Hamd, kullarına doğru yolu ve doğru davayı gönderen Allah’a; Salât-u Selam, bu dava uğrunda, Allah’ın istediği metot ile mücadele eden ve böylece dünyanın en büyük devrimini gerçekleştiren önderimiz Hz. Peygamber’e; Selam ise, Hz. Peygamber’in davasını omuzlayarak O’nun takip ettiği metot üzere mücadele eden kardeşlerime olsun.
Allah Azze ve Celle kullarından bazılarını önemli vazifeler için seçer, onlara gerekli kabiliyet ve imkanları verir, çocukluklarından itibaren onları vazifeye hazırlar ve zamanı geldiğinde vazifelendirir. Bunlar seçilmiş kimselerdir. İnsanların her alanda seçilmiş kimselere ihtiyacı vardır. Tıpta, matematikte, fizikte, astronomide, sanatta… Allah seçilmişler vasıtasıyla kullarına vermek istediğini verir, öğretmek istediğini öğretir. Bu alanların içinden en önemlisi ise insanlara doğru yolu gösterme alanında yani hidayet konusunda seçilmişlere olan ihtiyaçtır. Dünyada kaliteli insanlar, güzel bir toplum ve insana layık bir medeniyet meydana getirebilmek böyle insanlara bağlı olduğu gibi ahirette cehennemden kurtulup cenneti kazanmak da böyle seçilmişlere bağlıdır. Çünkü Allah Azze ve Celle, sadece akılla değil Peygamberler, âlimler ve salihleri vesile kılarak kullarına hidayet yolunu gösterir. O yüzden her dönemde ya Peygamber gönderilmiş ya da Peygamberin getirdiğini insanlara öğretecek alimler ve salihler yaratılmıştır. Bunlar seçilmişlerdir.
Seçkin kimselere gelince; bunlar Allah tarafından seçilmiş, özel kabiliyetlerle donatılmış ve özel bir eğitimden geçirilerek vazifeye hazırlanmış olmasalar da çok çalışmak ve göz nuru dökmek suretiyle insanlar arasında öne geçmiş ve seçkin hale gelmiş kimselerdir. İnsanların yalnız seçilmişlere değil elbette böyle seçkin kimselere de ihtiyacı vardır. Seçkin olmak bir marifettir fakat seçilmiş olmak ondan daha büyük bir marifettir. Seçilmişler, elbette seçkinlerden daha üstündürler. Çünkü onları Allah seçmiştir. O, kimi seçeceğini çok iyi bilir, seçimde hata etmez ve ileride hak yoldan dönecek kimseleri seçmez. Seçkinler hiçbir zaman seçilmişler kadar insanlar üzerinde etkili olamazlar. Seçkin insanlar ilerledikleri yolda geri adım atabilirler, bazı meselelerde taviz verebilirler fakat seçilmiş insanlar hiçbir zaman davalarından dönmezler ve taviz vermezler.
Allah Azze ve Celle, sünneti gereği karanlıklar içindeki insanlık alemine doğru yolu gösterebilmek ve onları aydınlığa çıkartabilmek için Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i de seçti. O’nu çocukluğundan itibaren koruması altına aldı, şirkten ve günahlardan uzak tuttu. Acılara ve zorluklara dayanacak şekilde yetiştirdi. Ardından O’na bir dava yükledi. Hz. Peygamber başına birçok belaların geleceğini, bu yolun tozpembe bir yol olmadığını bilerek bu davaya girdi. Dava adamı olmak, davası uğrunda başına birçok musibetin geleceğini bile bile dava uğrunda mücadeleye katılmak ve o yoldan dönmemektir. Allah Rasulü, Tevhid davasının gerektirdiği mücadeleyi cesaretle yerine getiriyor, hak bildiği bu yoldan asla dönmüyordu.
Allah’tan başka ilahın yani itaat edilecek makamın ve otoritenin olmadığını ifade eden Tevhid davası sayesinde Efendimiz, Allah’ın izni ve yardımıyla inanç, ibadet, ahlak ve muamelat alanlarında binlerce konuda inkılap gerçekleştirmeyi başardı. İnkılap yapmadığı bir alan ve ihmal ettiği bir konu bulamazsınız. Bu, O’nun Allah Rasulü olduğunun delilidir. Çünkü bırakın hiçbir imkânın olmadığı o günün şartlarını, imkânın çok olduğu bugünün şartlarında bile peygamber olmayan bir insanın ya da devletin bu kadar alanda, bu kadar kısa sürede, bu kadar büyük devrimler başarması mümkün değildir. Tüm bunları gerçekleştirmek başlangıçta Tevhid inancının anlatılması ve kabul edilmesi ile mümkün olmuştur. Tevhid inancı sayesinde Allah’ı tek otorite olarak gören ve sahte otoriteleri reddeden insanlar her alanda Allah’a teslim olmuşlar ve kısa sürede büyük değişimi başarabilmişlerdir. Tüm peygamberler ve Efendimiz mücadeleye Tevhidi anlatarak başladıkları gibi biz de Tevhid ile başlayalım.
- TEVHİDİ ANLATMAK VE İNSANLARI UYARMAK
Allah Azze ve Celle’nin Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gönderdiği ilk ayetler, Hz. Peygamberin davasının ne olduğunu açıkça ortaya koyar. Allah Azze ve Celle’nin göndermiş olduğu ilk vahiy “Yaratan Rabbinin adıyla oku”1 ayetidir. İlk ayette Allah, kendisinin hem yaratıcı hem de Rab olduğunu açıklar. Bu ayet evvela kâinat kitabına bakılarak Allah Azze ve Celle’nin tanınması, daha sonra istenilen ilimlerin okunması gerektiğini ifade ederken aynı zamanda Allah’ın sadece yaratan bir Allah değil, Rab olan bir Allah olduğunu, Rububiyetinde ve Ulûhiyetinde ortağı olmayan, O’ndan başkasına ibadet ve itaat edilmesi mümkün olmayan bir Allah olduğunu ifade eder.
Demek ki Hz. Peygamber’in davası, sadece yaratıcı bir Allah’ın varlığını ve birliğini anlatma davası değil, kendinden başka rab ve ilah olmayan, otoritenin tek sahibi olan bir Allah’a iman davasıdır. Çünkü zaten o günün insanları Allah’ın varlığına iman ediyordu. Bugün hâkim güçlerle karşı karşıya gelmemek için sadece Allah’ın varlığını, ibadetleri ve ahlakı anlatan, Allah’ın tek otorite sahibi, tek Rab ve tek ilah olduğunu, Rububiyette ve Ulûhiyette ortağının olmadığını anlatmayanlar Allah’ı gerçek manada anlatmış sayılamazlar. Allah’ın yaratıcılığını ve tüm varlıklara kanunlar koyduğunu anlatıp insanlara koyduğu kanunları anlatmamak insanları Allah ile aldatmaktır.
Tüm peygamberlere verilen din İslam’dır ve hepsine verilen dava Tevhid davasıdır. Çünkü insanın insana hükmetme, Allah’ın helallerini haram, haramlarını helal yapma ve böylece idarecilerin toplumu kendilerine kul yapma yetkisi yoktur. Bugün devletleri idare edenler, açıkça dilleriyle söylemeseler de fiilen içkiyi, zinayı, faizi, kumarı vs. haramları serbest bırakarak Allah’ın haramlarını helal kılmış oluyorlar. Başörtüsü ve namaz gibi bazı farzlara müsaade etmeyerek Allah’ın emrettiklerini yasaklıyor ve helalleri haram kılmış oluyorlar. Mesela devlet ya da patron çalıştırdığı personele: ‘Mesai saatinde namaz kılamazsın’ diyebiliyor. Bu, idarecilerin topluma ‘Allah’a değil, bize itaat edeceksiniz. Allah’ın değil, bizim kullarımızsınız’ demesidir.
Tevhid inancının reddettiği ikinci bir konu da yerde veya gökte Allah’tan başka birtakım varlıkları kutsallaştırarak onlara ibadet edilmesi, ibadet maksadıyla bazı söz ve fiillerin onlara yöneltilmesi, onlara dua edilmesi ve yardım istenmesidir. Halbuki gerçekte onlar da Allah’ın kullarından başka bir şey değildirler. Ne insanların kendilerine yaptıkları ibadetlerden haberdardırlar ne de kendilerinden yardım isteyenlere yardım edecek kudretleri vardır. İslam bu yapılanı şirk olarak kabul eder.
Özetle Tevhid inancı; 1- Hâkimiyetin Allah’tan alınıp kullara verilmesini, idarecilerin Allah’ın kanunlarına aykırı kanunlar koymasını ve insanların bunlara itaat etmesini reddeder. İslam, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümleri koymayı ilahlaşmak, toplumun bu hükümleri koyanlara itaat etmesini ise onlara kulluk yapmak olarak görür. 2- Allah’ın dışında başka varlıklara ibadet edilmesini ve onlardan yardım istenilmesini reddeder. Çünkü İslam duayı ibadet olarak görür. İbadet ise yalnız Allah’a yapılır.
- TESLİMİYETİ ÖĞRETMEK VE BARIŞI SAĞLAMAK
İslam, kök harfleri ‘sin, lam, mim’ olan ‘selamet’ kelimesinden gelmektedir ve iki manası vardır. Birisi, ‘teslim olmak’ diğeri ise ‘barış ve selamet içinde olmak’ tır. Gönderdiği din için Allah’ın ‘İslam’ kelimesini seçmiş olması şu manaya gelmektedir: İnsanlar ancak Allah’a teslimiyet gösterdikleri zaman selamet ve barış içinde olabilirler. Allah’a teslim olmayanlar; nefislerine, şeytana ve kullara teslim olacaklar ve yeryüzünde barış ve selameti hiçbir zaman sağlayamayacaklardır.
Hz. Peygamberin getirdiği Tevhid davası, insanların Allah’a teslim olmaları gerektiğini öğretmektedir. Bir hükmün sebebi anlaşılmasa bile iman edenler Allah’a teslimiyet göstermelidir. Çünkü insanlar bazı hükümlerin sebebini anlayabilirlerse de bazılarını anlayamazlar. Bu durumda insana düşen “Allah ve Rasulü ne söylüyorsa doğrudur” diyerek teslimiyet göstermektir. Çünkü Allah sonsuz ilim sahibidir ve yanlış yapmaz. İnsana ise az bir ilim verilmiştir. O halde insan için doğru olan Allah’a teslim olmak ve itiraz etmemektir. Tüm toplumlar bu şekilde düşünüp Allah’ın hükümlerine teslimiyet gösterdikleri zaman dünya barışı sağlanabilir.
İnsanlar bu dünyada barışı sağlamak için ‘Medeniyetler ittifakı yapalım’ diyorlar. Oysaki medeniyetler ittifak edemez. Çünkü medeniyetleri inançlar kurarlar ve inançlar ittifak etmezler aksine birbirlerini reddederler. İnsanlar eğer medeniyet çatışmalarını önlemek istiyorlarsa bilmelidirler ki bunun tek çaresi yeryüzünde bir tane medeniyet meydana getirmektir. Allah Azze ve Celle tüm dünyada aynı medeniyetin kurulması için tüm insanlık âlemine bir din göndermiş ve tüm insanlardan bu dine uymalarını istemiştir. Yeryüzünde birden fazla medeniyet olduğu müddetçe çatışmaların olması kaçınılmazdır. Çünkü medeniyetler arasındaki fark büyüktür ve bu fark suni bir fark değildir, gerçek bir farktır. Tevhide iman edenler ile teslise iman edenlerin; Allah'tan başka ilah yoktur diyenler ile Hz. İsa’ya Allah'ın oğlu ya da tanrı diyenlerin ittifak etmeleri mümkün değildir. Tevhid ile şirk arasındaki fark sonsuzdur. Bu uçurumu doldurmak da üzerine bir köprü yapmak da asla mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim: “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam taptıklarınıza”2 ve yine “Sizin dininiz size benim dinim bana”3 buyurmaktadır. Bu emirler medeniyetler arasında bir ittifakın asla mümkün olamayacağını göstermektedir. Din değiştirmek mümkündür fakat dinlerin ittifak etmesi mümkün değildir. Eğer insanlar gerçekten barış istiyorlarsa Allah Azze ve Celle’nin barışın yolu olarak gönderdiği, adını İslam koyduğu dine sarılmalı ve teslimiyet göstermelidirler. Aksi halde barış içinde olamayacaklardır.
- IRKÇILIĞI KALDIRMAK VE ÜMMET ANLAYIŞINI YERLEŞTİRMEK
Hz. Peygambere verilen davanın en önemli hedeflerinden biri de insanları ırkçılık yapmaktan kurtarmaktır. Kur'an-ı Kerim: “Ey insanlar sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sonra tanışasınız diye sizi millet ve kabileler halinde kıldık. Muhakkak ki Allah katında sizin en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır”4 buyuruyor. Tüm insanların kökeni aynı olduğuna göre farklı ırk ve kabilelere mensup olmak insanların birbirlerine karşı üstünlük taslayacağı bir husus değildir. İslam’a göre tüm insanlar aynı ailenin fertleridirler. Allah Azze ve Celle, insanlar ırkçılık yapmasınlar ve birbirlerine karşı ırk yönünden üstünlük taslamasınlar diye tüm insanları bir anne ve bir babadan yarattı.
Allah katında üstünlüğün ölçüsü takvadır. Kur’an-ı Kerim’de ırk unsuruna hiçbir değer verilmemiştir. Kur’an’ın muhatabı ırklar değil manevi toplumlardır. Kur’an-ı Kerim: “Ey müminler, Ey kafirler, Ey münafıklar, Ey ehl-i kitap” der ve inanç toplumlarına hitap eder. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem de: “Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın da beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur”5 buyurdu. Bir başka hadiste: “Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğrunda savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğrunda ölen bizden değildir”6 buyurmaktadır. Bu şekilde Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem insanları ırkçılık yapmaktan, ırkı ile övünmekten ve başka ırkları küçük görmekten menediyor ve onlara yeni bir bakış kazandırıyordu. İslam, insanların ırkına değil inancına, takvasına, ilmine ve ahlakına bakmayı, önemsiz şeylere değil önemli şeylere bakmayı öğretiyor, böylece küçük kafaları büyütüyordu.
Irka değer vermeyen Kur’an ve Hz. Peygamber, Müslümanlara hangi ırka ait olursa olsun tüm Müslümanların bir ümmet olduğu anlayışını kazandırdı. Kur'an-ı Kerim: “İnsanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz”7 buyurmaktadır. Böylece hem ırka değil inanca önem verme anlayışı verilmekte hem de Müslümanlara sorumluluk anlayışı kazandırılmaktadır. Çünkü ümmet, yeryüzünün imamı olmakla görevlendirilmiş topluluk demektir. Ümmet, Allah tarafından yeryüzünde İslam’ı hâkim kılmakla, farzları yerleştirip haramları ve zulümleri kaldırmakla görevlendirilmiş inanç topluluğudur. Rabbimiz: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar ve dinin (nizamın) tamamı Allah için olana kadar onlarla savaşın”8 buyurmaktadır. Çünkü yeryüzü Allah’ındır ve insanlar Allah’ın kullarıdır o halde tüm dünyada O’nun dediği olmalıdır. İslam’ın tüm dünyaya hâkim kılınması gibi bir vazifeyi elbette bir ırkın ve bir ulus devletinin tek başına yerine getirmesi mümkün değildir. Bu, ancak ümmet olunduğunda başarılabilir. O halde Allah bize ulus devleti olmayı değil ümmet olmayı emrediyor demektir.
- İNSANLAR ARASINDA EŞİTLİĞİ SAĞLAMAK VE ADALETİ YERLEŞTİRMEK
Alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz’e verilen davanın içeriğinden ve O’na verilen vazifelerden biri de insanlar arasında eşitliği sağlamaktır. Bundan dolayı Efendimiz: “İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler”9 buyurmuştur. Allah Rasulü, Mekkelilere köle ile efendinin insan olarak eşit olduğunu söylüyor ve onlara: “Kölelere kötü muamele yapamazsınız, onları istediğiniz gibi kullanamazsınız, onlar sizin kardeşlerinizdir”10 diyordu. Bir gün Ebu Leheb, Efendimiz’in yanına gelmiş ve: “Ey yeğenim! Ben Müslüman olursam bana ne var?” demişti. Efendimiz: “Başkalarına ne varsa sana da o var” buyurdu. Ebu Leheb: “Yani ben başkalarıyla eşit miyim?” dedi. Peygamberimiz: “Evet” dedi. Ebu Leheb: “Benimle kadınları, çocukları, köleleri, fakirleri eşit gören bu dini kabul etmiyorum!” dedi. Efendimiz insanların eşit olduğunu söylediği zaman Mekke'nin müşrikleri bu şekilde öfkeleniyor ve onlarla karşı karşıya geliyordu. Çünkü Mekkeliler kendilerini diğer insanlardan üstün görüyorlardı. Hatta Kâbe’yi tavaf ederken bile başka kabilelerin çıplak olarak tavaf etmelerini emrederler, yalnızca kendilerinin elbiseyle tavaf edebileceklerini iddia ederlerdi. Hac mevsiminde Arafat’ta diğer kabilelerle birlikte vakfe yapmazlar, onlarla bir arada olmayı gurur meselesi yaparlardı. Efendimiz işte böyle bir millete ‘siz diğer insanlarla eşitsiniz’ diyor, en zayıf olduğu zamanda bile onların iman etmemelerini ve kendine düşman kesilmelerini göze alıyor, yine de haktan taviz vermiyordu. Toplumu ve hâkim olan zihniyeti değil hakikati esas alıyordu. Bu, O’nun gerçek peygamber olduğunun delillerindendir. Çünkü sahte lider ve sahte Peygamberler daima çoğunluğu dikkate alır, toplumla karşı karşıya gelmeyi göze alamaz ve doğruları savunamazlar. Çünkü onların ellerinde Allah’tan gelen ve uymak zorunda oldukları kutsal bir vahiy yoktur. O yüzden hakka değil çoğunluğa uyarlar.
Evet, insanlar çalışma, hukuk, eğitim alanlarında fırsat eşitliğine ve insanca yaşam hakkına sahiptirler fakat hepsinin aynı ekonomik imkânlara sahip olması, hepsinin maaşının aynı olması gibi bir eşitlik ise söz konusu olamaz. İslam'da böyle bir eşitlik anlayışı yoktur. Hz. Peygamber de böyle bir esas getirmemiştir. Çünkü bazı insanlar tembel bazı insanlar çalışkandır. Kimi başarılı kimi başarısızdır. Eğer insanlar sosyalizmde olduğu gibi eşit gelir sahibi yapılmaya çalışılırsa, çalışana da çalışmayana da, başarılıya da başarısıza da aynı miktarda maaş verilirse o zaman çalışkan ve başarılı insanlar çalışmamaya başlarlar ve tembelleşirler. Bunun sonucunda üretim düşer ve ekonomi kötüye gider. O yüzden İslam’da eşitlik, insan haklarında ve fırsat eşitliği konusundadır.
Bazı kesimler ekonomik eşitliği ve sosyal adaleti sağlayabilmek için “İslam sosyalizmi” kavramını gündeme getiriyorlar. Yani inanç, ibadet ve ahlak konularında İslam’ı, ekonomi ve sosyal adalet ile ilgili konularda ise Sosyalizmi esas almak istemektedirler. Bu kavramı gündeme getirenler İslam'ın ekonomik meselelerle ilgili bir kanaati ve bir hükmü olmadığını, bu alanda eksik olduğunu iddia ederek bu eksiği sosyalizmle mi tamamlamak istiyorlar? İslam tamamlanmıştır ve sosyalizmden bir görüş almasına ihtiyacı yoktur. Allah Azze ve Celle: “Bugün size dininizi tamamladım”11 buyurmaktadır. İslam bir medeniyettir ve medeniyetin içinde ekonomi ve sosyal adalet vardır. Bu konuları düzene koymayan ve adaleti sağlamayan bir din Allah’ın dini olamaz. Dolayısıyla nasıl ki her alanda geçerli olacak olan kanunları Kur’an’dan almamız gerekiyorsa ekonomi alanında ve eşitlik konusunda da geçerli olacak olan kanunları Kur'an'dan almamız gerekmektedir. İslam tamamdır ve yamayı kabul etmez.
- DENGELİ YAŞAMI ÖĞRETMEK
Hz. Peygamber insanlara dengeli bir din getirdi ve bununla dengeli yaşamayı öğretti. Peygamberimize kadar din ile dünya birbirinden ayrıydı. Hristiyanlığın tesiriyle ruhbanlık yayılmış, Eski Roma ve Yunan medeniyetlerinde dinsizlik hâkim olmuştu. İnsanlar son derece şehvetperestti. O zamanın Hristiyan âlimlerinde “İnsanın nefsini terbiye etmesi için evlenmemesi, dağlarda mağaralarda yaşaması gerekir” şeklinde bir anlayış vardı. Yani hayatın dışına çıkarak takva sahibi olunabileceğini, hayatın içinde kalarak takva sahibi olmanın mümkün olmadığını söylüyorlardı. Hatta İran'da Mani adında bir filozof evliliğe karşı geliyor ve bu dünyanın bir an evvel bitmesi gerektiğini iddia ediyordu. Peygamberimiz ise ashabına ve ümmetine hayatın içinde kalarak, evlenerek, yemek yiyerek takva sahibi olmanın mümkün olduğunu öğretiyordu. Çünkü Hz. Peygamber insanların ruhbanca bir yaşamı kaldıramayacaklarını, dinden soğuyacaklarını biliyordu ve bunu engellemeye çalışıyordu.
İnsanlara “evlenmeyeceksiniz, yıkanmayacaksınız, yemeyeceksiniz, mağaralarda yaşayacaksınız” denilirse elbette ki insanlar dinden soğurlar. Eğer kilise bilim adamlarıyla çatışırsa bilim adamlarının dinsizleşmesi kaçınılmaz olur. Kilise, insanların krallar tarafından sömürülmesine yardım ederse buna bağlı olarak insanlar dinsizleşir. Yanlış din insanları dinsiz yapar. Öyle de oldu, Avrupa'da yapılan anket sonuçlarına göre Avrupa'daki insanların yüzde yetmişinin hiçbir dine inanmadığı ortaya çıktı.
Ruhbanlık gerçek bir eğitim yolu değildir, suni bir yoldur. Ruhban hiçbir zaman nefsini terbiye edemez. Mikropsuz bir ortama alışanlar mikrobik ortama girdikleri zaman derhâl hasta olurlar. Nefisler ancak gerçek hayatın içinde terbiye olur. Gerçek hayatın içinde terbiye olmak ise faaliyet yapmakla mümkündür. İnsan ne zaman faaliyet yapar ne zaman çile çeker ne zaman yorulursa, uykusuz kalırsa, bu yolda maddi manevi fedakârlık yaparsa işte o zaman nefsi terbiye olur.
Allah Rasulü’nün yeryüzünde gerçekleştirdiği inkılâplar bu kadarla sınırlı değildir. Peygamber Efendimiz inanç, ibadet, ahlak ve muamelat alanlarında binlerce inkılâplar gerçekleştirmiştir. İnkılâpların temelinde Tevhid inancı vardır. La İlahe İllallah davası bir taraftan insanın nefsinin terbiye edip onu ilahlık iddia etmekten korurken diğer taraftan da insanın kullara kulluk yapmayıp yalnızca Allah'a kul olmasını gerçekleştirir. Ayrıca savaş, barış, boşanma, evlenme, miras ve alışveriş gibi tafsilata ait olan birçok mesele hakkında Allah’ın hükmünü yerleştirir.
Hz. Peygamber davasını Allah'ın kendisine gösterdiği hareket ve eğitim metodu ile hâkim kılmıştı. Bugün Efendimiz'in davasını yükseltmek isteyenlerin bilmesi gereken şey şudur: Kendi kafalarına göre namaz kılamadıkları gibi kendi kafalarına göre bir İslamî hareket metodu ortaya koyma hakkına da sahip değildirler. Peygamberimizin takip ettiği metodu takip etmek zorundadırlar. Efendimiz, o zaman hangi eğitim metoduyla ve hangi hareket metoduyla bu davayı hâkim kıldıysa, Bizans'ı ve İran'ı darmadağın edecek büyük bir güç meydana getirdiyse, kısa bir zamanda büyük bir başarıya imza attıysa bugün de ancak aynı eğitim ve aynı hareket metoduyla İslam'ı yeryüzüne hâkim kılmak mümkündür. Peygamber Efendimiz o günün süper güçlerini nasıl devirdiyse bugün de aynı metotla bugünün süper güçleri devrilebilir. Bunun için Hz. Peygamber’in varlığı şart değildir. O’na verilen kitap, O’nun sahih hadisleri ve hayatı elimizdedir. La İlahe İllallah bütün süper güçleri devirebilecek olan bir atom bombası gibidir. Kelime-i Tevhid şirke ve küfre vurulmuş en büyük darbedir.
Bütün Müslümanlar ve bütün cemaatler La ilahe İllallah’ın manası üzerinde durmalıdırlar. Ancak bu yolla davamız hızlı bir şekilde yeryüzüne yayılabilir. Allah Azze ve Celle bizleri Hz. Peygamber’i ve davasını anlayanlardan, anlatanlardan ve bu uğurda mücadele edenlerden eylesin.
- Alak, 1
- Kâfirun, 1-2
- Kâfirun, 6
- Hucurat, 13
- İbn Hanbel V, 411
- Ebu Davud, Edeb, 111-112
- Al-i İmran, 110
- Bakara, 193
- Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, 1, 145
- Buhari, Eymân ve nüzûr, 2
- Maide, 3