Mazlum; zulme ve haksızlığa uğramış, hakkı gasp edilmiş ve hakkını elde etmek için imkân bulamayan kimseyi tanımlayan bir kavramdır. Zalim ise mazluma bu zulmü reva gören, onu çaresiz bırakan kişi ya da kurumdur. Kur’an özellikle zulüm kavramı üzerinde durarak dikkatlerimizi hak ve adalete çekmek istemektedir. Çünkü Kur’an Medeniyetin esasıdır. Toplumun refahı ve huzuru için üzerinde durduğu her bir kavram bizi Rabbimizin razı olduğu hayat nizamına kavuşturmak için birer anahtardır. “Geçmiş geleceğe suyun suya benzediği gibi benzer”1 sözünden hareketle tarihi olaylardan ders almak, bugüne geçmişin dürbünüyle bakabilmek için bu kıssalar önemlidir.
Tarih boyunca insanlar bu kavramın bazen zulüm gören tarafında (mazlum), bazen de zulmeden tarafında (zalim) olmuşlardır. Genel manada baktığımızda Müslümanlar, yani tarihin her döneminde Allah Azze ve Celle’nin gösterdiği hayata razı olanlar, kendi kafalarına göre yaşamak isteyenlerce daima zulüm görmüş, haksızlığa uğratılmışlardır. Kur’an kıssalarında bu zulüm karelerini net bir şekilde görürüz. Bu gözle incelediğimizde ilk mazlum, Âdem Aleyhisselam’ın iki oğlundan birisi olan Hâbil’dir. Kardeşinin kıskançlık krizine girmesi ve nefsine uyması onun canına mal olmuş, takvanın, doğruluğun ve hak yolun timsali ilk kurban olarak tarihteki yerini almıştır.
Buruc Suresinde geçen Ashab-ı Uhdud’un gazabına uğrayan mazlum ve Müslüman halk ateş dolu hendeklere atılmış (rivayetlere göre yirmi veya kırk bin kişi), sadece “Aziz ve Hamid” olan Allah’a inanmanın bedelini canlarıyla ödemişlerdi. Onlara yapılan zulmün boyutunu anlamak ve Allah Azze ve Celle’nin bu zulmü yapanlara ne kadar gazaplandığını bilmek için şu ayete bakmak yeterli olacaktır: “Gerçek şu ki, mümin erkeklerle mümin kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar, sonra tevbe etmeyenler; işte onlar için, cehennem azabı vardır ve yakıcı azap onlaradır.”2 Burada cehennem azabının yanında yakıcı bir başka azaptan bahsedilmektedir. Tıpkı onların Müslüman halka yaptıklarına mukabil gibi…
MAZLUM OLMAK…
Mazlum olmak Mekke’de Müslüman olmaktır, hassaten de Yâsir ailesine mensup olmaktır. Tek suçları henüz ortaya çıkmış olan yeni dine ve o dinin peygamberine tabi olmaktır. Kureyş’in en zalim kabilesi Mahzumoğulları kendi himayelerindeki Yâsir ailesinin Müslüman oluşuyla adeta kahroldu. Ne zulümler ne eziyetler yapıldı onlara! Müslümanlar çaresiz, hüzünle seyrettiler yaşanan acıları. Allah Rasulü, Yâsir ailesinin yanına vardığında yüreği yandı, gözyaşlarını tutamadı. Yâsir: “Ya Rasulallah! Bu eziyetler daha ne kadar sürecek?” diye sorduğunda Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam: “Sabredin Ey Yâsir ailesi, size müjdeler olsun! Sizin mükâfatınız cennettir” sözleriyle onlara moral veriyor, teselli ediyordu. Aynı zamanda “Allah’ım! Sen Yâsir ailesini bağışla!” diyerek onlar için dua ediyordu.3 Mekke döneminin mazlumları genellikle toplumda zayıfları temsil eden Bilaller, Ammarlar ve Habbablar olsa da aslında Hz. Peygamber dâhil tüm Müslümanlar çeşitli şekillerde zulme maruz kalıyorlardı. Her zamanki gibi yine tek suçları “Rabbim Allah’tır” demek, hâkimiyetin yalnız Allah’a ait olduğunu haykırmaktı.
KERBELA
Zulümlerin çoğu İslam düşmanları cenahından olsa da bazen Müslüman toplumun kendi içerisinden, bazı zalim yöneticilerinin eliyle de olmuştur. Hz. Hüseyin ve Kerbela olayı bu zulmün en bariz örneğidir. Hz. Hüseyin Radıyallahu Anh, hilafetin saltanata dönüştüğü ve zulümlerin arttığı bir dönemde meşru bir kıyama kalkışmış, kendisine biat edenlerin daveti üzerine Kufe’ye doğru yola çıkmış ancak Kerbela mevkiinde durdurulmuştu. Hz. Hüseyin ve beraberindekilerin sayısı 70 kişi iken karşı tarafın sayısı 4500 kişi idi. Haliyle orantısız bir savaş olacağı belliydi. Hz. Hüseyin kendisini Kufelilerin davet ettiğini, eğer biatlerinden vazgeçtilerse geri dönebileceğini ve savaşmak istemediğini belirttiği halde onu dinlemediler ve çatışmanın sonucunda şehit ettiler. Saltanatlarını idame ettirmek isteyenler, saltanatları için tehlike gördükleri herkesi bertaraf etme eğiliminde olurlar. Bunun için Peygamber torununu öldürmekten bile çekinmezler. Kerbela faciası, makam/mevki hırsının, güç elindeyken haddi aşmanın en bariz örneğidir. Hz. Hüseyin Radıyallahu Anh, zulme sessiz kalmamış, kıyam etmiş, üzerine adeta ölü toprağı serpilmiş olan ümmeti uyandırmak için kendisinin ve ailesinin canını ortaya koymuş, mazlumlar adına direniş sembolü olarak tarihe geçmişti. Ancak bu bile uyuyan ümmeti uyandırmak için yetmemişti. Bugün bu olay tarihte acı bir hatıra olarak her Muharrem’in onunda (aşure gününde) yad edilen, acıklı ilahilerle, ağıtlarla anılan bir ritüele dönüştürülmekten öteye gitmedi. Hâlbuki bu kıyam tüm mazlumlar için bir umut, hakkın ve adaletin tesisi için önemli bir adımdı. Bu olayda da mazlumlar ve zalimler tarihteki yerlerini aldılar.
HALEPÇE
Mazlum olmanın bir diğer adı da Halepçe’dir. Tarih 16 Mart 1988’i gösterirken Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın savaş uçakları Kuzey Irak’taki Halepçe Kasabası’nı bombaladı. Çocuklar kokuya doğru koştu. Kısa bir süre sonra havaya yayılan ‘çürük elma kokusu’, 46 metreye kadar yükselen ‘siyah, beyaz ve sonra sarı rengini alan duman’ ve vücutlarında oluşan yanık, gözlerindeki yanma ile bunun ‘alıştıkları’ saldırılardan farklı olduğunu fark ettiler. Saddam bu defa Kürtleri kimyasal silahlar ile vurmuştu. Hem de tek bir kimyasal değil 5 ayrı kimyasal karıştırılarak oluşturulmuş, Halepçe Belediye Başkanı Hıdır Kerim’in deyimiyle ‘en yasak silah’ ile şehri vurmuştu. Halepçelilerin yüzlerindeki gülümsemeyi sonsuza dek söndüren kimyasallar; hardal gazı, sinir gazları tabun, sarin ve VX ile henüz netleştirilemese de İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye göre büyük ihtimalle siyanür idi. Elma kokusuna koşuşturan çocukların son sözleri ‘Daye behna seva te’ yani ‘Anne elma kokusu geliyor’ oldu. Sonra da birer birer öldüler. İşte bu sözlerle anlatılıyor “elma kokusuyla gelen” ve çoğunluğu kadınlar ve çocuklardan oluşan 5 binden fazla insanın sessiz ölümü… Bu olayda da yine mazlumlar ve zalimler tarihteki yerini almış oldu.
IRAK – SURİYE
Yakın tarihe baktığımızda hemen yanı başımızda önce Irak Müslümanlarının sonra da Suriyelilerin başına gelen zulümlere tanıklık ettik. Mart 2003’te Irak’a yapılan işgal saldırısında küresel zalim (ABD ve İngiltere) dünya kamuoyuna, bölgesel zalimi (Saddam Hüseyin) devirmeyi, kitle imha silahlarını yok etmeyi ve bununla birlikte bölgeyi dizayn etmeyi, demokrasiyi yerleştirmeyi vadediyordu. ABD’nin getireceği demokrasinin bilançosu ağır oldu: Irak yerle bir oldu, bir milyondan fazla kişi öldürüldü, binlerce kadının ırzına geçildi. Dört-beş milyon çocuk yetim kaldı. Irak’ta mezhep çatışmaları körüklendi, sonraki süreçte Saddam dönemini aratan sahnelere şahit olundu. Küresel güçlerin Ortadoğu’yu dizayn etme sürecinde planın bir başka ayağı devreye sokuldu. Suriye’yi daha demokrat bir topluma dönüştürme vazifesi maalesef Türkiye’ye havale edildi. Türkiye’nin hesapsız bir şekilde devreye girmesi, Suriye’deki Esad muhalifi Müslümanlara umut oldu. Bu umutlarla sokağa dökülen halk karşısında sadece zalim Esad’ın güçlerini değil Rusya ve İran kuvvetlerini görünce işin rengi değişti. Olay bir katliama dönüştü. Resmi rakamlara göre 650 bin (aslında bir milyon) insan öldürüldü, Suriye yerle bir oldu. Milyonlarca insan mülteci olarak başka ülkelere (yaklaşık 4 milyonu ülkemizde) göç etti. Dünya kamuoyu ailesiyle birlikte umuda yolculuk ederken kıyıya vuran Aylan Bebek olayında biraz kıpırdandı ve günlerce gündemine aldı. Çünkü Aylan Bebek bu kirli savaşta mazlumiyetin sembolü olmuştu. Ancak onun gündemde estirdiği rüzgâr yalnızca bir iki hafta sürdü. O güne kadar ve ondan sonra katledilen nice Aylanlar, Ayşeler ve Fatmalar ise görmezden gelindi. Devlet bazında olayın bu noktaya gelebileceğini hesap etmemek yapılan zulümlere bir nevi sebep olmaktır. Sonrasında mülteci olarak gelenlere konforlu ortam hazırlamak, onları barındırmak ve kucak açmak ne kadar bu durumu hafifletse de yine de zulme zemin hazırlama günahından bizi kurtaramaz. Birincisinde (Irak’ta) küresel zalime lojistik destek sağlayan olarak, ikincisinde (Suriye) süreci hesapsız başlatarak yapılan zulümlere zemin hazırlayarak tarihe geçtik.
TÜRKİYE
Ülkemizin yakın tarihine baktığımızda, mazlumların sembol isimlerinden, “Muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan hürriyetimdir” diyen Bediüzzaman Rahmetullahi Aleyh, bu hürriyet sevdasının bedelini 33 yıl süren hapis, sürgün ve esaretlerle ödemiştir. 1923’ten 1956’ya kadar, toplam on dokuz defa zehirlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinde de mazlumlar ve zalimler tarihteki yerini almıştır.
Ülkemizde 28 Şubat 1997 Post-modern darbesi ve ardından yaşanan mağduriyetler tarihte bir başka zalim ve mazlum görüntülerine sebep oldu. Bin yıl sürecek denilen bu darbeyle ‘irtica tehlikesi’ adı altında Müslümanlara yönelik bir cadı avı başladı. Müslümanlara yönelik fişlemeler yapılıyor, bir kısım insanlar görevlerinden (özellikle akademisyenler ve ordudaki subaylar) uzaklaştırılıyor, oluşturulan Devlet Güvenlik Mahkemelerinde İslami kesim yargılanıyordu. Yargının bağımsız(!) kararları neticesinde insanlar hapse mahkum ediliyor, işinden ve ailesinden uzaklaştırılıyordu. Kamuda başörtüsünün yasaklanması ile birçok kişi işinden ve okulundan edildi. Ordu ve bürokrasi, Türkiye’de gelişen İslamcılığın önünü kesmek istiyordu ancak bunu yaparken Türkiye’yi kuruluş yıllarındaki kodlarına geri döndürmek ve devletin bekasını garanti altına almak gerekçesiyle yaptığını deklare ediyordu. Tüm bu söylemler yapılan haksızlıklara gerekçe olarak söyleniyor, zulümlere perde oluyordu. Neticede ortada birçok insan, kurum ve kuruluş mağdur edildi.
Sonrasında İslamcılar 2002’de Müslümanların yeniden iktidar olmasıyla bir nebze olsun rahata erdiklerini, bin yıl sürecek zannedilen 28 Şubatların artık bittiğini ve dindar bir neslin yetişeceğini ummaya başladılar. Ancak durum beklenen gibi olmadı. İktidarın nimetlerinden faydalanan dindar kesim hızla dünyevileşmeye, dönüşmeye başladı. Hatta eski İslamcılık günlerini ve düşüncelerini eleştirmeye, İslam Davası söyleminde olanları dışlamaya, ötekileştirmeye başladılar. Garip ve aynı zamanda trajik bir durumdur ki, dünün (28 Şubat) mazlumları ve bu mağduriyetten en fazla nemalananlar, iktidara geldiklerinde kendisi gibi düşünmeyenlere (veya bazı hatalarını söyleyenlere) zulmetmeye, meşru faaliyetlerini engellemeye başladılar. 28 Şubat davasında 13 Nisan 2018’de mahkeme tarafından karar açıklandı. 21 sanık hakkında önce ağırlaştırılmış müebbet daha sonra müebbet hapse çevrildi. Mahkeme, müebbet hapis cezasına çarptırılan sanıklar için yaş ve sağlık durumları nedeniyle tutuklama kararı vermedi. 21 sanığa ayrıca adli kontrol hükümleri kapsamında yurtdışı çıkış yasağı ve karakola imza verme şartı da getirildi.4 Görüldüğü gibi darbeyi yapanlar güya hesaba çekildiler, zalimlikleri tescil edildi ancak cezaya çarptırılmadılar. Hâlbuki 28 Şubat’ta mazlum olanların birçoğu hâlâ cezaevinde yatmaya devam ediyor. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra İslami yapılar (cemaat, tarikat ve diğer STK’lar) aleyhine durum daha da hız kazandı. Yaş-kuru ayırt etmeden insanları en ufak bir şüphe veya ihbar ile hapsettiler, bir kısmını aylar sonra bıraksalar da büyük bir kısmı hâlâ yargılanacağı ve suçsuzluğunun anlaşılacağı günü beklemektedir. Yargıdaki hukuksuzluk ve keyfi uygulamalar, zaten İslamcıları sevmeyen ve onları tehlike olarak görenlerce bir fırsata dönüştürüldü. Sosyal medya savcılığına soyundular, istedikleri herkesi hedef tahtasına koydular, en ağır şekilde cezalandırılması için algı oluşturdular. Ülkemizdeki kısmi özgürlüğü bile çok gören derin güçler veya küresel güçlerin yaptığı toplum mühendisliği ve sinsi planlar neticesinde her geçen gün artan bir şekilde İslami kesime, toplumun önde gelen hocalarına, cemaat ve tarikatlara yönelik bir nefret dalgası oluşturdular. İslami faaliyetlerin yapıldığı, toplumun ıslahı ve bilinçlenmesi için çalışan birçok vakıf ve derneğin kapatılması, Allah rızası için yapılan hayırlı çalışmalara engel olunması da zulüm çerçevesinde ayrıca değerlendirilmelidir. Gücü ellerinde bulunduranlar istediklerini sanık sandalyesine oturtup, istedikleri cezaya çarptırıyorlar, insanların anlamaması için medyaya yalan-yanlış haberleri servis ederek halkı yönlendiriyorlar. Hukuk açısından delillerin yeterli olup-olmaması onlar için önemli değildir (Mesleğinin gereğini yapan ve adaletle hükmeden hukukçuları tenzih ederim). Verilen hükümlerin sonucunda ortada bir hak ihlali, bir mazlumiyet oluşuyor, zalim ve mazlum senaryosu yeniden sahneleniyor.
Sonuç olarak buraya kadar kısmen sunduğumuz mazlumiyet tarihçesinde birileri mazlumların birileri de zalimlerin safında yer alıyor. Kısmen diyorum çünkü tarihte olan tüm zulümleri bir yazıya sığdırmamız imkansızdır. Kanayan yara Filistin, uzak doğunun mazlumları Doğu Türkistan ve Arakan konusuna değinemedik bile... Evet sonuç itibariyle mazlum olmak, zalim olmaktan daima evladır, kıyamet günü düşünüldüğünde Rabbimizin rızasına yakınlıktır. Çünkü tüm mazlumların sahibi ve hâmisi O’dur. Mülkün gerçek sahibi, din gününün Melik’i O’dur. Öyleyse tüm mazlumlar adına O’na yöneliyor, derdimizin devasını O’ndan istiyoruz. Bir hadiste “… Mazlumun bedduasını almaktan kork. Zira Allah’la bu beddua arasında perde mevcut değildir”5 denilerek zulmetmekten sakındırılmakta, aynı zamanda mazlumların gönlüne su serpilmektedir. Aynı zamanda yöneleceğimiz biricik adres gösterilmektedir. Son dönemde yapılan zulümlerden nasibini alan ve yaklaşık sekiz aydan beri Bolu F Tipi Cezaevinde haksız bir şekilde tutuklu bulunan Alparslan Kuytul Hocaefendi ve diğer tutuklu dava kardeşlerimize yapılan zulmün bir an evvel son bulmasını diliyor, sözü Sultan Fatih’in şiirinde dediği gibi kimsesizlerin kimsesine hâlimizi arz ederek bitiriyorum.
“Hiç kimse yok kimsesiz
Herkesin var bir kimsesi
Ben bugün kimsesiz kaldım
Ey kimsesizler kimsesi…”
1.İbn-i Haldun’un sözüdür.
2.Buruc 10.
3.İbn Hişâm, Sîre, Cilt -I,s.342.
4.https://www.ntv.com.tr/galeri/turkiye/28-subat-davasinda-karar.
5.Buhârî, Mezalim, 9.