Kendince İslam’ı yaşıyor olmayı “mesuliyetlerden” kurtulmak için bir bahane olarak gören Müslüman bir toplumun fertlerinin; iman etmenin, henüz İslam’a ilk adımı atmanın dahi bedel ödemeyi gerektirdiği coğrafyaların Müslümanlarını anlamasını beklemek belki çok iyi niyetli bir yaklaşım olacak ama yaşadığımız şu çağda bizleri bekleyen “sorumlulukların” ne denli kaçınılmaz olduğunu kavrayabilmek adına dikkatlerimizi Nepal Müslümanlarına çevirmek istedik.
Nepal; Güney Asya’da Çin ve Hindistan arasında bir ülkedir. Himalayalar ile Everest Dağı (yüksekliği: 8.848 metre) ülkenin kuzeyinde yer almaktadır. Nepal’in güneyinde ise tam aksine muson iklimi yaşanmaktadır ve nüfus bu bölgede yoğunlaşmıştır. Müslümanların %95’i de güney kesimlerde yaşamaktadır.
Tapınaklar ülkesi Nepal, çoğunlukla Hindu’dur. Günümüzde 30 milyonluk Nepal halkının %85’ine yakını bu dine mensuptur. %10’u civarında Budist (ki Budizm, Buda’nın doğduğu bu topraklarda ortaya çıkmıştır), %5 civarında da (1,5 milyon) Müslüman yaşamaktadır. Çok az sayıda Caynist (ateist Hint dini) ve Hıristiyan’ın da olduğu kaydedilmektedir.
2001 yılında kralın oğlu Veliaht Prens Dipendra, kast sistemine göre evlenmesi yasak olan biriyle evlenmesine izin verilmediği gerekçesiyle anne ve babası da dâhil olmak üzere kraliyet ailesinden toplam 11 kişiyi öldürmüştür. Daha sonra intihar etmiştir. 18. yüzyıl ortalarında kurulan Nepal Hindu Krallığı’nın devamı niteliğindeki bu yönetim 2008 yılında Maocu Nepal Komünist Partisi tarafından gerçekleştirilen darbe ile ortadan kaldırılıncaya kadar varlığını İngiliz sömürgesinin etki alanı içerisinde sürdürmüştür.
İsyanlar, çatışmalar, katliamlar derken Maocular güç kazanıyor ve Federal Demokratik Nepal Cumhuriyeti kuruluyor. Esmer ovalılarla (Hindistan yanlıları), Sarı dağlılar (Çin yanlıları) birbirine girince o zamana kadar kast sistemi içerisinde dahi yer alamayan, varlıkları kabul edilmeyen Müslümanlar üzerindeki Hindu baskısı kısmen azalıyor. 2008 yılına kadar Müslüman olmak, din değiştirmek yasak iken şu anda Müslümanlar anayasal olarak tanınmış olsalar da toplum içerisinde Müslüman olduğunu ilan etmek hiç de kolay değil.
Müslümanlar yine devlet kademesinde vazife alamıyor, çocuklarını eğittikleri kurumlar resmi mektepler olarak kabul görmüyor. Ama köyüne mescit yapmak istersen veya abdestini alıp namazını kılmak istersen buna şimdilik bir yasak yok.
İNSANIN BİR HAYVAN KADAR DEĞER GÖRMEDİĞİ COĞRAFYA
İnek sadece Hindistan’da değil Nepal’de de ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Dokunulmazdır. Yolun ortasında yatar, trafik adeta kilitlenir, ancak tanrısal(!) olduğu için hiç kimse onu yerinden kaldırmaya cesaret edemez. Zira insanın bu coğrafyada bu kadar değeri yoktur.
Budist tapınaklarının her tarafında da başta maymunlar olmak üzere kedi ve köpekler istedikleri gibi, dokunulmaz bir şekilde dolaşmaktadırlar. Bilindiği gibi Budist öğreti hiçbir canlıya zarar vermeme felsefesine (ahimsa) sahip olduğunu iddia etmekte olup, bu hayvanlara gösterdikleri hoşgörüyü de buna delil olarak kullanmaktadırlar.
Ne ironiktir ki Hindular da Budistler de bu hoşgörüyü(!) Myanmar’da, Patani’de, Nepal’de, Bangladeş’te Müslümanlara göstermemiş, birçoğunu acımasızca katletmişlerdi. Bu durum bir kez daha; vahye dayalı olmayan her sistemde olduğu gibi yeri geldiğinde Budist düşüncenin de iddia edildiğinin aksine sevgi, merhamet ve adalet temelinden çok uzak düşebileceğini bizlere göstermiştir.
2004 Ağustos’unda bir örgüt Irak’ta ABD’lilere hizmet eden elemanları öldürüyor, aralarında 12 de Nepalli var. Yapılan elbette yanlış, öldürülenler aşçı, işçi ama Nepal Hinduları bunu kullanıyor; ne olup bittiğinden haberi bile olmayan günahsız Müslümanların evleri dükkânları yakılıp yıkılıyor. Müslüman liderlerden Davetçi Ferzan Ahmet de bir sabah namazı çıkışı şehit ediliyor. Bir canlıyı incitmemek için et bile yemeyen, yerde yatan hayvana saygı gösteren zihniyet, söz konusu Müslümanlar olduğunda maalesef tüm zulüm coğrafyalarında olduğu gibi ikiyüzlü tutum sergilemekten kaçınmıyor.
İMAN EDENLER EVDEN ATILIYOR
Nepal’de kast sisteminin en üstünde din adamları, sonrasında prensler ve askerler var. Onları esnaflar ve çiftçiler takip ediyor. En altta ise köylüler ve köleler bulunuyor. Nepalli kadınlar toplumda nerede ise yok sayılıyor. İngiliz sömürü zihniyeti bu coğrafyalarda “demokrasi havariliğine soyunmuyor, kadın haklarını gündeme getirmiyor” çünkü yerleşik kast sistemi sömürü düzeninin devamını sağlıyor. Kadınlar toplumda hiçbir değer görmüyor, evlenebilmek için düğün masraflarını kadınlar üstleniyor ve sonrasında hiçbir hakkı olmaksızın terk edilebiliyor.
Kast sisteminden kurtulup insan olmanın şerefini yaşamak isteyen Hindular ise insanları eşit kabul eden İslam’a geçiyor. Müslümanların eşlerine verdiği değeri öğrenen Nepal kadınları da önemli ölçüde İslam’ı seçiyor. Ama elbette ki yerleşik düzenin dışına çıkmak ciddi bedeller ödemeyi gerektiriyor.
Müslüman olan bir kadın eğer eşi de Müslüman olmadıysa çok zorluk yaşıyor. Ailesi tarafından dışlanan Nepalli Müslüman kadınlar ibadetlerini bile gizli gizli yapmak zorunda kalıyor. Bir anne Müslüman olursa çocukları da Müslüman olmuş sayılıyor ve çocuklar anneyle birlikte sokağa atılıyor. Müslüman olduğu için ailesi tarafından reddedilen, sosyal hayattan dışlanan, işinden kovulanlar sadece kadınlar değil. Erkekler de Müslüman olur olmaz büyük zorluklara göğüs germek, işini, çevresini kaybetmek zorunda kalıyor. Buna karşın özellikle kadınların hallerinden oldukça memnun olduğu görülüyor ve Müslümanlar her biri adeta “Erkam’ın evi” vazifesi gören; dışlanan, evlerinden atılan Müslümanların barınması ve eğitilmesi için imkân sağlayan merkezler açıyor. Buralardan yetişenler henüz dağınık denebilecek İslam toplumunun temelini atmış oluyor.
İslam’ın ilk yıllarının Mekke’si geliyor akıllara. İman ettiği için evden atılan, dövülen, aç bırakılan, işkence gören ama yine de Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hak davasından dönmeyen o güzide insanların bugün de temsil edildiğini görmek; “imanın bir bedeli olmalı, kişiye fedakârlık ve sorumluluk duygusu yüklemeli” dedirtiyor insana. İşte sahabe neslinin yüklenmiş olduğu bu imani sorumluluğu ümmetin her bir ferdinin hissettiği günler geldiğinde; yeryüzünde gerçek adalet, hürriyet ve medeniyet tesis edilmiş olacak. O günleri görmek ümidiyle…