Hamd, görevimizin tümden alınmasına sebep olacak günahlar ve hatalar işlediğimiz halde merhamet eden ve ümmeti yok olmaktan kurtaran, ümmeti cezalandıran ama öldürmeyen Allah’a; salât-u selam ümmetine mücadele etmenin ve yeniden ayağa kalkmanın yollarını öğreten Efendimiz’e; selam ise ümmetimizin yeniden ayağa kalkması için mücadele veren kardeşlerimin üzerine olsun.
Kıymetli kardeşlerim! Hatırlayacağınız gibi üç sene önce ümmetimizin çöküşünün sebepleri üzerinde durmuş ve birkaç maddesini anlatmıştım. Bu sayıda Hâkim olan Allah Azze ve Celle’nin ümmetimizin mağlup olmasına, dağılmasına ve çökmesine izin vermesinin hikmetleri üzerinde durmak istiyorum. Çünkü bir olayın veya kaderin hikmetini bilmek, insanın Allah’a olan sevgisinin devam etmesine, ümidini kaybetmemesine, olayları doğru değerlendirebilmesine ve çözüm yollarını bulabilmesine vesile olur.
Konuya girmeden evvel öncelikle sebep ile belirtinin ve sebep ile hikmetin farkının ortaya konması gerekir. Bunların farkını bir misal ile ortaya koyabiliriz. Mesela; bir kimsenin ateşinin yüksek olması, yüzünün kızarması bir hastalık olduğunun delili ve hastalığın belirtilerindendir. Sebep ise belirtiden daha gizlidir ve ancak tahlil ile anlaşılabilir. Tahlil sonucu hastalığın sebebinin bir virüs olduğu teşhis edilir. Bu hastalığın hikmetine gelince; bazen o, sebepten de daha gizli olabilir ve derin derin düşünmeden hatta bazen zaman geçmeden anlaşılmayabilir. Acı, öfke ve üzüntünün tesirinden kurtulup hastalığın hikmeti araştırıldığında belki de o hastalık sayesinde büyük bir beladan kurtulduğunu anlayacaktır. İşte bunun içindir ki Yunus Emre: “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” demiş ve Allah’ın kahrının bile bir yönden güzel ve hoş olduğunu, çünkü Müslüman’a gelen belaların mutlaka bir hikmetinin olduğunu ifade etmek istemiştir. Hastalık misaline benzer şekilde ümmetimizin de çökeceğinin belirtileri görülmüştü. Mesela bazı savaşları kaybetmeye başlamıştık ama gerekli araştırmalar yapılmadı, âlimlerimiz, aydınlarımız ve idarecilerimiz gerekli tahlilleri ve analizleri yapmadı, sebepler tespit edilmedi, dolayısıyla alınması gereken kararlar ve tedbirler alınamadı ve çöküş kaçınılmaz oldu. Çöküşe götüren sebepler tespit edildiğinde Allah’ın çöküşümüze ve dağılmamıza müsaade etmesinin hikmetleri de anlaşılacaktır. O sebepler incelendiğinde gerçekten her birinin öldürücü bir virüs olduğu görülecektir. Allah ümmetin dağılmasına müsaade ederek o virüslerin tüm ümmet bünyesini sarmasını engellemiş ve ümmetin bu mikropların farkına varmasını sağlamıştır. 1. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetimizin ve ümmetimizin dağılmasının askerî, siyasî, dinî ve ekonomik birçok sebepleri varsa da biz bu sayıda onlardan değil 1. Dünya Savaşı’nı kaybetmemize ve dağılmamıza müsaade edilmesinin hikmetlerinden bahsedeceğiz. Bizim açımızdan baktığımızda çöküşümüzün sebeplerinden, Allah Azze ve Celle açısından baktığımızda ise çökmemize müsaade etmesinin hikmetlerinden bahsetmemiz gerekmektedir. Yani çöküşümüzün sebepleri ve çökertilmemizin hikmetleri vardır diyebiliriz. Bu hikmetlerden bazıları şunlardır:
Birinci Hikmet: Hızla batılılaşmaya ve taklitçiliğe doğru giden milletin önüne ilahi irade 1. Cihan Savaşı ile bir set çekmiş, onları dünyada sefalete ve meşakkate sürüklemekle batının gerçek yüzünü göstermiş ve âhiretlerini kurtarmıştır.
Daha önce çöküşümüzün sebeplerini açıklarken belirttiğim gibi 1. Dünya Savaşı’nı plânlayan ve Osmanlı’yı parçalamayı hedefleyenler, bununla ümmeti bitirmeyi ve yok etmeyi plânlamış olsalar da Allah’ın da bir plânı vardı. Onlara bu plânı yürürlüğe koyma ve Osmanlı’ya saldırma imkânı veren Allah, bu saldırı ile cihan devletinin yıkılmasına ve ölmesine izin vermiş; ama ümmeti ölmekten kurtarmıştır. Batı dünyası, bu saldırıyı yapmasaydı ümmet ölecekti. Bu saldırı, ümmete büyük bir tokat olmuş, onu komaya düşürmüş ve çökertmiş olsa da ölmekten kurtarmıştır. Çünkü ümmetimiz batı teknolojisi karşısında şok olmuş, Batı’ya hayranlık duymaya ve taklitçiliğe başlamış, onların âdetlerini, kılık - kıyafetlerini, kültür ve sanatlarını, ahlâkî ve insanî değer ölçülerini, kanunlarını ve hatta siyasî nizam ve ideolojilerini yani inançlarını da almaya başlamıştı. Teknoloji ve maddî gelişmeyi medeniyet ile karıştırmaya başlamış, madden gelişmiş olsalar da Batı’nın şirk içinde ve ahlâken büyük bir çöküntü içinde olduklarını, insanî ve ahlâkî değerlerinin yanlışlığını, dünyayı uçuruma doğru götürdüklerini göremez hale gelmişti. Bunu göremedikleri gibi Batı’nın teknolojisinin aslında Müslümanların eseri olduğunu, bu teknolojinin temelleri olan matematik, fizik, kimya, tıp ve astronomi gibi ilimleri batılıların Müslümanlardan aldıklarını da unutmuşlardı. Bu durumda olan İslam Ümmeti hızla ölüme doğru gidiyordu ki ilahî kudret olaya müdahale etti ve bizi batılıların eli ile tokatladı. Başka türlü, teknoloji ve bilim ile medeniyetin farkını anlayamayacak, onların gerçek yüzlerini göremeyecek ve taklitçilikten kurtulup kendimize gelemeyecektik.
Batı bizi kendi halimize bıraksa ve saldırmasaydı belki Osmanlı yıkılmayacaktı; ama Osmanlı olmaktan da çıkacaktı. Yıkılmayacak ama ölecekti. Müslümanlar, kimliklerini kaybedecekti. Allah Azze ve Celle buna müsaade etmedi. Çünkü bu ümmet, o büyük Peygamber’in ümmetidir ve son ümmettir. Başka bir ümmet gelmeyecektir. Çünkü başka peygamber gelmeyecektir ve ümmetleri ancak Resuller meydana getirebilirler. Bu ümmetin yaptığı bunca ölümcül hatalara rağmen tamamen değiştirilmesine, içinin boşaltılmasına, yani ölmesine veya öldürülmesine izin verilmemişse bir sebebi de budur. Çünkü son ümmettir ve kıyamete kadar görevlidir. Öldürülmüş veya ölmüş olsaydı bugün yeniden dirilişimiz mümkün olmayacaktı.
Öldüremediler, çünkü Kur’an’ı yok edemediler. Bir müddet, Kur’an’ı terk etmemizi başardılarsa da onu tamamen kaldıramadılar ve dalları kurumuş ve kırılmış, gövdesi yaralanmış, ama kökleri sağlam bir ağaç gibi olan Kur’an yeniden filiz verdi.
İkinci Hikmet: Ümmeti yeniden diriltecek, İslam’ı sahabinin anladığı gibi anlamış olan yeni bir öncü nesle ihtiyaç vardı. Bu nesil ise donuklaşmış, ihtiyarlamış ve batıya hayranlık duymaya başlamış Osmanlı’dan çıkmıyordu. Daha gür saçın çıkması için saçın usturaya vurulması gibi Rahman-ı Rahim kendi ordusunu tıraş etti.
Kur’an-ı Kerim görevini yapmayan ümmetlerin parçalanacağını ve onların götürülüp yerine başka bir ümmetin getirileceğini beyan eder. Maide sûresinde: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse, (irtidat ederse) Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu’, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir”1 buyrulur. Âyet bir sünnetullahı belirtmektedir. Yani Allah Azze ve Celle’nin, bir toplumu götürüp yerine başka bir toplum getirmesinin kanununu açıklamaktadır.
Canlı cansız tüm varlıklara ve tüm kâinata kanunlar koyan Allah Azze ve Celle, toplumların çöküşü veya çökertilmesi, yükselmesi veya yükseltilmesi ile ilgili de birtakım kanunlar koymuş ve o kanunlara göre toplumlar hakkında hükmetmektedir. Kur’an bu gözle, toplumlarla ilgili sünnetullahı anlama ve bu kanunları keşfetme niyeti ile okunursa bu mübarek kitabın bu gibi âyetlerle dolu olduğu görülecektir. Geçmiş kavimlerin kıssaları bunun için, bu kanunları keşfedelim, ona göre yaşayalım ve gerekli önlemleri alalım, çökmekten kurtulalım diye bize anlatılır. Ama Kur’an’a sadece inanç, ibadet ve ahlâk kurallarını içeren bir kitap olarak bakanlar, önceki milletlerin kıssalarını ve sünnetullahı ortaya koyan âyetleri anlayamayacaklar ve o kıssaları hikâye okur gibi okuyacaklardır. Hâlbuki o âyetlerde kâinatın sahibi ve kanun koyucusu kendi sünnetini, âdetini bize anlatmak istemektedir. Bu yasaların olması Allah Azze ve Celle’yi tanımamızı sağladığı gibi, bir topluma ne zaman görev verip ne zaman alacağını, ne zaman helak edeceğini ve bunun hangi aşamalarla gerçekleşeceğini anlamamızı sağlar.
Âyette geçen irtidat yani dinden dönme, bir toplumun İslam’ı terk edip kâfir olması manasına gelebileceği gibi, dini hayattan uzaklaştırma veya dinî yaşantıdan dönme ya da İslam nizamını terk edip başka bir nizam kurma gibi manalara da gelir. Böyle bir şey yapıldığında Allah Azze ve Celle onlara verdiği şerefi ve görevi geri alır ve onları parçalar. Onların yerine bu şerefli vazifeyi yapabilecek bir toplum getirir ya da bir toplumu bu görevi yerine getirebilecek hale getirir ve görevi onlara teslim eder. Çünkü ümmet kılınanlar görevlendirilmiş bir toplumdurlar ve tüm dünyadan mesuldürler. Bilindiği üzere ‘ümmet’ kelimesi imam ile aynı köktendir ve ümmet olanlar yeryüzünün imamlarıdırlar, liderleridirler. Bütün günahlardan ve haksızlıklardan sorumludurlar ve bunları engellemek zorundadırlar. Farzları yerleştirmeye, haramları kaldırmaya ve adaleti tesis etmeye mecburdurlar.
Ümmet çöktükten sonra parçalanır. Bununla ilgili olarak Allah Azze ve Celle kitabında sünnetini bize bildirir ve Araf Suresi’nde: “Onları yeryüzünde ayrı ayrı topluluklar olarak paramparça dağıttık”2 buyurur. Bu, görevini yapmayanlara ilahi bir cezadır. Parçalandıktan sonra her bir parça, her bir devlet çeşitli imtihanlara sokulur, yıllarca günahlarının ve tembelliklerinin keffaretini öder, sömürülür, zulüm görürler.
Görevini yapmayan ümmetlerin parçalanacağını ifade eden Araf suresindeki âyetin devamında: “Onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik ki dönsünler”3 buyrulur. Hatalarından dönmeleri için böyle imtihanlara sokulmaları sünnetullahtır. Bu durum bir yönüyle şefkat ya da zecr tokadı olsa da diğer yönden Allah Azze ve Celle’nin rahmetidir.
Keffaret ödetilen o nesilden sonra her bir memlekette görevini ve ümmet olmanın manasını anlamış yeni nesiller yaratılır. Bu da sünnetullahtır ve her şey sünnetullah çerçevesinde gerçekleşir. Mü’minun Suresi’nde de şöyle buyrulur: “Sonra onların ardından bir başka nesil meydana getirdik”4 yani görevini yerine getirmediği için görevden alınan ve parçalanan bir toplumdan sonra o parçaların her birinde bu sancağı taşıyabilecek yeni nesiller yaratılır.
Osmanlı’nın çökmesinden, ümmetin dağılmasından ve ulus devletlerine bölünmesinden sonra her bir devlette yeni nesiller yaratıldığı gibi. Bugün bütün o parçaların her birinde yeni İslâmî hareketler zuhur etmiş bu nesiller ve cemaatler çeşitli imtihanlara sokulmuş ve olması gerektiği kadar olmasa da bir mesafe kat etmişlerdir. Yaratılan bu yeni nesil de çeşitli imtihanlara sokulur, yetiştirilir, olgunlaştırılır, mücadele ve fedakârlık öğretilir, bâtıldan tamamen uzaklaşıp hakka dönerler ve bu şerefli tevhid sancağını, ümmetin sancağını taşıyacak hale getirilir, sonra sancak onlara verilir. Artık görevini yapmayan öncekilerden sancak alınmış ve yeni nesil görevlendirilmiştir.
Konuya devam etmek temennisiyle… Allah’a emanet olun.
1. Maide 54
2. Araf 168
3. Araf 168
4. Mü’minun 31, 42