Geçen ayki yazımızda davet yolunda en önemli ve en büyük azığımızın iman ve takva olduğuna değinmiştik. Hiç şüphesiz ki davet yolunda her şeyden önce, her adımda Rabbimize muhtacız. Çünkü biz ancak O’nun yardım ve desteği ile yolumuzu bulabilir ve imtihanlar karşısında sabrı kuşanabiliriz. Rabbimizle olan irtibat, öncelikle Kelamullah’ı okumak ve yaşamakla, ikinci olarak Muhterem Hocamız’ın ifadesi ile kâinat kıtabını okumakla mümkündür. Yani Allah Azze ve Celle’nin yarattığı mahlûkâtı tefekkür etmek.
Kalplerimizin arınması ve kulluğumuzun en güzel hale dönüşmesi için Allah’ı hakkıyla tanımaya muhtacız. Ta ki bu değişimimiz beraberinde ümmetin tümünün değişmesini getirsin. Allah Azze ve Celle’yi tanıma konusunda azığımızın önemli bir bölümünü Allah’ın yarattıkları, ayetleri ve kâinat üzerinde tefekkür etme, O’nun isim ve sıfatlarının anlamlarını öğrenip üzerinde düşünme oluşturur. Kur’an-ı Kerim bir çok ayette bizi düşünmeye sevkeder. Tefekkür etmek; evrendeki her şeye Allah’ın üstün yaratma sanatının birer delili olarak bakmaktır. Pencereye bakanla o pencereden her şeye bakan bir olmaz. Sadece pencerenin kendisine bakan ondaki bir takım özellikleri görür, oysa pencere ile kâinata bakan, yaratılan muhteşem sanatı, sanatın ardındaki büyük sanatkârı görür. Ve gördükleri ile hayrete düşer, Rabbinin sonsuz yaratıcılığını, kusursuzluğunu, her şeyin Mâliki olduğunu, her şeyin üzerinde söz söyleyen ve her şeyde sadece O’nun mührünün olduğunu fark eder. İşte tam da bu esnada kul, kulluğunu ve Yüce Yaratıcı’nın karşısında ne kadar aciz ve çaresiz olduğunu, yarattıklarını son derece mükemmel yaratan Zât’ın elbette yarattıkları üzerinde tasarruf sahibi olması gerektiğini anlar. Ve bu anlayış onu öyle bir seviyeye getirir ki; düne kadar baktığı ama görmediği nice hakikatleri birer birer görmeye, anlamaya, anladıkça değişmeye başlar. Ve daha iyi anlar yaratmanın ve hükmetmenin sadece ve sadece Allah Azze ve Celle’ye ait olduğunu…
Tefekkür, Arapça’da ‘f-k-r’ mastarından türeyen bir kelime olup; “derin düşünme, işin şuuruna varma, zihni yorma” manalarına gelir. Zıddı ise, ‘fikirsizlik ve düşüncesizlik’ demektir. Mısırlı âlim Ragıb el-İsfehanî’ye göre; bilinenden ilme varma kuvvetine fikir, bu kuvvetin faaliyetine de tefekkür denilmektedir.
Tasavvufta iki türlü tefekkürden söz edilmektedir:
- İman ve tasdikten doğan istidlal sahiplerinin tefekkürü,
- Hakk’ı Hakk vasıtasıyla gören ashab-ı şuhûda mahsus tefekkür. Seyr-i sülûk ehlinin makam ve menzilleri arasında önemli bir yere sahip olan tefekkürü mutasavvıflar, kalbin amellerinden biri olarak, aklın kalp ile gözün can ile olan ilişkisi gibi olduğunu söylerler. Ebu İsmail Abdullah Muhammed Ensarî: “Bil ki tefekkür, istenileni idrak etmek için basirete dokunulmasıdır” der. Dolayısıyla tefekkür en değerli ibadet ve Allah Azze ve Celle’ye yaklaştırıcı bir vasıta olarak kabul edilir.
Kâinatı tefekkürle işe başlayan kişi, zamanla olayları da tefekkür etmeye başlar. Görmeye başlar olayların perde arkasını… Müslümanlar üzerinde oynanan sinsi oyunları ve bu tuzaklar karşısında ne gibi önlemler alınması gerektiğini Kur’an eczanesinden öğrenir. Bundan böyle o, düşünen bir insandır. Düşünür her şeyi… Ümmetin bugününü ve yarınını… Kur’an’ın haber verdiği olaylara asla tarihselci bir bakış açısıyla bakmaz, bakamaz. Çünkü Rabbimizin “Düşünmez Misiniz?” hitabına muhatap olduğunun bilincindedir.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.”1
Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim Allah’ın ayetleri ile ilgili akıllarını ve duygularını kullanamayanları da eleştiriyor: “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler.”2
Bediüzzaman düşünmemeyi şöyle kınamaktadır: “Bir padişahın kıymettâr bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zâhirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikîyi (asıl nimet vereni) unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.”3
Tefekkür dört türlüdür:
1- Allah-u Teâlâ’nın mahlûkların-daki güzellik ve faydaları düşünmek, O’na inanıp, O’nu sevmeye sebep olur.
2- O’nun vaat ettiği sevapları düşünmek, ibadet yapmaya sebep olur.
3- O’nun bildirdiği azapları düşünmek, O’ndan korkmaya, zulmetmemeye, günahtan kaçmaya sebep olur.
4- O’nun nimetlerine, ihsanlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allah’tan utanmaya sebep olur. Allah-u Teâlâ, yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever.
Düşünen insan;
- Allah’ın yaratış sırlarını, dünya hayatının gerçeğini, cennet ve cehennemin varlığını, olayların iç yüzünü kavrar.
- Allah’ın razı olduğu bir kul olmanın önemini daha iyi anlar, dini gereği gibi yaşar.
- Baktığı her şeyde Allah’ın sıfatlarını görür, insanların büyük çoğunluğu gibi değil, Allah’ın emrettiği şekilde düşünmeye başlar. Dolayısı ile Allah’ın dostlarını dost, O’nun düşmanlarını düşman bilir.
- Her an Allah’ı yanında hisseder. Bu nedenle tefekkür eden bir kişinin Allah’a olan bağlılığının derecesi, Allah korkusu, sorumluluk hissi ve şevki gün geçtikçe artar.
Bunlar, düşünen bir insanın dünyada kazanacağı güzelliklerden sadece bir kaçıdır. Dünya hayatında düşünerek gerçekleri görmekten kaçınan insanların ise düşünecekleri, hem de “derin ve iyiden iyiye” düşünecekleri ve gerçekleri tüm açıklığı ile görecekleri bir gün mutlaka gelecektir. Ancak o günkü düşünmeleri onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır.
*Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi tefekkürü bu şekilde isimlendirmiştir.
1- Âl-i İmran, 190-191
2- Yusuf, 105
3- Sözler, s. 13