Bir toplumu ayakta tutan en önemli unsurların başında adalet mefhumu gelmektedir. İnsanlar her ne kadar kendi çıkarlarını ön planda tutsalar da adaletin tecellisi herkes için arzu edilen bir durumdur. Bu mefhum, toplumun uzun süre ayakta kalması, gelecek adına umut vaat etmesi noktasından da önem arz etmektedir.
İnsanların başlarına gelen musibetlere sabretmeleri mahşer günü adaletin tam olarak tecelli edeceğine olan inançları sebebiyle değil midir? Bu inanç (ahiret inancı) ki insanı kendisine veya başkasına zulmedeceği sırada frenlemektedir. Aynı zamanda bu inanç mazlumların tesellisi, sığınacakları en sağlam limanlarıdır. Her gücün üstünde mutlak güç ve kudret sahibine iman ve işlerin sonunu O’na ısmarlamak mazlumların yüreğini ferahlatmaktadır. Çünkü insanların tekrardan diriltilip hesaba çekileceği o gün zerre-i miskal hak kaybı olmayacağını bilmektedirler. Adaletin tecelli etmesine dair insanda var olan bu kuvvetli duygu sebebiyledir ki insan yaşadığı toplumda da (kısmen bile olsa) hak yerini bulsun istemektedir.
Kur’an-ı Kerim, onlarca ayetiyle adalet mefhumuna işaret etmekte, onu her türlü menfaatin ve akrabalığın üstünde tutarak toplumsal yönden önemine vurgu yapmaktadır: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”1
Son dönemlerde en çok yara alan, güven ortalamasında en çok oranı düşen kurumların başında yargı gelmektedir. Bu durum bir toplum için felaketlerin habercisi olsa da maalesef hakikat budur. Eldeki somut veriler son yıllarda yargıya güven endeksinde düşüşler olduğunu gözler önüne seriyor: “2018 yılında TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe giren 11. Kalkınma Planının ele alındığı Plan Bütçe Komisyonunun son toplantısında ‘halkın yargıya bakışı’ konusu gündeme geldi. Muhalefet yargıya güvenin %20 dolaylarında olduğunu söylerken hükümet yetkilisi durumun öyle olmadığını doğru oranın %38 olduğunu söyledi.”2 Bu sözler her üç kişiden ikisinin yargıya güveninin kalmadığının göstergesidir. Daha önceki birçok sayımızda ülkemizdeki yargılama ile ilgili, sıklıkla üzerinde durduğumuz bir mesele de şuydu: Normal şartlarda kişi bir suç işlediğinde, varsa suçunun sabit olduğunu gösteren deliller adli makamlarca kişinin önüne konulur ve adil bir yargılama sonucunda işlediği suçun cezası ilgili kanunlarda neye tekabül ediyorsa o cezaya çarptırılır. Son dönemde bu işleyiş tersine döndü. Önce kişi makul (!) bir şüphe ile veya kendisi ile ilgili başka bir vatandaşın CİMER veya BİMER’e yaptığı suç duyurusuyla tutuklanır. Uzun bir süre tutuklu kaldıktan sonra mahkemeye çıkarılır. İddianamede geçen üzerine atılı suçları kabul etmemesi yetmez, bu iddia/icat edilen suçları işlemediğine dair kendisinden ispat istenir. Suçu ispat edilemeyen mahkûmdan suçsuzluğunu ispat etmesi beklenir. Artık bir nevi cezanın infazına dönüşen uzun tutukluluk süreci türlü bahanelerle uzatıldıkça uzatılır. Bir iki duruşmada bitecek dava 1-2 yıllık sürece yayılır, psikolojik bir işkenceye dönüştürülür.
Yargının ve toplumun bu noktaya gelişinin perde arkasına baktığımızda şöyle bir durumla karşı karşıya olduğumuz görülür: Ülkede bir 15 Temmuz süreci yaşandı. Aklı selim, vicdan sahibi hiçbir vatandaş meşru hükümete darbe yapılmasını tasvip etmez. Tarihte yapılan her bir darbe (1960, 1971, 1980, 1997 gibi) ülkeyi daha fazla kaosa sürüklemiş, özgürlükleri daraltmış, kutuplaşmaları körüklemiştir. Her birinin açtığı toplumsal yaraları sarmak yıllar almıştır. Bu sebeple yeni bir darbe girişiminin getireceği olumsuz tabloyu tahmin etmek hiç de zor değil. Bildiğimiz gibi darbe girişimi savuşturulmuş, bu olaya iştirak edenler tutuklanmış ve olağanüstü hâl ilan edilmiştir. Ancak sonraki süreçte hakkaniyetli bir yargılama olmadığı dolayısıyla yaş kuru ayrımı yapılmadığı hem kamuoyu hem de yetkili mercilerce söylendi. “Ocak 2019’da yayımlanan OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu Faaliyet Raporuna göre OHAL kapsamında çıkarılan KHK’lar ile 131 bin 922 ‘tedbir’ gerçekleşti. OHAL’de en az 125.678 kamu görevlisi ihraç edildi, 270 kişinin öğrencilikle ilişiği kesildi, 2.761 kurum ve kuruluş kapatıldı, 3.213 personelin rütbesi alındı. Toplam 204 medya kuruluşu kapatıldı. Bunlardan 25’i hakkında kapatma kararı iptal edildi. Kapatılan 179 medya kuruluşu arasında 53 gazete, 37 radyo istasyonu, 34 televizyon, 29 yayınevi, 20 dergi ve 6 haber ajansı bulunuyor. Ocak 2019’da yayımlanan “2. Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu”na göre, KHK/OHAL ‘mağdurlarının’ gerçek sayıları 250.000’den fazla. Raporda, ‘Okulları kapatılan, mezuniyetleri geçersiz sayılan, askeri okullardaki öğrenciler, polis okulları öğrencileri, diğer kamu ve özel kurumlarda KHK’larla mağdur edilenlerin sayıları da yukarıdaki rakamlara ilave edildiğinde doğrudan mağdur olanlar 250.000’i geçebilmektedir’ ifadeleri yer aldı. Rapora göre ayrıca, OHAL/KHK mağdur yakınları olan ikincil mağdurların sayısı 1.500.000’e yaklaştı. Ayrıca Mart 2019’da İçişleri Bakanlığınca yapılan açıklamaya göre 15 Temmuz 2016’dan sonraki süreçte 511.000 kişinin gözaltına alındığı ve 30.821 kişinin tutuklandığı söylendi.”3
Aslında darbe yaptığı söylenen yapı tarif edilirken yapılan sınıflandırma (üstü ihanet, ortası ticaret, altı ibadet) sürecin hakkaniyetli yürütüleceğine dair bir kanaat oluştursa da uygulama hiç de öyle olmadı. Süreç tam bir cadı avına dönüştü. Süreçten en çok etkilenen ve mağdur edilen en alt tabakadaki ibadet kısmı oldu. İşin içine bir de toplumun birbirini ihbar etmesi de dahil edilince mağdur sayısı daha da arttı. OHAL’in toplam 7 defa (yaklaşık 2 yıl) uzatılması toplum üzerindeki baskıyı ve korkuyu artırmakla beraber, süreçte yaşanan mağduriyetlerin dile getirilmesini de engelledi. Ancak iki yıl sonra insanlar bu mağduriyetlerden bahsetmeye başladı.
Yaşanılan hükümet-cemaat kavgası ve akabinde 15 Temmuz darbe girişimi, süreci başka bir boyuttan tartışmaya açtı. İslam’a ve Müslümanlara olan kinlerini, düşmanlıklarını daha önce açıkça dile getiremeyenler, bu olaydan sonra açıkça kinlerini kusmaya başladılar.
Her gün TV’de ve gazetelerde cemaat kavramı üzerinden tüm İslami cemaat ve yapıları özellikle bazı konularda muhalif olanlardan başlayarak hedef tahtasına oturttular. Çeşitli algılarla İslami kesim üzerinde korku atmosferi meydana getirdiler. Müslümanların ve İslami hizmetlerin çoğunun olumsuz etkilendiği bu süreçte “cemaatlerin ve tarikatların kökünü kazıyacağız” diyenlerin en mutlu zamanlarını yaşaması, yargıda yaşanan bunca adaletsizliğe rağmen “yargı altın çağını yaşıyor” demelerini nasıl izah edeceğiz?
Furkan Vakfı, şube ve temsilciliklerine kayyım atanması, adı Furkan olan derneklerin KHK ile kapatılması, Alparslan Kuytul Hoca, Vakıf yetkilileri ve bazı gönüllülerinin evine şafak operasyonu yapılıp ardından son iki yıldır yapılan bunca zulüm ve haksızlık, yargının geldiği durumu gözler önüne seriyor. Hazırlanan iddianamenin zanlardan ibaret ve mesnetsiz olması, kendi belgelerinde Furkan Vakfı ve davada yargılanan kişilerin hiçbirinin terörle ilgisinin olmadığının tescillenmesi… Buna rağmen terör yaftası tutmayınca suç örgütü, nitelikli dolandırıcılık gibi adi suçlarla özellikle medyayı da kullanarak itibar suikastı yapılması... Dosyada gizlilik kararı varken ve avukatların dosyaya erişimi mümkün değilken dosyanın içeriği ile ilgili bilgi ve belgelerin basına sızdırılması… Mahkemenin her iki davanın ilk duruşmasında tahliye vermesi, ardından tekrar tutuklamaya hükmetmesi, sonrasında her defasında çeşitli bahanelerle mahkemeyi ileri bir tarihe erteleyerek süreci uzatması…
Bu süreçte Hocalarının yanında yer alan birçok Furkan Gönüllüsüne meşru, pasif eylemlerinden dolayı soruşturmalar açıldı. Para cezası kesildi. Birçoğu mahkemelik oldu. Bu mahkemelerin beraatla sonuçlanacağı belli olmasına rağmen emniyetin hak ve özgürlükleri kısıtlama adına yaptığı engellemeler devam etti. Bu şekilde bir korku atmosferi meydana getirilerek insanların hak arayışları ve haklının yanında olma tavırları engellenmeye çalışıldı.
SUSANLAR BU ZULME ORTAKTIRLAR
Binlerce KHK mağdurunun mahkeme kararıyla beraat almasına rağmen işlerine iade edilmemesi, 800 kadar bebeğin anneleriyle birlikte cezaevinde olması, henüz askere yeni gitmiş birkaç günlük erlerin tatbikat var zannederek olaya bir anda dahil olmaları ve akabinde darp edilerek müebbetle yargılanması, komutanlarına itaat eden askeri öğrencilerin müebbetle yargılanması gibi birçok mağduriyetler bu süreçte yaşandı. 28 Şubat post modern darbesi tescillendi ancak zulmedenler göstermelik bazı cezalar aldılar. Yaş haddinden hiçbir darbeci generale cezası infaz edilmez iken 28 Şubat mağdurları (birçoğunun tek suçu Kur’an öğretmek) hasta ve yaşlı bile olsa hâlâ hapiste yatmaktadır. En son Sivas olaylarından dolayı yatmakta olan ve geçtiğimiz günlerde tahliye edilen 86 yaşındaki Ahmet Dede’nin 27 yıl hapis yattığını hesap edersek yaşanan mağduriyetlerin boyutu ortaya çıkar.
Özellikle toplumda oluşturulan korku atmosferi, en küçük muhalif sese tahammülsüzlük, toplumu kutuplaştıran gerginliğe sebep olan söylemler ve en önemlisi de bunca mağduriyet ve zulüm toplumsal birliği bozmakta gelecek adına kaygılara yol açmaktadır. Ortada bir zulüm varsa ve toplumun geneli bu zulme karşı sağır ve dilsiz rolüne bürünmüş ise o toplum iflah olmaz. Arşa yükselen feryatlara kulak tıkayanlar, her türlü haksızlık ve hukuksuzluk karşısında susanlar bu zulme ortaktırlar. Kur’an bize Allah Azze ve Celle’nin sünnetinin (sünnetullah) değişmeyeceğini söylüyor. O halde Semud Kavmini ve Cumartesi yasağı karşısında yasağı delenlere karşı sessiz kalmayı seçen kasaba halkını hatırlayalım. Semud Kavminde Salih Aleyhisselam’a verilen mucize deveyi kesenler dokuzlu bir çeteydi ancak toplumun geri kalanı da (iman edenler hariç) bu zulme çanak tuttukları için deveyi kesmedikleri halde azaba uğradılar. Cumartesi yasağını delenlere karşı emri bil ma’ruf nehy-i anilmünker görevini yapmayanlar da bu yasağı delenlerle aynı akıbete uğradılar. Sadece uyarma görevini yapanlar kurtuldu.
Sonuç olarak toplumun düzelmesini istiyorsak önce kendi nefsimizi değiştirmek, sonra toplumun ıslahı için gece gündüz çalışmak ve her türlü münkere ve zulme engel olmak zorundayız. Engel olamıyorsak bile en azından duyurmalıyız. Rabbim İslam Medeniyetine ulaşmayı ve gerçek adaletin tecelli etmesini nasip etsin. Adalet herkese lazım ve gerçekleşmemesi zulüm olduğu gibi gecikmesi/geciktirilmesi de zulümdür. Adalet terazisini ellerinde bulunduran yargıçlar sorumluluklarının gereğini yerine getirmeli, yöneticiler de onları, yargı üzerindeki baskılarını çekerek onların özgür bir şekilde karar vermelerini sağlamalıdırlar. Bu durum hem kendileri hem yargı mensupları hem de toplum için en hayırlısı olacaktır. Aksi takdirde yargıya ve mahkemelere güven daha da azalacaktır.
1.Maide, 8
2.yenicaggazetesi.com.tr/cumhurbaskani-yardimcisi-oktay-halkin-yargiya-olan-guveni-yuzde-38-
3.tr.euronews.com/2019/07/12/verilerle-15-temmuz-sonras-ve-ohal-sureci