“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan (zulûmat) nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.” Bu ayetin ışığında yazımızda zulmet ve nur kavramlarının üzerinde durarak ‘insanı nurdan karanlıklara götürenler nelerdir veya kimlerdir?’ sorularına cevaplar aradık…
Güzel bir söz vardır: “Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı (gündüz) vardır” denilmiştir. Şartların değişkenliğinin, zorlukların kolaylaşacağının, zulümlerin bir gün son bulacağının müjdecisidir bu söz… En ümitsiz, en umulmadık anda bu cümle zihnimizde belirdiğinde hüznümüz tebessüme, karamsarlığımız iyimserliğe, korkularımız cesarete dönüşür. Bu söz, Üstad Bediüzzaman Rahimehullah’ın Tiflis’te bir Rus polisine söylediği veciz sözdür. Üstad Hazretleri Şeyh San’an tepesinde etrafı incelerken yanına gelen Rus’un “Böyle pür dikkat nereye bakıyorsun?” sorusuna, “Medresemin planını yapıyorum” demişti. Rus polisinin, İslam Alemi’nin parçalanmışlığını hatırlatması ve medrese planının bir hayal olduğunu söylemesi üzerine Üstad Hazretleri işte bu sözü söylemişti: “Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı var.” Büyük insanların hedefi büyük olur ve onlar ileriye dönük düşünürken daima ümitvar olurlar. Bu durum, beslendikleri kaynağa (Kur’an ve Sünnet’e) bağlılıklarından, feraset ve basiretlerinden ileri gelmektedir. Üstad’a o zor günlerde (1911) bu sözü söyleten iman, tevekkül ve geleceğin İslam’ın olacağına, Allah’ın izniyle nurun karanlığa galip geleceğine olan mutlak inancıdır.
Allah Celle Celaluhu, ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber Hz. Adem Aleyhisselam’ı vahyin ışığında göndermiş ancak daha sonra insanlar vahyin kılavuzluğunu bırakınca yeryüzünü karanlık (zulmet) kaplamıştı. Ardından Allah Azze ve Celle tekrar peygamberle insana uyması gereken, kendisini aydınlığa (nûr) çıkaracak öğretiler gönderdi. İnsanlar bir müddet vahyin kılavuzluğunda yol aldılar, ardından tekrar karanlığa gark oldular. Bu durum asırlarca bu şekilde sürüp gitti. Her seferinde Allah Celle Celaluhu vahiyle yeryüzüne müdahale ediyor, karanlıkları nura çeviriyor ancak insanlar nefis ve şeytanın etkisiyle tekrar karanlıklara gömülüyorlar. Yeryüzündeki bu değişken durum (zulmetin ve karanlığın art arda gelmesi) dünya genelinde olduğu gibi, bazen bir toplumda bazen bir hareketin seyrinde hatta insanın kendi hayatında da olabilmektedir. Bizi karanlıklardan kurtaracak düstur (Kur’an) bugün elimizdedir ve kıyamete kadar kaybolmayacaktır. Ona sarılırsak nurlu, aydınlık yolda olup hedefe varacağız, onu kaybettiğimizde veya hükümlerini hayata hâkim kılmadığımızda dünyada da ahirette de karanlıklar içinde kalıp hüsrana uğrayacağız.
“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan (zulûmat) nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.”1 ‘Tağut’ kelimesi tuğyan masdarından alınmış bir kelime olup, haddini aşan, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah-u Teâlâ’nın kulları için çizdiği nizamı ve hukuku çiğneyen her şeyi ifade eder. Put ile ifade edilen tağut, bir şahıs olabileceği gibi, “Allah’ın nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah’a bağlanmayan her türlü fikir, düşünce, adet ve alışkanlık olabilir”2 bu ayette de görüldüğü gibi aslında iki şey vardır, “zulmet” ve “nur”. Kaynağını vahiyden almayan her kişi, kurum, sistem ve toplum karanlık içerisinde kalmaya ve böyle devam ederse âhirette de hüsranla karşılaşmaya mahkumdur. İman eden, vahyin kılavuzluğunda hayatına yön verenlere gelince, onların içinde bulunduğu durum aydınlıktır. Bu aydınlık, onlarda var olan imanın ve Allah’ın onlara olan lütfunun yansımasıdır.
Burada tağut kelimesi üzerinde durup, insanı nurdan karanlıklara sürükleyen bu kelimenin hangi manalara geldiğini anlamaya çalışalım. Kur’an’daki ‘tağut’ haddi aşan manası ile birlikte ‘insanları kendi tahakkümü altına alan’ demektir. ‘İnsanlara bir yol tayin eden, insanları kendi istediği şekilde idare etmeye kalkan’ demektir. Bu şekilde haddi aşan tağut, yani insanlara Allah’ın hükümlerine rağmen hüküm koymaya çalışan ve böylece onları ifsat eden her türlü sistem veya kişinin adıdır. Ayette “nur” kelimesi tekil gelmiş “karanlık” kelimesi ise zulumat (karanlıklar) şeklinde çoğul gelmiştir. Bunun sebebi şudur: İslam, Allah katındaki tek hak dindir ve onun dışındaki her yol batıldır, karanlıktır. Bu sebeple nur tekil, karanlık çoğul zikredilmiştir.
İnsanı Nurdan Karanlıklara Götürenler Nelerdir Veya Kimlerdir?
Batıl veya tahrif edilmiş dinler böyledir. Kendilerine peygamber ve kitap gelmiş toplumlar zaman içerisinde peygamberin öğretisini unutmuş, kitabı da istedikleri gibi özgür yaşamak için tahrif etmekten çekinmemişlerdir. Böylece ortaya yanlış bir din çıkmıştır. Tevhidden ilk sapma; toplumda sevilen, sayılan iyi kimselerin resimlerini yapmak, sonra da onlara saygı göstermek şeklinde başlamış, zamanla onların heykellerini yapmaya, onlara ta’zim göstermeye, onları putlaştırmaya kadar varmıştır. İlk sapan topluluk olarak Nuh Aleyhisselam’ın kavmi zikredilir. Onlar geçmişte yaşamış olan bazı zatları (Vedd, Suvâ, Yeğus, Yeûk, Nesr) daha sonra ilahlaştırmış, kendilerini Allah’a yaklaştıran birer aracıya dönüştürmüşlerdi. Hz. İbrahim Aleyhisselam’a kadar insan toplulukları bu şekilde putperest toplumlar meydana getirdikçe Allah Celle Celaluhu onları uyaran peygamberler göndermeye devam etmiştir. Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın soyundan gelen İsrailoğulları tarih boyunca peygamberlerin gönderildiği bir millet olmuş fakat onlar çoğu zaman peygamberlerini öldürmüşler, kitaplarını da tahrif etmişlerdi.
Yahudi ve Hristiyanlarda olduğu gibi kitabı tahrif etme ve onu nefislerine uydurma şeklinde de bir sapma olmuş, böylece başlangıçta Tevhidi sonrasında şirk içeren, insanları kutuplaştıran ve fıtratı bozan dinlere dönüşmüştür. Bu dinler; (Hristiyanlık, Yahudilik ve putperestlik) asırlarca insanlığı hak yoldan (nur) karanlık mecralara sürüklemişler, kendilerine tabi olan insanları cehennem çukuruna yuvarlamışlardır. Onların tahribatları günümüze kadar gelmiştir. Hâlâ dünyanın nüfusunun büyük bir kısmı Hristiyan’dır. Aslında son istatistiklere göre bunların birçoğu da hızla dinsizliğe doğru kaymaktadır. Diğer yandan hâlâ Yahudiler dünya sahnesinde fitne/fesat çıkaran, savaşlara sebep olan yapısıyla boy göstermekte, dünyanın başına bela olmaya devam etmektedir. Her iki batıl din de insanlığı karanlığa sürüklemektedir.
Diğer yandan Batı Medeniyeti’nin insanlığa armağanı(!) bugünkü beşerî sistemler de böyledir. Kapitalizm, Komünizm/Sosyalizm, Faşizm, Demokrasi ve diğerleri… Her biri insanlığa yeni bir ümit olarak ortaya çıkmış ancak çok geçmeden insanlığı felakete sürükleyen, huzur ve mutluluk getirmeyen sistemler olduğu tecrübeyle görülmüştür. Ancak insanlık vahyin kılavuzluğu, nurun aydınlık yolu dururken çoğu birbirine reaksiyon olarak ortaya çıkmış, fıtratla savaşan, insanlığa kan, zulüm ve gözyaşı getiren beşerî ideolojilere sarılmaktan geri durmamıştır. Böylece her seferinde yeniden kaybetmiştir. Her bir beşerî ideolojinin çökmesiyle ona alternatif yeni bir beşerî ideoloji arayışına giren insanlık kısır bir döngüde bocalamaktadır.
Oysa Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in getirdiği İslam Medeniyeti yeryüzüne bir güneş gibi doğmuş, insanları cahiliyenin koyu karanlığından nura çıkarmıştı. Yaklaşık 1200 sene İslam’ın hâkim olduğu dünyada, hak ve adalet hüküm sürmüş, bugünkü gibi büyük savaşlar, zulümler ve tahribatlar olmamıştır. Oysa insanın hidayet yolunu göstermeye kendini yetkili görmesi, vahyi dikkate almaması kendisine ve içinde yaşadığı dünyaya felaketten başka bir şey getirmemiştir. Yeryüzünde, karada ve denizde fesat çıkması insan eliyle, insanın meydana getirdiği beşerî sistemlerle olmuş, ekonomi ve nesil böylece helake sürüklenmiştir. Bir yazarımızın deyimiyle “insanlık, kendi eserine mahkûm olmanın sefaletini yaşıyor.”3
Bir diğer yönden bakacak olursak adaletle hükmetmeyen yöneticiler ve liderler de toplumlarını karanlığa sürüklerler. Bir yerde hak, adalet ve eşitlik gibi asgari düzeyde insani özellikler yoksa orada zulüm, haksızlık ve sınıflaşma/kutuplaşma vardır. Arapların bir atasözü var: “Küfür devam etse de zulüm devam etmez”. Bu sözün manası zulümle sürdürülen bir yönetimin hemen bitirileceği, zulmüne izin verilmeyeceği demek değil, küfür de olsa bir sistem adaletle uzun müddet devam edebilir fakat zulümle baki kalamaz gerçeğidir. Yoksa nice zalimler uzun müddet mazlumlara zulmetmişler, uzun yıllar bu zulmü sürdürmüşlerdir. Ancak eninde sonunda saltanatları son bulmuş, dünyada dahi kötü bir akıbete uğramışlar, ahirette ise daha büyük azap onları beklemektedir. Toplumlar bu durumda suçsuz mudur? Elbette değil. Çünkü onlar da bu zulme sessiz kalarak, o yöneticilerin yanlışlarını tasdik etmişlerdir. Zaten zulmün uzun sürmesinin, karanlığın devam etmesinin ve Allah Azze ve Celle’nin bu durumu değiştirmemesinin bir hikmeti de toplumun nimeti yani nuru hak edecek bir çaba sarf etmemesidir. Böylesi toplumlarda etrafını aydınlatan birer kandil olan Rabbani âlimler cezalandırılır, lidere yalakalık yapan cahiller, her fırsatta onu alkışlamayı marifet zannedenler el üstünde tutulur. Böylesine kendi değerlerini, nurlarını söndürmeye çalışan toplumlara Allah neden rahmet etsin, neden onları karanlıklardan nura çıkarsın?
Karanlığın ortaya çıkması ve devam etmesinin bir sebebi de İslam Toplumu’nun ahlaki zafiyetleri, kitaba ve peygambere tam bir teslimiyet göstermemeleridir. Üstad Muhammed Kutub (Allah rahmet eylesin) bir kitabında4 ümmetin bugünkü karanlık durumunu İsrailoğullarına verilen Tih çölünde 40 yıllık sürgün hayatı cezasına benzetmektedir. Onlar Musa’nın emrine karşı gelmişler, “Git, sen ve Rabbin savaşın, biz burada oturacağız”5 demişlerdi. Allah Azze ve Celle de onların bu itaatsizliğine karşılık onlara ceza vermişti: “…Onlar o yerde (Tih’te) şaşkın şaşkın dolaşacaklar…6 Buradaki karanlık geçici bir süreliğine bir ders, bir imtihandır. Musa Aleyhisselam’a tabi olduklarında onları zalim Fir’avunî sistemin karanlığından, denizden kurtaran Allah, peygambere itaat etmediklerinde Tih çölünde 40 yıl karanlığa mahkûm etmiştir.
Bugün de Müslümanlar Allah’ın kitabına ve Hz. Peygamber’in sünnetine gereken ihtimamı göstermediklerinden 1-2 asırdır Tih çölünde serseri mayın gibi dolaşmakta, emperyalist güçlerin oyuncağı olmaktadır. Bu karanlık girdaptan çıkış, sapasağlam kulp (urvetül vuska) olan vahye sımsıkı sarılmaktan, böylece Allah’ın yardımına mazhar olmaktan geçiyor. Hz. İbrahim’i ateşten koruyan, Hz. Musa’yı denizden geçiren, Hz. Muhammed’e en zor şartlarda yardım eden Allah Celle Celaluhu bu ümmete de bir çıkış yolu nasip edecektir. Karanlık ne kadar zulmünü arttırsa da cahiliyenin en koyu halini alsa da sonuçta İslam Güneşi doğduğunda her taraf aydınlanacak, nurdan beyazlık her yana sirayet edecektir. Çünkü hiçbir zaman güneşi söndürmek mümkün olmadığı gibi nur misali olan İslam’ı, İslami hareketi söndürmeye karanlık mihrakların gücü yetmeyecektir. O halde ümitsizliğe veya karanlıklardan çekinmeye mahal yoktur. Üstad Bediüzzaman Rahimehullah’ın dediği gibi: “İslamiyet güneş gibidir üflemekle sönmez. Gündüz gibidir göz yummakla gece olmaz. Gözünü yuman yalnız kendisine gece yapmış olur.”
İnsanlığı nurdan karanlıklara götüren sebepler arasında nefsi ve şeytanı ayrıca zikretmedim. Çünkü bunlar yukarıda sayılan diğer sebeplerle içi içedirler. Her bir sebepte nefsin ve şeytanın rolü tartışmasız vardır. Haddizatında tüm bu sebepler içerisinde en önemli pay da nefse düşmektedir.
Sonuç olarak başta söylediğimizi yenileyelim: Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı, her yokuşun bir düzlüğü vardır. Öncü neslin fertleri her şart ve zeminde yola sabır ve azimle devam etmeli, içinde bulunduğu şartların arızi (geçici) olduğunu bilmeli, karanlığı aydınlatmak için gerektiğinde mum gibi yanmayı göze almalıdırlar. Biliyoruz ki Mü’minlere felah, küfre azap olacak olan nurlu şafak, karanlığın en koyu olduğu anlardan sonra ortaya çıkar.
1. Bakara, 257.
2. Fizılâl-il Kur’an, S. Kutub, 2. cilt, s.48.
3. Çağdaş Kavramalar ve Düzenler, Ali Bulaç, s.170.
4. Tih’ten çıkış, M. Kutub, S.11.
5. Mâide, 24.
6. Mâide, 26.