Toplumları ayakta tutan, insanlar arası ilişkileri tanzim eden bazı dinamikler vardır. Birer denge unsuru olan bu dinamikler olmazsa toplum uzun süre ayakta kalamaz, kaoslar ve toplumsal kargaşalar sonucunda yıkılmak zorunda kalır.
Bu dinamiklerden belki de en olmazsa olmazı adalet kavramıdır. Bir toplumu ayakta tutan, insanlar arası ilişkilerde dengeyi sağlayan, toplumun kutuplaşmasını engelleyen en önemli unsur o toplumda adaletin yürürlükte olmasıdır. Adaleti sağlayan kriterler, hükümler anayasada yer alsa da uygulamadaki aksaklıklar, eşitlikten uzak hükümler, tarafgir kararlar adaletin rafa kalkmasına, toplumda huzursuzluk çıkmasına sebep olacaktır.
Kıyamete kadar insanlara kurtuluşun reçetesini sunan Kur’an’ın ve İslam’ın bu kavram üzerinde durduğunu, toplumda adaletin tesisine önem verdiğini görmekteyiz. İslam penceresinden adalet kavramına ve bu kavramın günümüz toplumunda ne kadar uygulandığına bir göz gezdirelim. Bu konuya değinirken şunu vurgulamak yerinde olur kanaatindeyim. İslami kavramları ele alırken İslam Medeniyetinin hâkim olduğu toplum içerisinde, uygulamaları ile ele almak asıldır. Çünkü her bir hüküm, her bir kavram kendi medeniyeti içerisinde değerlendirilmeli, bütünü tamamlayan bir cüz olduğu unutulmamalıdır. Aksi takdirde İslam’da var olan bir kavramı, bir hükmü bugünün bozuk toplumuna monte etmeye çalışmak istenilen verimi sağlamayabilir. Şehid Seyyid Kutub’un da dediği gibi: “İslam’ın tetkik ve ta’liminde bir araştırıcı için en büyük güçlük, İslam’ın bütün meselelerinin birbiriyle alakalı, birbirinden ayrılmaz ve birbirinden ayrı incelenemez bir bütün oluşudur.”1
Adalet kelimesi, sözlükte “doğru olmak, doğru davranmak, adaletle hükmetmek, eşitlemek” manalarına gelmektedir. Bu kökten bir mastar isim olan ‘adl’ kelimesi, “eşitlik, eşit olarak paylaşmak, denklik, orta yol, istikamet, eş, benzer, bir şeyin karşılığı” manalarına gelmektedir.2
Kur’an, adalet kavramı üzerinde durarak, bu meselenin ehemmiyetini ortaya koymuş, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem de Kur’an’ın bu emirlerini bizzat tatbik ederek İslam toplumunda olması gereken adalet anlayışını gözler önüne sermiştir.
“Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor…”3 Bu ayetin nüzul sebebine bakıldığında şöyle bir olay nakledilir: Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Mekke’yi fethedince Kabe’nin anahtarını Osman b. Talha’dan alır. Hatta ona yıllar önce kendisine bu anahtarı vermediği günü hatırlatır. “Ey Osman! Hatırlıyor musun sen bana anahtarı vermemiştin, ben de sana, bir gün gelecek ve bu anahtar benim elimde olacak, ben de onu dilediğime vereceğim demiştim” buyurur. Bu olay üzerine Efendimizin amcası Abbas Radıyallahu Anh anahtarın kendilerine verilmesini teklif edince bu ayet iner, bunun üzerine Hz. Peygamber anahtarı bu işe ehil olan Osman b. Talha’ya geri verir. Bu olay Osman’ın Müslüman olmasına vesile olur. Her ne kadar Kabe’nin anahtarıyla ilgili olsa da mesajı ve hükmü geneldir. Diğer taraftan ayette kastedilen emanetin, özellikle yönetimle ilgili tüm makam ve mevkiler olduğu da anlaşılmaktadır. Bu nedenle emaneti ehline vermemek, hem emanetin kendisine, hem emanetin verildiği liyakatsiz kişiye hem de emanet kendisine verilmesi gerekirken verilmeyen ehil kişiye haksızlıktır, zulümdür. Ehil olmayana emanetin/yetkinin verilmesiyle ortaya çıkacak her türlü hukuksuzluk ve adaletsizlik topluma yansıyacaktır.
Kur’an-ı Kerim daha ilk inen ayetlerde insandaki bir özellikten bahseder ve o özellik kontrol edilmediğinde insanın azgınlaşacağını haber verir. İnsan Rabbini tanımadığı veya kendi acizliğini anlamadığı zaman azgınlaşacaktır. Kul ile yaratıcı arasındaki olması gereken bağ kurulamadığında insan yaratılış gayesini de kendisini de unutacaktır. Özellikle güç ve yetki eline geçtiği zaman bu yönü daha da belirginleşecektir. “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla…” diye başlayan ayetlerin devamında, “Hayır, hayır! İnsan muhakkak azar…”4 denilmektedir. Yani kulluğunu unutan, Rabbani bir terbiyeden/okumadan geçmeyen insanı bekleyen tehlike onun azgınlaşmasıdır. Böyle bir insanın eline güç geçtiğinde, yetki verildiğinde olabilecekleri tahmin etmek bile zordur. Manevi eğitimden geçmeyen, kalbi hastalıklardan temizlenmeyen, kısacası olgunluğa erişmeyen kişilerin makamlara gelmesi bir toplum için büyük tehlikedir.
Kâinatta muazzam bir denge vardır. Gerek hayvanları gerekse bitkileri ve diğer şeyleri incelediğimizde bu denge ve adalet göze çarpmaktadır. Her bir hayvanın tabiatta hayatta kalmasını kolaylaştıran, beslenmesini idame ettiren özellikleri vardır. En yavaş hayvan olan kaplumbağanın sert bir dış kabuğa sahip olması, küçücük bazı kurbağaların ölümcül bazı zehirlerinin olması, ceylanların hızlı koşabilen bir vücut yapılarının olması ve diğer buna benzer örneklerin varlığı, Âlemlerin Rabbi’nin koymuş olduğu mükemmel denge ve adaletin tecellisidir. Allah Azze ve Celle’nin kanununa uygun hareket eden her şeyde bu dengenin ve adaletin tesirini görmek mümkündür. Maalesef insanın müdahil olduğu birçok şeyde de adaletsizlik, zulüm, kaos ve savaşlar söz konusudur. Haddizatında tabiattaki dengeyi bozan, ekonominin ve neslin helakine sebep olan insan ve onun meydana getirdiği beşerî ideolojilerdir.
İnsanlar yaratılış icabı çeşitli özellikler taşımaktadırlar. Her birinin ekonomik durumu, zihinsel ve bedensel özellikleri birbirinden farklılık arz eder. Toplu halde yaşamaları, birbirlerine muhtaç olmaları için Allah Azze ve Celle böyle takdir etmiştir. Medeni bir toplumda hukuk karşısında insanlar eşittir, orada adalet tecelli etmektedir. Hiç kimseye haksızlık ve zulüm yapılmamaktadır. Medeni toplumlarda hukukun üstünlüğü söz konusudur, üstünlerin hukuku değil. Arzulanan adaletli toplum modeli böyle olmalıdır. İnsanlar ırklarına, renklerine veya makam/mevki durumlarına göre değil, hatta dini kimliklerine göre de değil haklı veya haksız olmalarına göre muamele görürler. İşte böyle bir toplum yapısı Asr-ı Saadette ve akabinde İslam Medeniyetinde olmuştur. Böyle bir toplum yapısı kâmil manada ancak Allah’ın hükümlerinin yürürlükte olduğu bir toplumda meydana gelebilir. Çünkü Allah Azze ve Celle tüm insanların Rabbidir. Belirlediği yasalar insana uygundur, insanı yükseltmeye ve müreffeh bir toplum yapısı meydana getirmeye elverişlidir. İnsanı yaratıcıdan daha iyi tanıyabileceğini kim iddia edebilir?
SAADET ASRINDAN ADALET ÖRNEKLERİ
Mekke’nin Fethi sırasında Kureyş’in Mahzumoğulları kabilesinden Fatıma Binti Esved adında asil bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kadının elinin kesilecek olması kabileyi çok üzmüş, böyle bir hadisenin kabilenin şerefini düşüreceği endişesiyle Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e çok sevdiği Usame Bin Zeyd’i aracı olarak göndermişlerdi. Amaçları had cezasının uygulanmaması, bu soylu kadının elinin kesilmemesi idi. Hz. Peygamber bu duruma çok sinirlendi ve şöyle dedi: “Ey Usame! Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” Sonra kalkıp bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: “Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezasını vermeleriydi. Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.”5
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber adalet konusunda aracı olmak isteyen en yakını da olsa sert bir tutumla reddetmiş, suçluya gereken cezanın verilmesinde tereddüt göstermemiştir. Çünkü adalet mefhumu ortadan kalkarsa insan hayatına değer verecek bir şey kalmaz, o toplumda zulüm, kan ve gözyaşı dinmez, kardeş kavgaları da bitmez.
Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisine gelen davaları çözerken hakkı ortaya koyuyor, insanların toplum içindeki statüsüne, dini veya etnik kimliğine bakmıyordu. Her meselede adil olmayı tavsiye ediyordu. Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününün yakıcı sıcağında arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıfın başında adil idareciyi (devlet başkanı)6 söylemesi adalete ne kadar değer verdiğinin göstergesidir.
Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in eğitiminden geçen Sahabe-i Kiram da adalete önem vermişlerdir. Ebu Bekir Radıyallahu Anh halife olunca şöyle bir konuşma yapmıştı: “Ey insanlar! Size emir oldum, fakat sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardımcı olun. Eğer sırat-ı müstakimden kayarsam beni düzeltiniz. Doğruluk; emanet, yalancılık; hıyanettir. Şunu bilin ki, en kuvvetliniz; benim yanımda mazlumun hakkı kendisinden alınıncaya kadar en zayıfınızdır. En zayıfınız da yanımda hakkını zalimden alıncaya kadar en kuvvetlinizdir. Allah’ın ve Peygamberinin rızasında oldukça bana itaat ediniz. Allah’a ve peygambere isyan edersem bana itaat etmek sizin üzerinize borç değildir.”7 Hutbenin konumuzla alakalı olan özellikle belirttiğim cümlesi önemlidir. Adaleti gerçekleştirmede yöneticinin misyonunu belirlemektedir. Güçlü-zayıf, zengin-fakir, siyah-beyaz, yönetici-yönetilen kısacası toplumda yaşayan herkes kanunlar karşısında eşittir. Adaletin tesisi özelde yöneticilerin elinde olsa da toplum da bu meselede duyarlı olarak yöneticileri gerektiğinde uyarabilmeli, bu konuda onlara yardımcı olmalıdır. Bir toplumda adaletin tesisinden herkes kendini gücü nispetinde sorumlu hissetmelidir.
“Hz. Ömer’in hilafeti döneminde, Ömer Radıyallahu Anh’ın oğlu Abdurrahman ile Ukbe Bin Haris Mısır’da bir gece içki içerler. Sonra Mısır Valisi Amb İbnü’l-As’a giderek “Biz içki içtik, bizi temizle” derler. Vali onlara kısas (had cezası) uygulasa da olayı duyan Hz. Ömer, valiye oğlu Abdurrahman’ı Medine’ye göndermesini emreder. Abdurrahman Medine’ye geldiğinde had cezasını kendi elleriyle bir kez daha uygular. Daha sonra onu tekrar Mısır’a gönderir. Oğlu Abdurrahman’ın bu olaydan yaklaşık bir ay sonra vefat ettiği bilinmektedir.”8 Bazı rivayetlerde oğlunun bu had cezası uygulaması sırasında vefat ettiği de söylenmektedir.
“Hz. Ömer bir gün elleri kulaklarında olduğu halde “Buyur işte buradayım” diye bağırarak sokağa fırlamıştı. Halk acaba halifeye ne oldu diye merak etmişlerdi. Hz. Ömer’e o gün kumandanlarından birinin yaptığı bir olay haber edilmişti. Ordunun önüne bir nehir çıkmış, nehirden karşıya geçilebilecek bir yer bulamayınca kumandan da: “Bu nehri ve geçitlerini iyi bilen birisini bulup getirin” demişti. Bunun üzerine huzuruna bir ihtiyar getirilmişti. İhtiyar “ben soğuktan korkuyorum” demesine rağmen komutanın zorlamasıyla suya girmiş, bir süre sonra suyun soğukluğuna dayanamayarak “Ey Ömer neredesin?” diye bağıra bağıra ölmüştü.”9 İşte, Hz. Ömer’in aklını kaçırmışçasına sokağa fırlamasına neden olan duyduğu bu olaydı. Bir devlet başkanı maiyeti altında yapılan her haksızlıktan, görev verdiği her validen/sorumludan kendisini mesul hissetmelidir. Onların yaptığı zulüm ve haksızlıkların hesabını kıyamet gününde mutlaka vereceğini düşünerek yaşamalıdır.
Bir gün Hz. Osman havanın çok sıcak olduğu bir günde çölde bir adamın koştuğunu görüyor ve ona yaklaşınca onun Hz. Ömer olduğunu görüyor. Ona soruyor: ‘Ya Emirel mü’minin sen ne yapıyorsun bu sıcakta?’ Hz.Ömer cevaben sadaka develerinden iki tanesinin yavruları kaybolmuş onların peşinden koşturuyorum. Bulmak zorundayım ve bu develeri bulmazsam Allah Azze ve Celle ahirette bunların hesabını benden soracak’ diye cevap veriyor. İşte bu hassasiyeti Hz. Ömer’in adaletini tarihe altın harflerle yazdırmıştır. İşte bu hassasiyettir ki Mehmed Âkif’e:
“Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!” dizelerini söyletmiştir.
Asr-ı Saadetten sonra da İslam’ın hâkim olduğu topraklarda hakkın ve adaletin ikamesine önem verilmiştir. Çünkü adalet mülkün temelidir. Nizâmü’l-Mülk, Siyasetname adlı eserinde şunları önerir: “Onlar (yani padişahlar) haftada iki gün halkın şikâyetlerini (mezalim) dinleyeler ve haklının hakkını, haksızdan alalar; adaleti yerine getireler. Aracı olmaksızın kendi kulaklarıyla raiyyenin söylediklerini dinleyeler. Bundan amaç, bu haberin memleket içinde yayılması ve zalimlerin kötülük yapmaktan çekinmeleridir.”10
İslam’da iki türlü hak vardır. Allah’ın hakkı (Hukukullah), bir de insanların hakkı (hukuk-u ibad). Allah Azze ve Celle, şirk haricinde işlenen günahları dilediği kimse için affedebileceği müjdesini verir. Ancak kul hakkının affını, hakkına tecavüz edilen kula bırakmıştır. İslam’da kişilere karşı işlenmiş suçlarda çoğu zaman o kişilerin affetmesi, karar vermesi istenmektedir. Örneğin kısas böyle bir uygulamadır. “Kısasta sizin için hayat vardır”11 ayeti gerçekten de bir toplumda adaletin tesisi, kan davası gibi sonu gelmeyen kavgaların bitirilmesi ve daha birçok hikmetiyle o topluma hayat verilmesi gibidir. Bugün devletler sisteme/devlete karşı uygulanan suçları (çoğu fikir suçu) affetmezken, kişilere karşı işlenen suçları çok kolay affedebilmektedir. Bu da yaraların kapanmamasına, kan davası gibi olayların devamına sebep olmaktadır. Devlet toplumuna babalık görevi yapacaksa kendisine karşı işlenmiş suçları affetmeli, kişilere karşı işlenmiş suçlarda adaleti tam gerçekleştirmeye çalışmalı, affı hak sahiplerine bırakmalı, onların bu konuda fikirlerini almalıdır. Görüldüğü gibi kısas, adaletin tesisi için gereklidir. Yine İslam’da suçu ispat edilene kadar kişi masum kabul edilir. Bugün buna masumiyet karinesi denilmektedir. Aslında Batı bunu İslam’dan almıştır. “Bir suçla itham edilen herkes yasalara göre suçluluğu ispat edilene dek masum kabul edilir.”12 Bugün bu yasaya ne kadar riayet edilmektedir. İnsanlar önce suçluymuş gibi gözaltına alınıyor, ondan sonra isnat edilen suçla ilgili deliller araştırılıyor. Delil yoksa gözaltı ve sonrasında verilen mahkûmiyet süresi uzatıldıkça uzatılıyor. Makul şüphe ile (zan ile) tutuklanan kişi keyfi bir şekilde uzun süre bu şekilde tutulabiliyor.
Sonuç olarak adalet anlayışı ve olması gereken adaletin tesisi bir toplum için olmazsa olmazdır. Kur’an’ın bu emri de bunu desteklemektedir. “De ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum”13 Unutulmamalıdır ki adalet bir gün herkes için gerekli olacaktır, bunu özellikle adaletsizlik yapanlar kulaklarına küpe yapmalıdır.
1. Prof. Dr. Seyyid Kutub, İslam’da Sosyal Adalet, s.126.
2. İsfehânî, el‐Müfredât, s. 551.
3. Nisa, 58.
4. Alak, 1-6.
5. Buhari, Enbiya, 54; Müslim, Hudud, 8-9.
6. Buhari, Rikak, 24; Tirmizî-Zühd, 53.
7. Kenz, III/130 (İbnSa’d, Mehamilî, Urve’den).
8. M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’ssahabe, cilt-II, s.143.
9. M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’ssahabe, cilt-II, s. 146.
10. Nizamü’l-mülk, Siyasetnâme, Çev. N.Bayburtlugil, ist.1981 s. 35.
11. Bakara, 179.
12. Avrupa insan Hakları sözleşmesi 6/2.
13. Şura, 15.