Makale

İnsanın En Mühim İhtiyacı: Kulluk

Paylaş:

 Allah Azze ve Celle, insanı aciz ve muhtaç bir varlık olarak yarattı. Bununla daima bir yanımızın sığınmaya, yönelmeye ihtiyaç duymasını murat etti. Buna binaen insanın yaratılışından itibaren ihtiyaçları hiç bitmedi. Anne karnına düştüğü anda, çocukluğunda, gençliğinde, olgunluk yaşında ve yaşlılığında daima muhtaç oldu ve Rabbimiz onun her türlü ihtiyacını karşıladı…

Şu hayatta yaratıldığı günden beri ihtiyaçları hiç bitmeyen insanoğlunun hava kadar, su kadar önemli olan ihtiyacı Rabbine, O’nun sevgisine ve O’na yaklaşmaya duyduğu ihtiyaçtır. Aslında insan için bu zaruret mesabesindedir. Yani nasıl ki beden yemeden içmeden kesildiğinde ölümle karşı karşıya kalıyorsa, Rabbinden uzak bir ruh da manevi açıdan ölümle karşı karşıyadır. Bu ise insanın hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğraması demektir. Dolayısıyla hiçbir insan bu meseleyi küçümseyemez, bu meseleye ilgisiz kalamaz ve yüz çeviremez. Yemesini, içmesini, gezmesini tozmasını bile çok önemseyen, bedenin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ömrü boyunca çalışan insan eğer Rabbini ve O’na yaklaşmayı önemsiz görürse, bu meseleye gereken ehemmiyeti gösterip, üzerine eğilmezse bir defa geldiği dünyada, bir defalık ömrünü sanki çöpe atmış demektir. Bu kendini ve ömrünü hiçe saymak, değersizleştirmek ve sonunda da bu şekilde ölüp gitmektir ki bu, korkunç bir sonun kendisini beklemesidir.

Şu hayatta yaratıldığı günden beri ihtiyaçları hiç bitmeyen insanoğlunun hava kadar, su kadar önemli olan ihtiyacı Rabbine, O’nun sevgisine ve O’na yaklaşmaya duyduğu ihtiyaçtır. Aslında insan için bu zaruret mesabesindedir. Yani nasıl ki beden yemeden içmeden kesildiğinde ölümle karşı karşıya kalıyorsa, Rabbinden uzak bir ruh da manevi açıdan ölümle karşı karşıyadır. Bu ise insanın hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğraması demektir. Dolayısıyla hiçbir insan bu meseleyi küçümseyemez, bu meseleye ilgisiz kalamaz ve yüz çeviremez. Yemesini, içmesini, gezmesini tozmasını bile çok önemseyen, bedenin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ömrü boyunca çalışan insan eğer Rabbini ve O’na yaklaşmayı önemsiz görürse, bu meseleye gereken ehemmiyeti gösterip, üzerine eğilmezse bir defa geldiği dünyada, bir defalık ömrünü sanki çöpe atmış demektir. Bu kendini ve ömrünü hiçe saymak, değersizleştirmek ve sonunda da bu şekilde ölüp gitmektir ki bu, korkunç bir sonun kendisini beklemesidir.

                GERÇEK SAADETE NASIL ULAŞILIR?

Rabbimiz’in çok değerli görerek yarattığı insanoğlunun kendisine verdiği değer bu dünyada iyi evlerde müreffeh bir hayat yaşamasından, iyi giyinip, iyi yiyip- içmesinden, her türlü güzelliği kendisine layık görüp bunlara ulaşmak için çabalamasından anlaşılmaz. Yahut insanın kendini tehlikelerden koruması, yazın sıcaktan, kışın soğuktan korumaya çalışması, düşmana karşı kendini güvende tutması ve başına gelmesi muhtemel en ufak bir kazanın, belanın bile onlarca tedbirini alması demek değildir. İnsan, eğer kendine ve ömrüne değer veriyorsa ve eğer gerçekten tehlikelerden korkup, başına yarın geri dönüşü olmayan pişmanlıkların ve yaşanabilecek en korkunç belanın, en büyük tehlikelerin gelmesini istemiyorsa bugün ruhunun ihtiyaçlarını önemser, Rabbine döner, O’na yönelir, O’na sığınır ve O’ndan korkar. İşte bu, hem dünyada hem ahirette insanın gerçek ve hak ettiği saadete ulaşması demektir. Saadet-i dareyn (iki cihanda saadet) ancak insanın Rabbine yönelmesiyle gerçekleşir.

Fakat elbette ki bu, insan için hiç kolay değil. Çünkü harama, yanlışa, düşüğe meyilli azgın bir nefsi var… Kendisini yoldan çıkarmaya ahdetmiş ve tek vazifesi bu olan şeytanı var… Toplumu ve insanları fıtrattan uzaklaştıran, Allah’ı ve dinini unutturmak için gece-gündüz çalışan şeytanın dostları var. “Gel şuraya gidelim, gel eğlenelim, gel şunu deneyelim” diye kolundan tutmuş çekiştiren kötü arkadaşları var…

                DÜNYA EBEDİ HAYATI KAZANMAK BİR ARAÇTIR

“Hayat sadece bu dünyadan ibarettir” anlayışına sahip, gününü gün etmenin peşinde, modanın takipçisi, dünyanın kölesi, hizmetçisi olmuş bir çevresi var. Kendisini sürekli “bana gel, bana gel” diye davet eden, bütün ihtişamı, göz alıcılığı ve parlaklığıyla, kendini ortaya koymuş koskoca bir dünya var. Bu dünyanın güzel kadınları-erkekleri, erkekten ve kızdan sevimli evlatları, eşleri ve alıp-satmaktan çok hoşlandığı ticareti, eşyaları ve arabaları var… Elbette ki bütün bunlarla birlikte bunlardan kurtulup yükselmek için çırpınan arayışta bir ruhu, dünya meşgalesinin getirdiği boşluğu doldurmaya çalışan bir kalbi, özüne, yapısına, yaratılışına uygun hareket etmek isteyen bir fıtratı var. Daha da önemlisi rızasını kazanması gereken bir Rabbi ve elde etmek için çabalaması gereken ebedi bir hayatı var. Buna binaen hayat yolunda geçmesi gereken sınavları var ve zaten imtihanda…

İnsanoğlu bunca düşmanla bu imtihanları nasıl geçecek? Nasıl ruhunun arayışına cevap verecek, kalbindeki boşluğu nasıl giderecek, fıtratına nasıl dönecek? Ve Rabbi’nin rızasını nasıl kazanacak? Üstelik eğer bu insan gerçek bir mü’minse kendisine emredilmiş büyük bir mücadele var… İslam’ı yok etmeye yeminli büyük düşmanları var… Onların oyunlarını bozmak ve onlara karşı galip gelmek için büyük bir çaba, emek ve gayret göstermesi gerekiyor. Bunun için gereken azim, sabır ve sebatı ne ile kazanacak? 

Diğer taraftan bütün bunlar karşısında insanoğlu zayıf yaratılmış bir varlık. Gücü sınırlı, çaresizliği çok, üstün kabiliyetlerine rağmen her şeye gücü yetmez, her şeyi bilemez, anlayamaz. Kendine bile söz geçirmeye çoğu zaman kadir olamaz. Bir sinekle başı belaya girebilir, bir mikrobun oluşturduğu hastalığa yenik düşebilir, bir lokma boğazında dursa çıkaramayabilir, bir an nefessiz kalsa hayatı sonlanabilir. Bu bilmez, anlamaz, aciz ve naçiz bir varlık olan insanoğlu büyük bir güce, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten Rabbine dayanmadan bunca ömrü, bunca düşmana karşı savaşarak nasıl geçirecek? Ve büyük bir güce dayanmadan savaşı nasıl kazanacak?

Neyse ki hiçbir konuda kulunu yalnız bırakmayan merhametli ve şefkatli Rabbimiz burada da kullarına yardımını göndermiştir. Çünkü her konuda Rabbi’nin yardımına ihtiyacı olan insanın Rabbine yaklaşmada bile yine O’na muhtaç olduğunu çok iyi bilmektedir. Ve O bunca imtihanla, bunca düşmana karşı yalnız bırakmayacak kadar kullarına düşkündür. Bu sebeple Rabbimiz imandan sonra ibadetleri farz kılarak ve nafile ibadetlere de teşvik ederek kullarına yol göstermiştir. Bu emrettiği ibadetleri de tek bir çeşit kılmayarak sıkılgan bir varlık olan insanın hayatını renklendirmiş ve en önemlisi çeşitli ibadetlerle çeşitli eksiklerini giderip, farklı kusurlarını tamir etmiş ve onu çeşitli güzelliklerle süslemiştir. Mesela namazla şirk, kibir gibi hastalıkları yenme, yüce otoriteye boyun eğme, itaat, kulluk gibi haller kazandırılırken, oruçla insanın zayıf iradesi güçlendirilmiş, sabır ve teslimiyet gibi güzellikler öğretilmiştir.

Zekâtla insan cimri ve bencil olmaktan kurtarılmış, kendi hayatına gömülmeyerek çevresini görmesi sağlanmış, kardeşlik, merhamet ve acıma hisleri güçlendirilmiştir. Hac ile insanın Rabbine karşı iştiyakı coşturulmuş, kulluk ve teslimiyet hacda başka renge bürünmüş, ümmet, cemaat, birlik, toplanma ve güç öğretilerek, Müslümana yakışan vakar, izzet ve şeref duygusu yaşatılmıştır. Bu ve saymakla bitmeyecek diğer faziletleriyle ibadetler insanı bir taraftan tamamlamış, bir taraftan yükseltmiş, diğer taraftan terbiye etmiş ve olgunlaştırmıştır. Ve aslında bu şekilde insan önce insan olmayı sonrada kul olmayı öğrenerek hayatını anlamlandırmıştır. Ve hayat yolunda bütün zorluklarla ve imtihanlarla baş edecek gücü- kuvveti kazanmıştır. İşte bu insanın en önemli ihtiyacıdır.