Bizi bir türlü rahat bırakmayan bu dünyaya ait varlığımız değil, o henüz keşfe muktedir olamadığımız enfüsi varlığımızdır. Burada öyle sırlar, öyle gizlilikler var ki, bizi hep arayışa sürükleyen işte bu derinlerde yatan karşı konulamaz gerçekliklerdir. Sigmund Freud, bizim bu iç derinliğimizi “karanlık bir mahzen”e benzetiyordu. “Bilinçaltı” hurafesini modern dünyaya armağan eden Freud’un mahzeni bir “şehvet ahırı”dır ve bu ahırda şehvetin, cinselliğin çıldırttığı ve birbirlerine azgınca saldıran hayvanlar tepişiyor. Üstelik mahzende hurda, karanlık, rutubet ve kasvet var. Eğer bizim asıl gerçeğimizin gizlendiği iç alan böylesine karanlık bir mahzense, hiçbir umudumuz yok demektir. Çünkü bilinçaltı mahzenden kalbimize ve kafamıza intikal eden şeyler de, bu nispette adi, sıradan, bayağı, değersiz ve aşağılık şeylerdir. Ne kültür ne sanat ne şiir ne ahlak bir kıymet ifade etmez. Freud’a göre sanat, kültür ve medeniyet, bu mahzendeki aşağılık ve utanç verici şeylerin yalan ve yüceltmelerle dışa vurmuş şekilleri değil mi?
Ancak gerçek bu mu? İnsanın içi böylesine karanlık ve kalın duvarlarla çevrili bir mahzen mi? Oysa din ve sanat, bize daha ilk gününden, insanlığın şafak vaktinden bu yana bambaşka şeyleri hatırlatmaya çalışıyorlarsa, bizim kökümüzün uzandığı bir yurt olmalı.
Yabancılaşma, dünya hayatımızla ilgili olup Allah’tan kopma, O’ndan uzak ve ayrı düşmedir. Ama ruhumuzda ilahi bir öz taşıyoruz. Öyleyse yabancılaşmanın aşılması o öze ulaşmak, kopmadan kurtulmaktır. Dünyevi tabiat aşılmadıkça yabancılaşma giderilemez.
Yabancılık duygusu ya büyük ve sonsuz bir iştiyak verir veya tahammülsüz bir acı. Eğer kişi asıl yurduna ulaşmak üzere yola çıkabilmişse ve yolculuğunda ona rehberlik eden kutlu bir kişinin izini takip edip yol alabiliyorsa, bu, insanın dünya hayatının her anını sonsuz bir iştiyak doldurur. Yolcuyu, varacağı yerden emin olması kadar hiçbir şey mutlu edemez. Bütün güzellikler, sükûn, huzur, esenlik, güvenlik, barış ve nimetler varılacak yerde onu bekliyorsa, yolcu niçin dağ, tepe, yokuş, çöl, ova, yol teperken oyalansın, mutluluğu ve itminanı yolda karşılaştığı şeylerde arasın? Yol zahmettir, engeldir, sabır ve emektir. Ama sonunda ebedi bir ödül vardır. Ve bu ödül vuslattır; vuslat da lika’dır.
Fakat kişi daha yola çıkmamış ve daha ilk hareket durağında sıkışıp kalmışsa, üstelik ona yolculuk için verilen zaman sınırlı olup bir süre sonra bulunduğu yere niçin geldiğini, onu kimin gönderdiğini, nereye gitmesi gerektiğini de unutmuşsa, işte bu kişi ebedi mutsuzdur. İçinde atamadığı tahammülsüz bir acı, zihninden söküp çıkaramadığı bir şaşkınlık olur. Bulunduğu yere ait olmadığını bilir, sezer, anlar. Ama gideceği yer hakkında hiçbir bilgiye sahip olamaz. Bu şaşkınlık ve yabancılık sürdükçe, zamanla kendine, konumuna, çevresine yeni yeni anlamlar katar. Ona, geldiği yerden ve gideceği yere ilişkin doğru haber ve bilgi ulaşmadığı ya da getirenleri (elçileri) yalanlayıp sırt çevirdiğinde dönüp dolaşacağı yer yine içinde hapsolduğu kısır döngüdür. Buradaysa şüphe, felsefe, sıkıntı ve umutsuzluktan başka bir şey yok. İşte bu Allah’ı unutan, vahy kaynağından yararlanmayan ve nübüvvettin yol göstericiliğinden yoksun kalan modernlerin yabancılaşma trajedisidir. Oysa yolcuya doğru istikameti gösteren vahyin öğrettiği bilgi ve hikmet, yol gösteren de Peygamber ve Kitap’tır.
Bana en kısa yoldan “özgürlük nedir ve insanın özgürlük arayışı ne anlama gelir?” diye sorulsa, Allah’ın insanı yaratırken ona kendi Ruhu’ndan üflediği ilahi öz’ün bulunmasıdır, derim. Bu ilahi öz’ü örten bizim dünyevi tabiatımızsa, özgürlük arayışı da bunun aşılması çabasıdır. Bu anlamda yabancılaşmanın aşılması ile özgürlük arayışı birbiriyle yakından ilgilidir.
Varoluşçuların “İçine atıldığımız, fırlatıldığımız” dediği bu dünyanın anlamlı bir tarafı olmalı. Yolculuğumuzun son durağında çıplak gözümüzle Hakikati müşahede edeceğimiz güne kadar arayışımız sürecek. Ama biz buraya ne fırlatıldık, ne atıldık. Buraya düştük (hubut). Ezelde, o “misak” gününde “evet” dediğimiz saatin sadakatine ihanet ettiğimiz için yurdumuzdan çıkarıldık, cennetten buraya sürgüne gönderildik. Hayatımız ve tarihimiz tenzil-i rütbe ile acı ve zorlukla halen devam etmekte olduğumuz yolculuğun evrensel hikâyesidir. Fakat bu düşüş nihayetsiz kaderimiz değil, tekrar yurdumuza, ait olduğumuz yere çıkabilmek için terfi-i rütbe ile dönmemiz için bir imkândır. Bu ilahi kadere bağlı olarak yeniden imtihan ediliyoruz. “Kalu bela”yı bu sefer pratikte göstermemiz isteniyor bizden. Ezelde “evet” dedik, ama sonra unuttuk. Yeni bir imtihan hakkı yeni bir fırsattır. Bu fırsatı nasıl tam yerinde kullanacağımızı da biliyoruz. Bize bunu Nebi’ler, Kitap’lar öğretiyor. Öğrettikleri bilgi ve hikmettir. Öyle bir imtihan düşünün ki, soru ve cevapları önceden elimize tutuşturulmuş. Öyle bir imtihan fırsatı ki kopya çekmek serbest, üstelik meşru bir hak… İlahi bir bağış bu… Allah’ın fazlı ve keremi…
Şu halde yolculuğumuz umutsuz, geleceğimiz karanlık değil. Bir varoluşçu gibi bunalıma girmeye gerek yok. Her şey ve bütün hakikatler bizim iç dünyamızda saklı. Kendi iç dünyamıza dönsek, afaki ve enfüsî ayetleri, şifre ve sembolleri çözüp okuyabilsek bizi bir nur aydınlatacak. Yerlerin ve göklerin hayat kaynağı olan nur... İçimizin, varlığımızın dibi hurda aletler, karanlık, rutubet ve kasvetli bir mahzen değil. Bu varsayım, Freud’un kendi vehminde kurduğu bir düş sadece. Varlığımızın dibi, karanlık bir mahzeni yok; merkezi var. Bu merkez kalptir. Kalp gözüyle gören (basiret) ve kalple düşünen (hikmet) insan eşref-i mahlûkattır.
Sonuç şudur: İnsan mümkündür, insanın özgürlüğü de mümkündür. Ama insan bu dünyaya ait bir varlık olmadığından, asıl yurdunu, kökünü, geldiği ve gitmesi gereken yeri reddettiğinden bu dünyaya kapanır, kapalı bir sistem içinde sıkışıp kalır. İşte modern insan, bu yanlış konumundan dolayı kapanmış, sıkışıp kalmıştır. Bundan dolayı modern insan mümkün değildir; modernler için özgürlük de mümkün değildir.
Asıl ait olduğu dünyayı arayan, hep yurt hasreti çekip dünyada bir yabancı gibi yaşadığını unutmayan insan mümkündür ve bu, özgür insandır. Dünya, ona yabancı duran insana bir zindan değil, gelip geçici bir mekân, yolculukta verilen bir mola, bir duraktır. Asıl vadedilen sonsuz ve mutlu hayat buradan geçerek kendisine ulaşacağınız ebedi yurttur. *
* Ali Bulaç, İnsanın Özgürlük Arayışı, s: 199-205