Bir zamanlar adaletle ün salan şu ümmet ve tabi oldukları İslam dini, şu sıralar zulümle ve haksızlıklarla anılıyorsa şunu iyi bilelim ki sorun dinde ve İslam’ın oluşturduğu ümmet şuurunda değil, İslam’ı kendi makamları için perde olarak kullananlardadır.
Bu ay tefsir bölümünde adalet kavramı üzerinde duracağız ve Üstad Seyyid Kutub’un penceresinden meseleye bakacağız. Sizleri ayetler ışığında adalet kavramıyla baş başa bırakıyoruz…
“Allah’ın ayetlerini inkâr edenleri, peygamberleri sebepsiz olarak öldürenleri ve adaleti emreden insanları öldürenleri acıklı bir azapla müjdele!”1
Burada Allah’ın ayetlerini inkâr etmenin yanında peygamberleri haksız yere öldürmekten söz edilmiştir. Zaten bir peygamberi haklı olarak öldürmek diye bir olay olamaz. Bununla beraber insanlar arasında adaleti yaymaya çalışanların, yani gerçek adalet üzerinde kurulan ve adaleti gerçekleştirmenin biricik şekli olan Allah’ın yoluna uymaya çağıranların öldürülmesinden bahsedilmiştir. İşte bu niteliklerin burada söz konusu edilmesi tehdidin Yahudilere yönelik olduğunu ele vermektedir ya da Yahudi ahlakına sahip olanların… Bunlar, tarihleri boyunca her anıldığında Yahudileri hatırlatan başlıca niteliklerdir!
“Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletli olmanızı size emreder. Allah, bununla sizlere ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah Semi (işiten ve dualara icabet eden), Basir (her şeyi gören)’dir.”2
İnsanlar arasında adalete uygun hükümler verme görevine gelince yüce Allah bu görevi tüm insanları içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş kapsamlı tutuyor. Başka bir deyimle İslam’ın istediği adalet sadece Müslümanlar arasında geçerli olacak ya da Müslümanlar dışında bir de kitap ehlini şemsiye altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı bir adalet değildir. İslam’a göre adalet, her insanın, sırf insan olmasından kaynaklanan doğal hakkıdır. Bu sistemde adalet hakkının tek gerekçesi insanın insan olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında adalet dağıtılırken mümin-kafir, dost-düşman, siyah derili-beyaz derili, Arap-Arap olmayan ayırımı yapılamaz.
Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar arasında adalet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin böyle ayırımsız, böyle kayırmacasız uygulamasını insanlık sadece İslam’ın eli altında, Müslümanların egemenlik dönemlerinde, İslam toplumunun insanlığa önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir. İslam’dan önce ve İslam’ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş ve ne de tadını tadabilmiştir. Bütün insanların ortak sıfatı olan insanlıktan başka hiçbir nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, Müslümanların söz sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı bir rüya olmaktan ileri gidemez.
İslam’da toplumsal hayatın temelini nasıl -geniş kapsamı ve bütün anlamları ile- emanet oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın temelini de adalet oluşturur.
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adaletli şahitler olun. Bir kavme olan öfkeniz/kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sevk etmesin. Adaletli olun! O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”3
Bu, ulaşılan zirve noktasıdır. Ayrıca nefse ağır ve zor gelen bir görevdir. Bu, hiç düşmanlık etmemek veya kendini zapt etmenin de ötesinde bir aşamadır. Var olan tüm hoşnutsuzluk ve kine rağmen, şuurlu olarak adaleti yerine getirmeye yönelmek! İlk teklif daha kolaydır. Çünkü bu, düşmanlık etmeyip kendini zapt etmekle yerine getirilen pasif bir tutumdur. İkinci teklif ise daha güçtür. Çünkü kişiyi tüm kin ve düşmanlığına rağmen, adaleti ve dengeyi sağlamaya yönelten aktif bir davranıştır. Hikmetli eğitim metodu, bu güçlükleri aşmaya muktedirdir.
Yeryüzündeki hiçbir inanç veya sistem, taraftarlarına, kin besledikleri düşmanlarına karşı, ‘katıksız adalet’ ile davranmaya sorumlu tutmamıştır. Yalnızca bu din, müminlere, bu emri Allah için yerine getirmelerini, O’nun gözetiminde amele koyulmalarını ve diğer tüm bakış açılarından uzaklaşmalarını öğütlediğinden onlara, bu sorumluluğu yüklemiştir.
Benimsesin benimsemesin, tüm insanları, adalet gölgesi altında yaşatmayı üstlenmiş ve taraftarlarına -kin ve düşmanlık duydukları insanlara karşı bile- bu adaleti, Allah için uygulamayı farz kılmış olan bu din, bu prensipleri sebebiyle tüm insanlığa gönderilen evrensel son dindir.
“Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, yakın akrabaya vermeyi emreder. Fuhşiyatı, münkeri ve (başkalarının hakkını çiğneyecek) taşkınlığı yasaklar. Düşünüp hatırlayasınız diye size öğüt verir.”4
Kur’an ‘adalet’ ilkesini getirmişti. Bu ilke, her birey, her toplum ve her ulus için insanlar arası ilişkilerin dayanacağı, değişmez ve sağlam bir kulpu garanti altına almıştı. Bu ilke insanın arzu ve isteklerine göre şekil alamaz, sevgi ve nefret gibi kişisel kaprislerden etkilenemez. Akrabalık ve hısımlık bağlarına, zenginlik ve fakirliğe, güçlü ve zayıfa göre farklılık gösterip değişemez. Kendi yolunda ilerler. Herkesi aynı kriterle değerlendirir, herkes için aynı teraziyi kullanır.
Kur’an adaletin yanında bir de ‘iyilik’ ilkesine yer verir. Böylece adaletin acımasız, şaşmaz kesinliğine bir ölçü yumuşaklık getirir. Bazı haklarından özveride bulunmak isteyen, böylece kalplerin sevgisini tercih eden, göğüslerini huzura kavuşturmak isteyenlere kapıyı açık bırakır. Hayatın temel ilkesi olan adaleti bir yarayı tedavi etmek isteyenlerin veya bir erdemlilik örneği vermeye kalkanların önünde engelleyici bir unsur olarak kullanmaz.
“Ey Davud! Seni yeryüzünde halife kıldık. (Öyleyse) insanlar arasında hakla hükmet. Sakın hevaya/ arzuya uyma, yoksa seni, Allah’ın yolundan saptırır. Hiç şüphesiz, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için çetin bir azap vardır.”5
Demek ki, bu sınamanın konusu, yeryüzünde halifelik görevi, insanlar arasında hükmederken hakka bağlılık, kendi arzu ve isteğine uymamadır. Bir peygamberin kendi arzusuna uyması demek, onun tepkisel olması, araştırmaması, incelememesi, sağlıklı hükme ulaşmak için sabırlı ve temkinli olmamasıdır. Böylesi bir hareket mantığı esas alındığında, sonuçta sapıklığa düşülür. Sapıklığın sonunu açıklayan ayetten sonra gelen bölüm ise, genel bir hükümdür. Allah’ın yolundan sapmanın sonuçlarını ortaya koymaktadır. Bu ceza ise, Allah’ın onu unutması ve kıyamet gününde onu cezaya çarptırmasıdır.
Rabbimiz anlamayı ve ders çıkarmayı nasip eylesin…
Seyyid KUTUB
1. Al-i İmran, 21
2. Nisa, 58
3. Maide, 8
4. Nahl, 90
5. Sad, 26