YAZAR: SEYYİD KUTUP
Yeryüzünün doğusunda ve batısında, gece gündüz milyonlarca sesin tek bir ahenk halinde “Le ilehe illallah, Muhammed’ür Rasulullah” (Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de O’nun Rasulü’dür) kelime-i tevhidini haykırması ve bu haykırışın on dört asır boyunca, devletler ve düzenler değişip durduğu halde zamanın içinde hiç değişmeden, susmak nedir bilmeden ebedi bir ses olarak devam etmesi! İşte Allah Rasulü’nün zaferini belgeleyen en parlak, en canlı delil!
Bu herhangi bir gazve ya da savaş alanında elde edilmiş bir zafer değildir. O, Mekke’nin fethi, Arap yarımadasının birleştirilmesi olmadığı gibi İran ve Roma imparatorluklarının boyunduruk altına alınması olayı da değildir. Bu zafer, hayatı içinden kavrayan, tarihin akışını değiştiren, dünyanın kaderini etkileyen ve zamanın içindeki anıtsal yerini alan evrensel bir olaydır.
Bir zafer ki yüceliğine bizzat kendisi delildir, başka delil ve belgeye ihtiyacı yoktur! O halde bu zaferin sebep ve vesilelerini kavramaya çalışalım. O sebep ve vesileleri bugün de yeniden elde edebilmek için buna zorunluyuz.
Şüphesiz, Cenab-ı Hak Rasulü’nün zafere ulaşmasını, son ve kâmil dininin de aynı şekilde egemen olmasını murad ediyordu. Ne var ki Allah, bunun kolayca ve hiç yorulmadan sırf bir mu’cize eseri olarak meydana gelmesini de istemiyordu. Allah bu zaferi, Rasulü’nün gayret ve cihadının bir ürünü, bizzat kendisinin ve ashabının fedakârlıklarının mantıki bir sonucu olarak armağan etmiştir.
İslam’ın nasıl egemen olduğunu, Peygamber’in zafere nasıl ulaştığını bilmek isteyen herkes bunu öncelikle O’nun şahsında, davranışında, yaşayışında ve cihad hareketlerinde aramalıdır. Böylece bilmelidir ki, zaferin yolu daima açıktır, yöntemleri hazır ve sebepleri de ortadadır. Ayrıca zafer isteyen birinin her zaman ve her yerde Allah Rasulü’nü kendisine örnek bilmesi gerektiğini de anlamalıdır.
Abdullah oğlu Muhammed’in -Allah’ın Rasulü’nün- ulaştığı zaferin üç ana faktörü vardır ki diğer bütün faktörler bunların içindedir. Bu üç ana faktörü şöylece özetleyebiliriz:
1) Bir gün Kureyş büyükleri amcası Ebu Talib’e geliyor ve onunla durumu tartışıyorlar. Kendilerini dinleri hakkında kuşkuya düşüren, geleneklerini kökünden sarsan, inançlarını altüst eden yeğeninin toplumlarını ve tanrılarını rahat bırakmasını, karşılığında ne isterse vermeye hazır olduklarını; mal, mülk, sultanlık ve akla gelebilecek bütün isteklerini derhal yerine getireceklerini, gidip bunları yeğenine söylemesini istiyorlar.
İşte o gün Allah’ın Rasulü imanının derinliklerinden kopup gelen ebedi sözünü söylüyor ve hem onların hem de zamanın kulaklarını çınlatıyor:
“Allah’a yemin ederim ki ey amca! Bu davayı bırakmam karşılığında güneşi sağ elime verseler, ayı da sol elime indirseler yine vazgeçmem; Allah bu davayı ya zafere ulaştırır, ya da uğrunda helak olurum!’’
Allah’ım! Ne müthiş, ne sarsıcı bir olay! İnsanı böylesine ürperten başka bir tablo görülmüş müdür? “Güneşi sağ elime verseler, ayı da sol elime indirseler…”. Bu, insan hayalinden değil, yaratılışın derinliklerinden, vicdandaki mutlak imandan fışkıran bir tablodur!
İşte o gün Allah’ın Rasulü zaferini kazanmıştır. O, Kureyş’in vicdanını öylesine sarsmıştır ki, bu noktadan sonra bir daha ebediyen kendine gelemeyecektir. Bu, hiç şüphesiz imandır, o iman insan vicdanında yer ettiği sürece onu yeryüzünde hiçbir kuvvet yenemez.
2) Ashabı ki -Allah hepsinden razı olsun- O’nun imanının birer canlı tablosu idiler. Onları bu hale getiren O’nun imanıydı. O kutlu ashap herkes gibi yiyor ve sokaklarda yürüyordu, ama her biri yeryüzünde dolaşan birer canlı Kur’an gibiydi. O, ashabını İslam’ın mücessem örnekleri haline getirmişti. Onları gören herkes karşılarında İslam’ı buluyordu. Bu hal O’nun bir zaferiydi.
Naslar şüphesiz tek başına bir iş göremez. Kur’an-ı Kerim canlı bir kişi halini almadıkça asıl fonksiyonunu icra edemez. İlkeler de pratik planda uygulanırsa ancak yaşayabilir.
O nedenle Allah’ın Rasulü ilk aşamada yalnızca öğütler vermek, hutbeler irad etmek değil, aynı zamanda kişileri yetiştirmek, gönülleri diriltmek istemiştir. Aynı şekilde, ortaya bir felsefe koymak değil, yepyeni bir millet inşa etme yolunu tutmuştur. Davanın kendisi ise, onu zaten Kur’an-ı Kerim bizzat tekeffül etmiş bulunuyordu. Allah Rasulü’ne düşen görevse bu davayı gözle görülür ve elle tutulur kişiler haline getirmekti.
Mücerred plandaki davaların tek başına yaşaması düşünülemez. Yaşasa bile insanlığı bir adım ileriye götürmesi beklenemez. Yaşayan her dava, mutlaka eksiksiz bir insan biçiminde ortaya çıkmıştır. Fonksiyonunu icra eden her dava mutlaka bir insan eylemine dönüşmüştür.
3) Son olarak Allah’ın Rasulü hayata hükmeden, toplumu yönlendiren ve insanlar arasındaki ilişkileri de düzenleyerek hem fertlerin hem de eşyanın mukadderatına eşit seviyede egemen olan bir nizamı, İslam şeriatının esaslarından örgüleştirip ortaya koyduğu gün zafere ulaşmıştı.
İslam bir inançtır ve ondan bir şeriat doğar, fışkırır. Bu şeriatın üzerine de bir nizam kurulur. İşte inanç, şeriat ve nizam üçlüsünden İslam ağacı boy atar. Nitekim her ağaç kök, gövde ve meyvelerden oluşur.
O halde derinliklere kök salmamış bir ağacın gövde ve meyvelerinin olması beklenemez. Gövdeye sahip olmayan kökler nasıl bir değer taşımazsa, hayata meyve vermeyen gövdenin de bir kıymeti olmaz.
O nedenle İslam, kendi şeriatını hayata hâkim kılma hususunda bir an bile gecikmek istemez. İşte ayet-i kerime:
“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”1
Böylece dinin devletten bütünüyle sökülüp atılması masalı da ortadan kalkmış oluyor. Çünkü dinsiz devlet olamayacağı gibi devletsiz ve nizamsız da din olamaz!
İslam devletinin kurulduğu ilk günden itibaren İslam şeriatı devlete hükmetmeye başlamış, devleti yöneten de şeriatın sahibi olmuştur.
Müslümanların ayrı bir toplum halinde kendilerini düşman saldırısından, Allah’ın dininden saptırıcı fitnelerden koruyacak güce erişmesinden ve İslam sancağının dalgalandığı bir toprak parçasını yurt edinmesinden itibaren İslam devleti başlamış bulunuyordu.
İşte bu noktada İslam, Müslümanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen sosyal bir nizama dönüşmüş oluyordu. Aynı zamanda Müslümanların diğer toplumlarla olan ilişkilerini düzenleyen uluslararası bir nizam haline de geliyordu.
Daha sonra İslam genişledi, yeryüzünün değişik bölgelerine yayıldı, gittiği her yere beraberinde inancını, şeriat ve nizamını da götürdü. İsteyen onun inanç ilkelerini kabul etti, istemeyen ise; “Dinde zorlama yoktur” ayetinin hükmü gereğince buna zorlanmadı. Ne var ki İslam’ın girdiği her yerde İslam’ın şeriat ve nizamı egemen oluyor ve o toplumlar daha önce insanlığın görmediği bir adaleti görüp tanıyor ve yine insanlığın önceden bir benzerine tanık olmadığı iyilikleri tadıyordu.
“Allah’ın zaferi ve fethi gelip de insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğün zaman hamdederek Rabbini tesbih et ve O’ndan istiğfarda bulun. Muhakkak ki O tevbeleri daima kabul edendir.”2
İslam zafere ulaşmıştı. Çünkü İslam inancı, şeriata çevrilmişti. Bu şeriat da ortaya öyle bir nizam çıkardı ki, insanların duyguları bu nizama adeta can attı, gönülleri özlemini duyduğu huzuru onda buldu.
Artık Allah’ın Rasulü zaferini tamamlamıştır. Çünkü Allah’ın şeriatını yine Allah’ın istediği şekilde icra etmiştir.
İşte kâinatın yüreğinde ölümsüzleşen, hayatın derinliklerinde kökleşen zaferin ana faktörleri bunlardır. Yeryüzünün doğusunda ve batısında milyonlarca ses bu gerçeği haykırıyor, milyonlarca dudak bu besteyi terennüm ediyor.
Öte yandan bunlar tabii, mantıki ve olağan faktörlerdir de. Biz Müslümanlar her nesilde ve her zaman bunlara sahibiz ve bunlar her zaman elimizdedir. Onları yeniden yürürlüğe koymak, tecrübe etmek ve İslam için çalışanların Allah’ın takdir ettiği bu zafere ulaşmaları daima mümkündür. Çünkü Cenab-ı Hak buyuruyor:
“Andolsun ki, Allah’a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah muhakkak kuvvetlidir, azizdir. Biz eğer onlara yeryüzünde iktidar verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirler. İşlerin sonucu Allah’a aittir.” 3*