Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 34. maddesi, uluslararası standartlara uygun olarak, ifade hürriyetinin vazgeçilmez bir parçası olan toplantı ve gösteri hakkını “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” ifadesiyle herkes için tanır. Bu hak sayesinde vatandaşlar, politikacıların ve ülkeyi yönetenlerin davranışlarını eleştirme, ülkede uygulanan politik uygulamalar ve projeler üzerinde etkide bulunma ve taleplerini dile getirme imkânına sahip olmaktadırlar. Türkiye, aynı zamanda toplantı ve gösteri hakkını tanıyan metinlerden olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) de taraftır. AİHS’nin 11. maddesi “Herkesin barışçıl olarak toplanma (…) hakkına sahip” olduğunu açıkça belirtmektedir.
Vatandaşa verilen bu hakların yanı sıra devletlerin toplantı ve gösteri hakkının kullanılmasına ilişkin makul olmayan kısıtlamalar getirmekten imtina etme yükümlülüğü ile beraber, şiddete maruz kalabilecek veya mağdur edilebilecek olanlar bakımından da bahse konu hakkın etkili bir biçimde kullanılmasını güvence altına alma pozitif yükümlülüğü de bulunur. Bu pozitif yükümlülük, toplantı ve gösterilerin, düzenleyenlerin tercih ettikleri yerde yapılmasını ve hedef kitlesine “sesini ve görüntüsünü” ulaştırabilmesini sağlamayı ve aynı zamanda hakkın kullanılmasının önüne geçmek isteyecek üçüncü tarafların müdahalesinden korumayı da içerir.
Bütün bu düzenlemelere rağmen kamusal alanda toplantı ya da gösteri düzenlemek isteyen vatandaşın, özellikle muhalif görüşe sahip kimselerin somut olarak karşılaştığı şey polis şiddetidir. Nitekim 20 Mart 2022 Pazar günü, tutuklu yargılanması devam eden 8 Furkan Gönüllüsü için yasal haklar çerçevesinde gerçekleştirilmesi planlanan özgürlük yürüyüşü ve basın açıklaması, Adana Emniyetinin hukuksuz ve kanlı müdahalesiyle engellenmeye çalışılmış, bu engelleme polis şiddeti ifadesini gölgede bırakıp adeta sokak işkencesine dönüşmüştür.
Sokak işkencesine yasal (!) kılıf bulmak isteyen başta Süleyman Soylu olmak üzere Adana Emniyeti ve Adana Valiliği düzenlenmek istenen yürüyüşün, yasal izin alınmadığını bu sebeple gösterinin yasa dışı olduğunu ısrarla vurgulamak istemişlerdir Anayasanın 34. ve 2911 sayılı kanunun 3. maddesine göre toplantı ve gösteri yürüyüşleri herhangi bir izne tabi değildir. Her ne kadar 2911. sayılı kanunun 10’uncu maddesinde “...bir bildirim, toplantının yapılmasından en az kırk sekiz saat önce ve çalışma saatleri içinde, toplantının yapılacağı yerin bağlı bulunduğu valilik veya kaymakamlığa verilir” denmişse de bu bildirimin amacı toplantı yapılmasını engelleyecek şekilde önlemlerin alınması değil toplantı yahut yürüyüş güvenliğinin emniyet güçleri tarafından sağlanması şeklindedir. Nitekim AİHM içtihatları da bu minvalde olup izin prosedürünün “barışçıl toplantı ve gösteri özgürlüğüne yönelik gizli bir engel” teşkil etmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Yasal haklarının bilincinde olan ve kanunlara aykırı hareket etmeyen Furkan Hareketi, 20 Mart’ta yapılması planlanan etkinlik için gerekli mercilere kanunda öngörülen süre içerisinde bildirimde bulunmuş fakat yapılmak istenen bildirim valilik personelince hukuksuz bir şekilde işleme alınmamıştır. Benzeri hadiselerle daha önce de karşı karşıya kalan Furkan Hareketi Mensuplarının yapmış olduğu her bildirim, ardından bir yasaklamayı yahut 20 Mart'taki gibi bir polis işkencesini beraberinde getirmiştir.
Kanunda öngörülen izin prosedürlerine uyulan ve Adana Valiliğinin resmî sitesinde yayınladığı basın bülteninde yer alan güzergâhta gerçekleştirilecek olan yürüyüşe müdahale henüz etkinlik alanına ulaşmadan başlamış, Furkan Hareketi Mensupları Adana’nın çeşitli bölgelerinde yüzlerce polis tarafından şiddetli bir müdahaleye maruz kalmıştır. Böylesi bir müdahalenin Valiliğin ya da Süleyman Soylu’nun açıklamalarının aksine, taşkınlık olduğu için değil, baştan etkinliği yaptırmamak ve Furkan Gönüllülerini sindirmek maksadıyla yapıldığı açıktır. Eğer polisin müdahalesindeki amaç taşkınlığı önlemek, izinsiz gösteriyi dağıtmak ise bu durumda etkinliğin başlama saatini, göstericilerin toplanmasını ve etkinliğin barışçıl olma vasfının bozulmasını beklemek gerekmez miydi? Kaldı ki ortada kanuna aykırı bir gösteri olsaydı dahi yapılacak müdahale 2911 sayılı kanunun 24. maddesi uyarınca düzenlenmiş olup kanuna aykırı gösterilere karşı önce dağılın uyarısında bulunup, ardından kademeli olarak güç kullanarak göstericileri dağıtma yoluna gidilmelidir. Oysa 20 Mart’ta ‘dağılın’ uyarısı yapılmadan doğrudan ‘saldırın’ emri verilmiş, barışçıl vasıflara haiz olan gösteri biber gazı, cop ve plastik mermilerle dağıtılmaya çalışılmış; yaşlı, kadın, çocuk denilmeden Furkan Hareketi Mensuplarına vahşice saldırılmıştır.
20 Mart’ta kanunlar ve hukuk Adana Emniyeti için askıya alınmış, ahlaki ve insani değerleri hiçe sayan kolluk kuvvetleri, şube müdürleri ve amirler sokaklarda adeta Furkan Gönüllüsü avına çıkmışlardır. Kendilerine hiçbir mukavemette bulunmayan vatandaşları saatlerce öldüresiye darp etmek, hayati tehlike sayılan yerlere coplarla vurmak, yasal hakkını kullanmak isteyen insanların yüzlerine doğrudan biber gazı sıkmak ‘orantısız müdahale’ denilerek geçiştirilebilecek bir şey değildir. Bahse konu olan müdahalenin, işkence ve kötü muamele yasağını ihlal edecek düzeye ulaştığı kamuoyuna yansıyan görüntülerden açıkça anlaşılmaktadır.
Her muhalif sesi kaba kuvvet yoluyla bastırmaya çalışan ve bunun için kanunları dahi hiçe sayan, vatandaşa sokak ortasında kameraların önünde işkence eden, kendi belirlediği ve beyan ettiği hukukla bağlı olmayan devlet, 20 Mart’ta Adana’da olduğu gibi polis eliyle vahşet üretir. Hak ve özgürlüklerin sistematik ve ağır bir şekilde ihlali, buna karşılık, faillere ve sorumlulara yönelik etkili bir soruşturma yürütülmemesi ve ardından gelen cezasızlık politikası, kamu otoritelerine ve hukukun üstünlüğüne duyulan güvene zarar verir. Devletin yapması gereken yeniden hukuka dönüp, işkencenin önüne geçmesi, insanlık suçu işleyenleri cezasızlık zırhı ile korumamasıdır. Failler bu kadar açıkken, binden fazla Furkan Gönüllüsüne kamunun gözü önünde açıkça zulmedilmişken yapılması gereken faillerin alınlarından öpmek değil, kanun önünde hesap vermelerini sağlamaktır.