlıkları benzersiz olarak yoktan yaratan Allah) Hâlık-ı Rahîm ( her şeyi yaratan ve her bir varlığa özel rahmet tecellisi olan Allah) küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir bekâ için lisan-ı hal ile duasını hadsiz envâ-ı mat’umat-ı leziziyenin (çeşit çeşit lezzetli nimetlerinin) icadıyla kabul etsin de umum nev-i, beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden (fıtri bir ihtiyaçtan) gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kâvli (sözlü), halli, bekâya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.
Madem insan bekâya âşıktır; elbette bütün kemâlâtı, lezzetleri, bekâya tâbidir. Ve madem bekâ, Bâkî-i Zülcelâl’e mahsustur. Ve madem Bâkî’nin esmâsı bâkiyedir. Ve madem Bâkî’nin âyineleri Bâkî’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekâya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife, o Bâkî’ye karşı alâka peydâ etmektir ve esmâsına yapışmaktır. Çünkü Bâkî yoluna sarf olunan her şey bir nevi bekâya mazhar olur.*
1-Kasas Suresi, 88
2-“Baki olan ancak Sensin Ey Bâki! Bâki olan ancak Sensin Ey Baki!”
*Üçüncü Lem’a