Kapak

Çağımızın İhtiyacı “İSLAM MEDENİYETİ”

Paylaş:

“Günümüzde insanlık tam bir ateş çukurunun kenarında durmaktadır. Bu durum hastalığın kendisi değil sadece belirtisidir. İnsanlığın bu duruma gelmesinin asıl sebebi, sağlıklı bir hayat nizamı kuran ve geliştiren ‘değerler sisteminin’ iflas etmesidir.”

                Bu satırlar 20. yüzyılın yetiştirdiği, İslamî hareketin en önemli fikrî temelini atan Merhum Şehid Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabından… Bu kitabın yazılış tarihinden günümüze neredeyse yarım asır geçti. İnsanlığın gidişatında pozitif bir değişim olmamakla beraber, ateş çukurunun kenarında durmakla yetinilmemiş, adeta yuvarlanmak için yarışılır olmuştur. Batı’nın insanlık gemisinin dümenine geçip rotasını değiştirdiğinden bu yana, özellikle İslam âleminde zulümler, kardeş kavgaları, mezhep çatışmaları her geçen gün daha da alevlenmektedir. Uzay ve teknoloji çağında olunmasına rağmen insanlık açısından (bırakın medeniyeti) en koyu bedeviyetin yaşanıyor olması, insanoğlunun bir kutsalı olmadığında geldiği noktayı göstermesi açısından çok çarpıcıdır. Hâlbuki İslam’ın hâkim olduğu asırlara bakıldığında, insanlığa kazandırdığı değerler baz alındığında bugünkü durumla arasında uçurum olduğu göze çarpmaktadır.

                İslam Medeniyeti’nde insan ile Allah, insan ile insan ve yine insan ile tabiat arasında olması gereken ilgi ve denge yerli yerine oturtulmuş, insanın yaratılış gayesine uygun kanunlarla eğitildiği ve yönetildiği bir toplum meydana gelmiştir. Kalbinde Allah korkusu taşıyan fertlerden oluşan, üstünlüğü Allah’a yaklaşmakta, emir ve yasaklarına riayetteki hassasiyette gören, bunun dışındaki tüm maddeci bakış açılarını, makam-mevki, ırk, renk ve cinsiyet ayrımcılığının getirdiği toplumsal tabakalaşmaları reddeden bir toplum… Abdullah İbni Dinâr anlatıyor: “Halife Ömer İbni Hattab Radıyallahu Anh’la beraber Mekke’ye gittik. Yolda istirahat için oturduk. Bir çoban, dağdan yanımıza indi. Hz. Ömer Radıyallahu Anh çobana: “Sürüden bana bir koyun sat” dedi. Çoban: “Ben köleyim, sürünün sahibi değilim” cevabını verdi. Hz. Ömer’in çobanı imtihan etmek için: “Efendine, o koyunu kurt yedi deyiver” demesi üzerine, çoban şu çarpıcı cevabı verdi: “Allah korkusu nerede kaldı?” Bu cevap üzerine Hz. Ömer ağladı ve çobanı alıp sahibinin yanına gitti. Köleyi sahibinden satın alıp azad etti.”1 Dağdaki çobanın kalbine Allah korkusunu yerleştiren bir medeniyetten daha iyisini mi bulduk ki İslam Medeniyeti’ne değil de yönümüzü Batıya çeviriyoruz? İslam Medeniyeti’nin müntesipleri, çobanından halifesine kadar hepsi Allah’ın hükümlerine bağlıdırlar ve o hükümlerin dışına çıkanın makamına ve mevkisine bakılmaksızın aynı cezaya çarptırılır. Bu da adaletin ta kendisidir. Bu medeniyette halife, “ben hükümlerin dışına çıkacak olsam ne yaparsınız” diye sorunca topluluktaki herhangi birisi kalkıp: “Seni kılıçlarımızın keskin tarafıyla doğrulturuz” diyebiliyor ve halife de bu cevaptan memnun olup böyle şuurlu bir topluluğa halife olduğu için Allah Celle Celaluhu’ya hamd ediyordu.

                Bugün yetkiyi ellerinde bulunduranlar, insan mahsulü hükümlerle ve sistemlerle insanları zapt edebilmek için polisiye tedbirleri ve hapishanelerin kapasitelerini artırmalarına, kanunları sürekli değiştirmelerine rağmen toplumsal yaralara merhem olamamakta, tersine bu yaraları her geçen gün daha da derinleştirmektedirler. ABD yıllarca içkiyi yasaklama adına kitle iletişim araçlarını seferber etti. Dergiler, gazeteler, konferanslar, afişler, sinema gibi vasıtaları kullandı. Bunun için 60 milyon dolardan fazla para harcadı. 10 milyar sahifelik kitap basıldı. Kanunun tatbiki sırasında 300 kişi idam edildi, yarım milyondan fazla insan hapsedildi. Dört yüz milyon dolarlık mala el konuldu. Buna rağmen ABD halkı içkiye bağımlı kalmakta devam etti. En sonunda hükümet 1933’te içkiyi serbest bırakmak zorunda kaldı. Hâlbuki İslam Medeniyeti’nde, 13 yıllık Mekke döneminde kalplere yerleşmiş iman ve Allah’a teslimiyet anlayışı neticesinde Medine’de gelen içki yasağına hemen uyulmuştu. Kur’an; ‘iman’ gibi hayatı temelinden değiştirecek bir enerji ve anlayış kazandırıyor, sonra toplumsal hükümleri vaaz ediyor… Allah’ın yasaları gereğince2 eğitilmiş böyle bir topluma Allah’tan gelen bir emir3 yetiyor, ‘mademki Rabbim böyle emretmiş, nedenini sormadan tamam’ diyebiliyorlardı. Bir yasağın yerleşebilmesi için milyar dolarlar harcamaya, polisiye tedbirleri artırmaya gerek kalmıyordu.

                İslam Medeniyeti’nde insanın bedeninin yanında ruhuna da önem verilir. Yani insanın sadece maddî yönüne bakılıp maneviyatı ihmal edilmez. Çünkü İslam’ın kaynağı, insanın yaratıcısı ve tabiatıyla onu en iyi bilen Allah Celle Celaluhu’dur. “Yaratan yarattığını bilmez olur mu hiç?”4 Bugün maddî olarak refah seviyesi en yüksek ülkelerde, intihar oranlarının ve psikiyatrik rahatsızlıkların da yüksek seyretmesi Batı Medeniyeti’nin insanın mânâ yönünü ihmal ettiğinin en açık göstergesidir. Batılı insanların gencinden yaşlısına sürekli bir adrenalin tutkusu, sürekli bir arayış içerisinde olması, kendini sınırsız özgür görüp alabildiğine sorumsuz yaşamasına rağmen hâlâ tatmin olamaması, bedenini oburca doyurup ruhunu ihmal ettiğinin, fıtratını kirlettiğinin resmidir. Maddi imkânların verdiği geniş ölçülerde kıble edindikleri nefisleri için hareket etmelerine rağmen bir türlü gerçek huzuru bulamamaları, batılı insanı daha da bunalımlara ve çıkmazlara sevk ediyor. Ahirete dair inançsızlığın getirdiği ruh haliyle de intihara sürükleniyor. Batı Medeniyeti’nin perspektifi materyal üzerine kurulu olduğu için ruha dair güzellikleri göremiyor.

                İslam Medeniyeti’nde toplumsal barış, gerçek kardeşlik ve huzur hâkimdir

                Ekonomik durumun farklılıklarına rağmen fakirlerinde zengine karşı kin ve düşmanlık görülmemesi, ekonomiye getirdiği hükümlerin etkisindendir. Mesele sadece zekâta bağlı değildir. Bu toplumda var olan infak kavramı o kadar geniş yelpazededir ki herkesi Allah yolunda bir şeylerini vermeye teşvik etmektedir. Böylece zengin sadece malının zekâtını bir kez verip kendi köşesine çekilmiyor, sürekli Allah için bir şeylerini feda edebilme anlayışı içinde, bulunduğu topluma faydalı olmaya devam ediyor. “Hz. Ömer devrinde Medine’de kıtlık olmuştu. O sırada Hz. Osman Radıyallahu Anh’a ait ticaret kervanı Medine’ye geldiği zaman tüccarlar şehrin hemen girişinde kervanı karşılamışlar, malları satın almak istemişlerdi. Hz. Osman Radıyallahu Anh onlara: “Ne kadar kâr veriyorsunuz?” diye sorduğunda “yüzde beş veririz” dediler. Hz. Osman Radıyallahu Anh dedi ki: “Ben daha fazla vereni buldum.” Onlar da “nasıl olur, Medine tacirleri arasında bundan fazla vereni bilmiyoruz” dediler. O da onlara: “Allah’ın şöyle buyurduğunu biliyorum: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun misali gibidir” ayetini okudu ve sonra onlara hitaben Ey Tacirler! Bundan daha fazla vereniniz var mı? Şahit olun ki ben bu kervandaki malları Medine’nin fakirlerine sadaka olarak verdim.”5  

                Görüldüğü gibi o toplumun zengin sayılan bir ferdi olarak Hz. Osman Radıyallahu Anh, toplumun kıtlık karşısındaki durumlarına kayıtsız kalmamış, malından fedakârlık yapması gerektiğini anlamıştı. Böyle bir anlayışı değil Batılılarda, kendini Müslüman addeden ancak Batı’yı da taklit ettiğinden bozulan toplumlarda dahi göremiyoruz. Oysa bizim Medeniyetimiz ferdiyetçi değil ümmetçidir. Kurtuluşu, refahı ve huzuru tüm toplumda görmek ister. Biz böyle bir ümmetin torunlarıyız, insanlığın bu buhranlardan kurtulması ve eski parlak günlerimize yeniden kavuşmak için özümüze dönmek zorundayız. Haddizatında insanlığın kurtuluşu isteğinde olanlar, eğer samimi iseler evrensel kurtuluş parolasıyla yola çıkmış Rabbanî hareketin bu çağrısına kulak vermeli, köstek değil destek olmalıdırlar. Çünkü İslam Medeniyeti sadece Müslümanlar için değil aslında tüm dünya insanları için bir kurtuluştur.

                Özlenen İslam Medeniyeti’nin güzellikleri elbette bu kadarıyla sınırlı değildir. Son olarak sözü “Yoldaki İşaretler” kitabının yazarına, Şehit Seyyid Kutub’a bırakıyorum:

                “Bize ücret versinler diye insanları İslam’a davet etmiyoruz. Yeryüzünde ulvî mertebeler edinmek, fesat çıkarmak da istemeyiz. Biz insanları İslam’a davet ediyoruz; çünkü onları gerçekten seviyoruz ve onlar için en hayırlı olanı istiyoruz.”

1) A. Nasıh Ulvan, İslam’a Göre İnsan Şahsiyetinin Oluşması, s.28-29.

2) Ra’d, 11. “Bir kavim (toplum) kendinde olanı (nefislerini) değiştirmedikçe Allah da onlara vereceği nimeti değiştirmez”

3) Maide, 90.

4) Mülk, 14.

5) A. Nasıh Ulvan, İslam’a Göre İnsan Şahsiyetinin Oluşması, s.30.