Kıymetli okurlarımız, Başyazarımız Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin 23 aydır tutukluluk hâlinin devam ediyor olması sebebiyle bu sayımızdan itibaren, Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin, “Kelime-i Tevhid’in Mahiyeti” başlıklı konferansından hazırladığımız başyazı serisini istifadenize sunuyoruz. Hayırlı okumalar…
Hamd, gönderdiği Tevhid elçileriyle insanlığa hidayetin yolunu gösteren Allah’a; salât Tevhid yolunda verdiği mücadele ve gösterdiği sebat ile bizlere örnek olan Rasulullah’a; selam ise, davanın ilkleri olan ashabına ve bu dava yolunda mücadele eden tüm kardeşlerimin üzerine olsun.
Kıymetli kardeşlerim, Kur’an-ı Kerim onlarca sayfada geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatır. Allah Azze ve Celle, kitabında namazı, zekâtı, orucu, haccı bu kadar fazla anlatmazken peygamberlerin mücadelelerini ve davasını sayfalarca anlatmıştır. Bu şekilde Hz. İbrahim’den, Hz. Nuh Aleyhümesselam’a kadar tüm peygamberlerin davasının aynı olduğunu bizlere haber vermektedir. Bütün peygamberler Tevhidi hâkim kılmak üzere gönderildiler. Kur’an, bu gerçeği hatırlatırken aynı zamanda bizlere, “Ey kıyamete kadar gelecek olan İslam davetçileri! Ey Müslümanlar! Sizin bu Tevhid davanız sonradan ortaya çıkmış olan bir dava değildir. Bu dava, bidat bir dava değildir. Bu dava, yalnızca sizin davanız değil aynı zamanda Hz. Nuh Aleyhisselam’dan itibaren Allah Azze ve Celle’nin bütün peygamberlerine vermiş olduğu bir davadır” mesajını vermektedir.
Bu davanın mücadelesi ilk olarak, Kur’an’da zikredilen en eski kavim olan Hz. Nuh Aleyhisselam’ın kavminde başlıyordu. Nuh Aleyhisselam’ın kavminin birçok ilahı vardı; Vedd, Sua, Nesr, Yevus gibi isimlendirdikleri putları ilah olarak kabul ediyorlardı. Nuh Aleyhisselam ise Tevhidi haykırarak onları tek bir ilaha davet etti ancak kavmi tek bir ilaha inanmak istemediği için ona karşı geldiler. Allah’ı kabul ettikleri hâlde O’nun gönderdiği peygamberleri kabul etmediler. Ve yine Allah’ın varlığını, birliğini kabul ettikleri hâlde Allah’ı tek otorite ve tek ilah olarak kabul etmek istemediler.
KUR’AN’IN DAVASI: TEVHİD
Kur’an’da açık bir şekilde, bütün peygamberlerin mücadelesinin Tevhid mücadelesi olduğu görülmektedir. Buna rağmen İslam düşmanları bizi aldatmak ve Kur’an-ı Kerim’in bir davasının olmadığını empoze etmek için birtakım hocaları ve İlahiyat profesörlerini görevlendirdiler. Eğer Müslümanlar Kur’an’daki Kelime-i Tevhid’i görmeyip, Kur’an’ın davasının ve mesajının Tevhid olduğunu anlamazlarsa birtakım İlahiyat profesörlerinin, “Din vardır ancak dinin davası yoktur. Allah’ın hükümleri o zaman içindi, bu zamana uygun değildir” şeklindeki sözlerine aldanabilirler. Bu şekilde sözlerle kandırılanlar mutlaka başka istikametlere sevk edilecektir.
Kur’an’ı okuduğumuz ve anladığımız müddetçe Kur’an’ın davasının Tevhid davası olduğunu göreceğiz. Allah Azze ve Celle bütün peygamberleri bu amaçla göndermesine rağmen, insanların çoğu yaratıcı bir Allah’ı kabul ettikleri halde otorite sahibi bir Allah’ı kabul etmek istemediler. Allah’ın varlığını, birtakım sıfatlarını kabul ettiler ancak Allah Azze ve Celle’nin kanun koyucu sıfatını kabul etmek istemediler. İşte bu sebeple sürekli olarak peygamberler gönderildi. Allah her seferinde peygamberleri vasıtasıyla insanları düzeltse de onlar her seferinde Tevhid inancından uzaklaştılar ve Allah’a ortak koşmaya başladılar. O yüzden Kur’an-ı Kerim bize, insanların büyük bir çoğunluğunun Allah’ı kabul etse de O’na ortak koştuklarını haber vermiştir.
Allah Azze ve Celle, toplumlara Tevhidi öğretmek için peygamberler gönderdiği hâlde her seferinde Tevhidden uzaklaşıldı. Eski Roma ve Eski Yunan’da da Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm, Budizm gibi diğer dinlerde insanlar Tevhidden uzaklaştılar ve Allah’a ortaklar koşmaya başladılar. İnsanların bir kısmı gökteki yıldızlara taparak, onların Allah’ın yardımcıları olduğuna inanıyor ve yıldızları tanrılaştırıyordu. Bunların arasından bir grup ise onları sadece Allah’a yaklaşmak için aracı olarak görüyordu.
Allah’a şirk koşanların her biri farklı inançlara sahipti. Şöyle ki Hz. İbrahim dönemindeki müşrikler gökteki yıldızları ve putları ilahlaştırırken, kimileri Hz. İsa’yı kimileri ise Uzeyr Aleyhisselam’ı ilahlaştırdı.
Tarih boyunca insanlar Allah’a ortak koşma hususunda ısrarcı oldular. Hâlbuki insan şerefli bir varlık olarak yaratılmış ve kendisine melekler secde ettirilmişti. Böyle bir varlık neden Allah’tan başka birtakım varlıkları ilahlaştırmak ister? Allah Azze ve Celle her seferinde şirki reddederek, “Siz şerefli varlıklarsınız, kullara kulluk yapmayın” diye müdahale ettiği hâlde insanlar yine de Allah’a ortak koştular. Mesela Yahudiler, Uzeyr’in Allah’ın oğlu olduğunu söylediler. Allah’ın insana benzediğini, insan kılığında yeryüzüne inerek Yakup Aleyhisselam ile güreş yaptığını hatta Yakup Aleyhisselam’ın Allah’ı yendiğini söyleyecek kadar ileriye gittiler. Hz. Yakup’un, Allah’ın böğrünü incittiğini ve Allah’ı mağlup ettiğini iddia ettiler. Güya onlara kitap verilmişti, insanlar şirke düştüğü zaman onları bundan kurtaracak, insanlara Tevhidi öğreteceklerdi. Oysa kendileri de şirke düştüler. Yine Yahudilere göre, Hz. Adem cennette yasak meyveden yediği zaman üzeri açıldı ve cennetin ağaçları arasına saklandı. İşte o zaman Allah: “Ey Adem neredesin ortaya çık” dedi. Adem’i aradı ve bulamadı. İşte bu şekilde yanlış bir Allah anlayışıyla, Hz. Adem’i arayan ama bulamayan bir Allah’a iman ettiler. Allah’a layık olduğu sıfatları vermek yerine layık olmadığı sıfatları verdiler ve bu şekilde inandılar. Bu inanışların hepsi Allah’a ortak koşmaktır. Böyle bir iman elbette ki Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir.
Tarih boyunca insanlar yaratıcı olarak sadece Allah’a inandılar, hiçbir zaman iki tane yaratıcıya inanmadılar. Ancak Allah’a daima ortak koştular. Yahudilere Peygamber olarak gönderilen Hz. İsa’yı kendi ümmeti tanrılaştırdı ve onu tanrı olarak gördüler. Kur’an Hz. İsa hakkında, “Allah’tan bir kelime” ifadesini kullanmaktadır. Onlar bu ‘kelime’ ifadesini yanlış anladılar, kelâm ile karıştırdılar. Kelime ile kelâmı aynı şey zannettiler hâlbuki “Allah’tan bir kelime” olması başka bir şey “Allah’ın kelâmı” olması başka bir şeydir. Kelâm, Allah’ın sıfatıdır ama kelime Kelâm sıfatının bir sonucudur. Hz. İsa’nın Allah’tan bir kelime olması onun kul olmasına engel değildir. Evet, Hz. İsa Allah’tan bir kelime idi. Allah Azze ve Celle Kur’an-ı Kerim’de, “Hani melekler, dediler ki: Meryem, doğrusu Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir”1 buyurmaktadır. Bunu yanlış anlamak istediler ve Hz. İsa’nın kelâm olduğunu iddia ettiler. Ve dolayısıyla kelâm da Allah’ın bir sıfatı olduğuna göre, “İsa da Allah ile aynıdır, O da Allah gibi ezelidir, ebedidir, tanrının oğludur, tanrıdır, başlangıcı yoktur” dediler. Hâlbuki Hz. İsa’nın başlangıcı vardı ve bir kadından dünyaya gelmişti. O da bizim gibi yemek yiyordu. Allah Azze ve Celle, Hristiyanların bu şirk akidesini reddedip, Tevhidi yerleştirirken der ki, “ikisi de yemek yerlerdi.”2 Hz. İsa da annesi Meryem de yemek yerlerdi. Yemek yiyenler tuvalete gitme ihtiyacı da hissederler. Yemek yemek, acziyetin delilidir. Siz tanrınıza acizliği mi yakıştırıyorsunuz? Yemek yiyen nasıl olur da tanrı olabilir?
Efendimize en yakın peygamber olan Hz. İsa Aleyhisselam’ın kavmi de yoldan çıktığı ve Tevhidin manası kaybolduğu için Allah Azze ve Celle yeryüzüne yeniden müdahalede bulundu. Hz. Peygamberi göndermekle Tevhidin mahiyetini yeniden anlatmak istedi. Çünkü insanlar Tevhidi unutmuş ve Hz. İsa’nın Allah’ın kelimesi olmasını Allah olmasıyla karıştırmışlardı. Hâlbuki Matta İncili’nde, “Rabbiniz olan Allah’a kulluk edeceksiniz Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz” yazılmıştı. Kendi İncillerinde bu ifadeyi görmüş oldukları halde üç tanrıya iman ettiler. Bir taraftan tek tanrıya inanıyoruz derken diğer taraftan; baba yani Allah, oğul yani İsa, Ruhu’l-Kudüs yani Kutsal Ruh üçlüsünü tek tanrı olarak gördüler. Fakat bunu kendileri de açıklayamadılar. Onlara, “Siz hem tek tanrıya inanıyor Tevhid diyorsunuz hem de üç tanrının var olduğunu söylüyorsunuz. Bunu açıklar mısınız?” diye sorulduğunda, “Bunu bizim küçük akıllarımız anlayamaz ancak Allah bilir” diyerek işin içinden çıkmaya çalışırlar. Aslında ne dediklerinin farkında bile değiller. Allah, bizi anlayamayacağımız bir inanç ile hesaba çeker mi? Bizden anlayamadığımız bir şeye iman etmemizi ister mi?
BARNABAS İNCİLİ
Kilisenin meşru görmediği ve kabul etmediği Barnabas İncili’nde anlatıldığına göre, Hz. İsa’ya bir kısım insanlar tanrı derken, bir kısmı tanrının oğlu, bir kısmı da peygamber dediler. Bu üç grup birbirleriyle savaşacak hale geldiler ve son çare olarak, gidelim bu durumu kendisine soralım dediler. Hz. İsa’ya gelerek, “Ey muallim! Sen ölüleri diriltiyorsun, körlerin gözünü açıyorsun, insanların paralarını, değerli eşyalarını evde nereye sakladıklarını biliyor ve haber veriyorsun. Sen alacalıları ve sedef hastalarını iyileştiriyorsun. Dokunuyorsun ve hastalar şifa buluyor. Sen nesin? Tanrı mısın, tanrının oğlu musun yoksa peygamber misin?” diye sordular. İsa Aleyhisselam, “Hz. İbrahim’i ateşe attılar ateş onu yakmadı, tanrı mıydı? Hz. Musa denizle Firavun arasında kaldı, deniz yarıldı Musa ve iman edenler geçti. Firavun ve beraberindekiler boğuldu. Musa tanrı mıydı? Filan peygambere şöyle mucize verildi, falan peygambere şöyle mucize verildi onlar tanrı mıydı ki benim tanrı olduğumu düşünmeye başladınız? Ben de peygamberlerden bir peygamberim, beni Allah’a ortak koşmayın” dedi.
Allah Azze ve Celle kıyamet gününde Hz. İsa’ya; “Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?” diye sorduğunda Hz. İsa şöyle cevap verir: “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka Sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin ama ben Sen’de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen’sin Sen.”3 Allah Azze ve Celle her şeyi bildiği halde Hz. İsa’yı tanrı olarak görenleri mahcup etmek, yollarının yanlışlığını Hz. İsa’nın diliyle de haber vermek için Hz. İsa’ya bunu soracaktır.
Allah Azze ve Celle kıyamet gününde bütün peygamberlerini Tevhid akidesini yerleştirmek üzere gönderdiği halde zaman içerisinde insanlar Tevhidi terk ettiler ve krallarına uydular. Krallar âlimlerin Tevhidi anlatmasını istemezler çünkü Tevhid yeryüzünde Allah’ın dediğinin olması demektir. Onlar ise kendi dediklerinin olmasını isterler. Bu yüzden din adamlarına Tevhidi yani dini değiştirmelerini emrederler. O satılmış din adamları da Tevhidi değiştirirler; Tevhidin sadece rububiyet kısmını anlatırlar. Herkesin kabul ettiği ve bildiği şeyleri anlatır, ulûhiyette Tevhidi anlatmazlar.
TEVHİDİN KISIMLARI
Tevhid; “Ulûhiyette Tevhid” ve “Rububiyette Tevhid” olmak üzere iki kısımdır:
Rububiyette Tevhid: Kâinatı yaratanın, idare edenin, bütün varlıklara hükmedenin Allah olduğunu kabul etmektir. Tarih boyunca bütün insanlar bunu kolaylıkla kabul ettiler. İnsanların iman problemi hiçbir zaman rububiyeti inkârda olmamıştır. Toplumlar Allah’ın rububiyetini, kâinatı yaratanın ve tek yaratıcının O olduğunu, kâinatı idare edenin Allah olduğunu hiçbir zaman inkâr etmediler. İnsanlar her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeye kudreti yeten bir Rab anlayışına her zaman sahiptiler. Kısacası Allah’ın rububiyetini kabul ediyorlar ancak ulûhiyetini kabul etmiyorlardı. Bazıları Allah’ı Rab olarak gördüler ama Allah’ın Rab olarak da ortağı olduğuna inandılar. Kur’an-ı Kerim’de Hristiyanların bu durumuyla ilgili olarak, “O Hristiyanlar, rahiplerini, bilginlerini, Meryem oğlu İsa’yı Allah’tan başka Rab edindiler ve tanrılaştırdılar. Hâlbuki onlar da tek olan ilaha ibadetle emrolunmuşlardı”4 buyrulmaktadır. Tarih boyunca Allah’ın rububiyeti konusunda şirk koşanlar varsa da az olmuştur. Fakat ulûhiyetinde şirk koşanlar her zaman olmuştur.
Ulûhiyette Tevhid: Allah’ın otorite sahibi olması, insanlara kanun koyması ve onların hayatına hükmetmesidir. Bu meselede her zaman itirazlar oldu ve insanlar bunu kabul etmek istemediler. O yüzden Hz. İsa Matta İncili’nde der ki; “Allah’ım saltanatın gelsin. Göklerde Senin iraden gerçekleştiği gibi yeryüzünde de Senin iraden gerçekleşsin.”5 Hz. İsa bu sözüyle, “Göklerde Senin iraden gerçekleşiyor; yıldızlara, hayvanlara, canlı-cansız her şeye Sen hükmediyorsun, Senin dediğin gibi yaşıyorlar. Aynen öyle yeryüzündeki insanlar da Senin dediğin gibi yaşasın. Sadece rububiyette tek değilsin, ulûhiyette de teksin. Sadece Rab olarak tek değilsin, ilah olarak da teksin” demek istiyordu. La ilahe illallah’ın anlamı da zaten bu değil midir? Allah’tan başka ilah yoktur denilmektedir. İnsanlar genel olarak otoriteyi Allah’a vermek istemediler. Allah’ı kâinatın Rabbi olarak kabul ettiler ama kendilerinin Rabbi olarak kabul etmek istemediler.
TEVBE SURESİ- 31. AYETİN TEFSİRİ
“O Hristiyanlar, rahiplerini, bilginlerini, Meryem oğlu İsa’yı Allah’tan başka Rab edindiler ve tanrılaştırdılar. Hâlbuki onlar da tek olan ilaha ibadetle emrolunmuşlardı.”
Allah Azze ve Celle Tevbe Suresi’nin 31. ayetinde, ehli kitaptan olan Yahudi ve Hristiyanların, rahiplerini, âlimlerini ve Meryem oğlu İsa’yı Allah’tan başka Rabler edindiklerinden bahseder. Adiyy bin Hatem adında bir Hristiyan, Peygamberimiz bu ayeti okurken O’na itirazda bulunarak, “Biz, rahiplerimize ve âlimlerimize secde etmedik, rükû etmedik, biz onları Rableştirmedik” dedi. Aslında rahiplerini, âlimlerini, devleti idare edenleri Rableştiriyorlardı ama bunun farkında bile değillerdi. Onlar Rableştirmeyi sadece ona rükû ve secde etmek olarak anlıyorlardı. Rükû ve secde etmedikleri için kendilerini şirk içinde görmüyorlardı. Hz. Peygamber’in; “O rahipleriniz, âlimleriniz, devletinizi idare edenler Allah’ın helallerini haram, haramlarını da helal yapmadılar mı? Allah’ın hükümlerini değiştirmediler mi? Siz de bunlara itaat etmediniz mi?” şeklindeki açıklamasına Adiyy bin Hatem itiraz etmeden “Evet” demek zorunda kaldı. Demek ki bunu bilerek yapıyorlardı. Allah’ın hükmünün o olmadığını ve rahip ve âlimlerin Allah’ın hükümlerini değiştirdiklerini biliyorlar ama buna rağmen onlara itiraz etmiyorlardı. İşte bu yüzden Adiyy bin Hatem, “Onlar Allah’ın helallerini haram yaptılar, haramları helal ettiler; Allah’ın serbest ettiklerini yasak, yasak ettiklerini de serbest ettiler ve biz de onlara itaat ettik” diyerek ayetin temas ettiği konuyu kabul ediyordu. Efendimiz, “İşte bu itaatiniz onlara ibadetin ta kendisidir ve bu Tevhide aykırıdır. Onlar size; içki, kumar, faiz, zina, çıplaklık gibi Allah’ın yasakladıklarını serbest ettiler ve siz de bunlara sessiz kaldınız. Allah bunları yasakladığı halde siz bunları toplumumuzda istemiyoruz demediniz, itiraz etmediniz. İşte bunu kabul etmeniz, onlara ibadet etmenizdir. Onların koyduğu esasları kabul ederseniz onları Rabbiniz, kendinizi de onların kulları olarak kabul ediyorsunuz demektir. Bu, onları Rableştirmek kendinizi de onlara kul yapmak demektir ve yapmış olduğunuz itaat ise onlara ibadet hükmündedir” buyurdu.
Hiç kimsenin bu tefsire karşı çıkma yetkisi olamaz çünkü bu ayeti bizzat Rasulullah tefsir etmiştir. Hz. Peygamberin tefsirinde bir hata olsaydı Allah mutlaka ikaz ederdi. Mademki Efendimizin bu ayeti yanlış tefsir ettiğine dair bir ikaz gelmedi, demek ki Allah bu tefsiri kabul etti. Allah’ın kabul ettiği tefsir herkesi bağlayıcıdır. Hz. Peygamber bu tefsiriyle, rükû ve secde yapmadan da bir insanı, bir kurumu veya kuruluşu Rableştirmenin mümkün olduğunu ifade etmiştir. Demek ki Hristiyanlar kendilerini şirk içinde görmeseler bile Allah Azze ve Celle, onlara bu davranışlarının şirk olduğunu bildirmiştir.
GÜNÜMÜZÜN PAVLOSLARI
Hz. Nuh Aleyhisselam’a ve bütün peygamberlere Tevhid davası verildiği gibi Hz. İsa’ya da Tevhid davası verilmişti. İsa Aleyhisselam’dan sonra Pavlos diye biri ortaya çıkarak gerçek Tevhid inancını bozdu.
“Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere.”6 Pavlos Hz. İsa’ya verilmiş olan şeriata uyulmanın mecbur olmadığını iddia etti. Hristiyanlığın sadece ahlak öğretisinden ibaret olduğunu söyledi ve Hristiyanlığı ahlak kaideleri haline getirdi. Böylece haftada bir defa pazar günü kiliseye gitmeyi şart koşan sonra da Allah’a ortak koşulan, sadece şirk inancı ve ahlak esaslarından ibaret olan bir din meydana getirdi. Tevrat’ın şeriatına bağlı kalmak zorunda olmadıklarını söyledi. “Onlar o zaman içindi bu zaman için değil” diyerek dini ve Tevhid akidesini değiştirdi. Böylece daha fazla insanın Hristiyan olabileceğini iddia etti; helalleri ve haramları kaldırırsak yani dinin şeriat kısmının hükümlerini iptal edersek din kolaylaşmış olur dedi. Yani sadece kilisede olan, kilisenin dışına, hayata karışmayan laik bir din anlayışıyla, “Dini kolaylaştıralım, dini laikleştirelim” diyerek dini kralların istediği bir hale getirdi.
Çünkü krallar Pavlos’tan dini değiştirmesini istediler. Pavlos, bir din âlimi sıfatıyla dini değiştirdi, laikleştirdi, hayata karışmayan bir din haline getirdi. Böylece din ile devleti barıştırdı. Devletin dine uyması gerekirken dini devlete uydurdu, devlet adamları nasıl bir din istiyorsa onların istediği gibi bir din meydana getirdi. Dini seküler ve laik hale getirerek Tevhid inancını bozdu. Hâlbuki Tevhid sadece rububiyette değil ulûhiyette de şarttır. Yani Allah Azze ve Celle sadece gökleri, tabiatı idare eden değil insanı da idare eden, kanunlar gönderen bir Allah’tır.
Bugün bizim ülkemizde de Pavlos gibi Tevhidi bozan, içini boşaltan hocalarımız var. Belli ki onlara da böyle bir görev verildi. Onlara bu görevi verenler, “Dinin hükümlerini, kanunlarını kaldırın” dediler. Fakat dinin hükümlerini, Kur’an’ı ortadan kaldıramayınca bu defa yorumlar yaparak, “Dinin hükümleri sadece o zaman için gönderilmiş olan birer misaldir, onlara aynen uymak gerekmez. Bunlar zamana, çağlara göre değişir” dediler. O sahte ilahiyatçıları bu şekilde konuşturdular. Onlara Allah’ın kitabındaki hükümlerin değişebileceğini söylettirdiler. Onlar da devletlerin laik nizamıyla dini barıştırabilmek için dini bu şekilde değiştirdiler. Devleti dine uyduracaklarına dini devletin nizamına uydurdular. Bunlar da bizim Pavloslarımız… Her peygamberin ümmetinden Pavloslar çıkar. Her ülkenin, her şehrin Pavlosu olur. Pavlosların dini bozma tehlikesinden kendisini kurtarabilenler ancak Tevhidi delilleriyle anlamış olanlardır.
HÜKÜM ANCAK ALLAH’INDIR!
Allah Azze ve Celle, hükmün kendisine ait olduğunu Kur’an’da onlarca defa ifade eder. Kur’an bununla ilgili olarak, “Hüküm ancak Allah’ındır”7, “Allah kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz”8 buyurmaktadır. Hükmü Allah koymaktadır ve Kelime-i Tevhid’in manası da budur. Tevhid dediğimiz zaman rububiyette Tevhidden ziyade ulûhiyette Tevhidi kastederiz. Çünkü rububiyette Tevhid, Allah’ın yaratıcı ve kâinatı idare ediyor olması, bütün varlıklar üzerinde hâkim olmasıdır ki bu konuda sorun yoktur. Dolayısıyla bunun üzerinde durmaya da gerek yoktur. Mesela bugünkü toplumlara Allah’ın rububiyetini anlatmanın bir gereği var mıdır? Bugünün insanları zaten Allah’ı yaratıcı ve kâinatı idare eden olarak görmüyor mu? Bu zamanda Allah’ı inkâr eden kaç kişi var? Kur’an ateizm ve rububiyette Tevhid üzerinde çok durmaz çünkü insanlar bunu her zaman kabul etmişlerdir.
Tarih boyunca ulûhiyette Tevhid anlaşılmadı. Allah’ın kâinatı idare ettiğini kabul ettiler ama insanlara kanunlar koyduğunu kabul etmediler. Allah’ın varlığını kabul ettiler, çocuklarına Abdullah ismini verdiler, Kâbe’ye Beytullah dediler. Hatta mallarının bir kısmını Allah için ayırıp, O’nun adına zekât olarak verdiler. Kâbe’yi tavaf ettiler, Kâbe’de hac yaptılar. Bütün bunlara rağmen Kâbe’nin sahibine hakkıyla kulluk yapmadılar, peygamberi kabul etmediler.
Konuya devam etmek dileğiyle. Allah’a emanet olun. *
*Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin “Kelime-i Tevhid’in Mahiyeti” konulu 2016 yılında Diyarbakır’da gerçekleştirdiği konferansından hazırlanmıştır.
tvfurkan.net/2016-diyarbakir-kelime-i-tevhidin-mahiyeti-konferans-bolumu_b3ba609e4.html
1. Âl-i İmrân, 45
2. Mâide, 75
3. Mâide, 116
4. Tevbe, 31
5. Matta 6, 10
6. Bakara, 79
7. Yusuf, 40
8. Kehf, 26