İslam dini, toplumun tüm alanlarına hitap eden, kişilere gerek fert gerekse toplum olarak birtakım yükümlülükler va’z eden bir dindir. Hristiyan teolojisindeki anlayış, yani dinin sadece kiliseye ve kişinin vicdanına hapsedilmesi İslam’da yoktur. Bu açıdan incelediğimizde Kur’an, bizi ümmet olarak vasıflandırmakta ve hükümlerinin önemli bir kısmı fertten çok toplumu ilgilendirmektedir.
Kur’an’daki peygamber kıssalarına bakıldığında her bir peygamberin mücadelesini ortaya koyarken, etrafında inanmış insanlardan bir halka meydana getirdikleri/getirmek istedikleri görülür. Bu durum bize şunu anlatıyor: “Bir insan ne kadar donanımlı olursa olsun (ki peygamberler mucize ile destekleniyordu) etrafında ona ve getirdiği davaya inanmış bir kitle olmaksızın dünyevi anlamda başarı elde edebilmesi çok zordur. Allah Azze ve Celle dilerse o başka ancak Allah Azze ve Celle de Sünnetullah gereği bunu sebeplere bağlamış, inananların mücadelesi ve bunun akabinde göndereceği nusret ile zaferi nasip etmiştir. Hz. Musa Aleyhisselam Medyen’den Mısır’a dönerken kendisine peygamberlikle beraber iki de mucize (âsâ ve yed’i beyda mucizesi) verilmişti. Ancak o bununla beraber bir de kendisini destekleyecek yardımcı istemişti. Kendisine istediği yardımcı yani Hz. Harun verildi ve Kur’an’ın ifadesiyle kardeşiyle Musa’nın pazusu güçlenmiş oldu. “(Allah) Dedi ki: ‘Pazunu kardeşinle pekiştirip güçlendireceğiz…”1
Hz. İsa’ya da çeşitli mucizeler verilmişti. Allah’ın izniyle ölüleri diriltebiliyor, çamurdan kuş yapıp üflediğinde kuş canlılık kazanıyordu. Ancak o da tüm bu Allah vergisi olağanüstü donanıma rağmen kendisine ensar/yardımcı olacak, bu davayı birlikte omuzlayacak havariler istiyordu. Havarilerine sormuştu: “Allah için benim yardımcılarım kimlerdir? Havariler dedi ki: Biz Allah’ın yardımcılarıyız…”2 Ne güzel bir ifadedir “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” ifadesi! Aslında ifade, Allah’ın dininin yardımcıları şeklindedir zira Allah’ın hiç kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Ancak Allah Celle Celaluhu kendi dinine yardım edene böyle bir paye vermektedir. Tıpkı bazı ayetlerde: “Allah’a güzel bir borç verecek olan kimdir?”3 denilmesi gibi. Allah Azze ve Celle kendi yolunda yapılan iyilikleri ve mücadeleyi bizzat kendisine yapılmış gibi kabul ediyor ve bunu yapanları onurlandırıyor.
Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e de birçok hissi mucize verilmişti. Ancak hiç şüphesiz O’nun en büyük mucizesi fesahatin ve belagatin zirvesi Kur’an idi. Kur’an, Mekke’nin, kalpleri tıpkı toprakları gibi vahye susamış toplumuna, öyle etkileyici bir şekilde inzal oluyordu ki muhalifleri bile çok etkiliyor, gündüz Hz. Peygamberle mücadele edenler, geceleri gizlice Kur’an dinlemekten kendilerini alamıyorlardı. Mekke’nin ilk yıllarında en büyük tebliğ Kur’an ile yapılıyordu ancak sadece Kur’an ayetleri okunmuyor, o ayetlere göre hayatlar da şekilleniyordu. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisine inananlarla küçük de olsa bir cemaat meydana getirmiş, onları Dar’ul-Erkam’da eğitmiş, çeşitli sorumluluklar yüklemişti. Gelen ayetler bu küçük topluluğa yön veriyor, onları Rabbani terbiyeden geçiriyordu. Tüm bu örnekler ışığında diyebiliriz ki her bir peygamber ve onun etrafında kümelenen insanlar bir topluluk, bir cemaat meydana getirmiştir. Demek ki insanlar sadece akıl yoluyla veya kitabı okumakla pratik bir örnek olmaksızın yollarını bulamayacaktır. Dolayısıyla Allah Azze ve Celle, gönderdiği peygamber ve ona tabi olanların oluşturduğu bir toplulukla insanları yönlendirmiştir.
CAHİLİYE PRATİĞİNE KARŞI İSLAM CEMAATİ
Bugün, İslam’ın akidesi gibi güçlü ve etkili bir akide hiçbir ideolojide yoktur. Ancak Müslümanların bu akideyi hayata aksettirmeden, onu yaşamadan sadece anlatmaları, bir fikir olarak savunmaları insanları çok fazla etkilemeyecek, kabul edip fikren değişenler olsa bile hayatları değişmeyecektir. Kelime-i Tevhid, objektif bir gözle bakıldığında, dünyanın en makul ve mantıklı sözüdür. Her şeyi yaratan ve mülkün sahibi olan mademki Allah’tır o hâlde O’nun dediğinin olması, O’na ibadet/itaat edilmesi en doğru olandır. Ancak insanlar bugün ideolojilerin hüküm sürdüğü hayatları yaşamaktalar, İslami literatüre göre cahiliye hayatı olan bu hayat onları çepeçevre kuşatmıştır. Eğer İslam’ın yaşandığı örnek bir toplum modeli gösterilmezse insanların bu cahili hayatı bırakmaları çok zordur.
Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler kitabında diyor ki: “…İşte bu cahili anlayış, soyut bir teoride değil de fiiliyata yönelik böylesi bir toplum tarafından temsil edildiği içindir ki onu bertaraf ederek insanlığı tekrar Allah’a döndürme davasının soyut olması (yani sadece fikren ve teorik olarak anlatılması) doğru da değil sonuca ulaştırıcı da değildir.”4 Yani cahiliye hayatın içinde bil-fiil dinamik bir şekilde yaşanıyor, buna mukabil sadece teori ile veya sadece sözle mücadele yeterli olmayacaktır. Onun karşısına hayatın içinde yaşanılan bir pratik ile çıkmak gerekir. İslam’ın hükümleri ne kadar mükemmel olursa olsun onları bir topluluk eliyle pratik bir şekilde sergilemezseniz cahiliyenin dalgalarına karşı set olamazsınız. Bunun için cemaat hâlinde örnek bir yaşantı ile cahiliye bataklığında yaşayan insanların elinden tutmak, onları düze çıkarmak gerekmektedir. Cemaatlerin yaptığı da budur. Fertlerini eğitim ve terbiyeden geçirerek onları toplumuna hayırda öncüler yapmaktadır.
Bugün, her türlü ideoloji sahipleri kendi hayat felsefesinin, içinde yaşadığı toplumda hâkim olmasını istiyor, inandığı gibi yaşamak istiyor ve bunu kendinde bir hak olarak görüyor. Yaşadığımız toplumda çok çeşitli meslek örgütleri de var, sivil toplum kuruluşları da… Her birinin kendisine yüklediği bir misyon ve bu amaç uğruna çalışmaları var. Kendilerince önemli ve doğru gördüklerini topluma anlatmak, onları uyarmak istiyorlar. Bu bazen sağlıkla ilgili, bazen küresel ısınma, bazen hayvan hakları vs. ile ilgili olabiliyor. Bunlardan toplumun maslahatına uygun olanlar yapılmalı ve desteklenmelidir. Ancak tüm bunlardan çok daha önemli olan, içinde yaşadığımız toplumun ahlaki ve manevi dinamikleridir. Bunlar bozulduğunda toplum hızla dejenere olacak ve çöküş kaçınılmaz olacaktır. İşte bu noktada toplumun manevi dinamiklerini ayakta tutan, onları güzel ahlaka ve hayra yönlendiren cemaat ve tarikatların yaptığı hayırlı hizmetlerdir. Maalesef son yıllarda cemaat ve tarikat düşmanlığı yapılarak toplumun bu hayırlı hizmetlerden faydalanması engellenmekte, “tek cemaat cami cemaatidir” denilerek cemaat olma anlayışı sadece namaz için bir araya gelinmeye indirgenmektedir. Eğer insanlar bugüne kadar dine dair ilim ve irfan öğrendilerse, her şeye rağmen manen çok bozulmadılarsa hayırlı hizmetler yapan cemiyetlerin sayesindedir. Bugün İslami cemaat ve hizmet mensuplarının kendilerince toplumda gördükleri eksikleri tamamlamak, ailelerini ve çevrelerini çağın manevi hastalıklarından korumak, kötülüğün toplumdan izalesine çalışmak ve hayırlı hizmetler yapmak için bir araya gelmelerinde neden bir art niyet aranmaktadır? Müslümanların bir araya gelip sırf Allah rızası için ve karşılığını ahirette bekleyerek hizmet etmeleri neden mümkün olmasın? Toplum öyle bir hâle gelmiş ki dünyalık karşılığı olmadan iyilikler yapılamaz anlayışı topluma hâkim olmuştur. Hâlbuki Allah yolunda hayırlı hizmetler yapmak dinimizin bir emridir. Samimi niyetlerle Allah’ın dinine yardım eden Müslümanlar dün de vardı, bugün de var yarın da olacaktır. Materyalist ve çıkarcı pencereden bakanlar bu durumu anlayamaz. O yüzden de cemaat hâlinde hayırlı hizmetler yapanları karalayarak, onların toplum gözündeki itibarını sarsarak, güya toplumu bu yapılardan korudukları imajını veriyorlar. Hakikatte onlar İslam’a düşmandırlar ve toplumun dine olan hassasiyetleri onları rahatsız etmektedir. Bugün cemaat aleyhtarlığının ve hayırlı hizmet yapanlar hakkında oluşturulan olumsuz atmosferin gerçek nedeni budur.
Müslümanlar olarak genellikle İslam’ın şartları diye ezberlediğimiz namaz, oruç, hac ve zekât gibi farziyetleri kendimize görev biliyoruz. Elbette ki bu ibadetlerin hem fert hem toplum olarak bize yükledikleri ve içlerinde barındırdıkları birçok hikmetleri var. Namaz dinin direği ise zekât da İslam toplumunun direği, hac ümmetin provası, oruç sabrın kuşanılması ve iradenin kuvvetlenmesi gibi… Dinin bunun dışında yüklediği ve toplum olarak çok da bilmediğimiz önemli bir misyonumuz daha var. Bu misyon kişiyi yaşadığı toplumda sorumluluk sahibi yapmaktadır. Bu sorumluluk toplumun gidişatında rolümüz olduğunu hatırlatıyor. Bu farziyet ‘emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker’ (iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak) prensibidir. Bu, toplumun ıslahı için İslam’ın yerleştirdiği bir otokontrol mekanizmasıdır. Öncelikle bu görev Ümmet-i Muhammed’in diğer ümmetlere göre öne çıkan önemli bir vasfıdır. Ayette: “Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. İyiliği emredersiniz kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız”5 buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi ayet, diğer ümmetlere nazaran öne çıkan vasfı (iyiliği emr, kötülükten nehy) imanın da önünde zikrederek vurgulamaktadır. Çünkü iman tüm ümmetlerin ortak vasfıdır dolayısıyla ayette asıl vurgu öne çıkarılan özelliğe yapılmıştır. Bu öyle bir görevdir ki yapılmadığında toplum bozulur, gidişatı düzeltmek için yeterince mücadele yoksa bu durum tersine çevrilemez ve akabinde azap gelir. Azap geldiğinde de görevini yapanların dışında sadece kötülüğü yapanları değil bu duruma sessiz kalanları da kapsar. İkrime’den rivayet ediliyor: “İbn-i Abbas Radıyallahu Anh bana: ‘Cumartesi halkına (Ashabu’s-Sebt) vâ’zu nasihat etmeyenlere Allah’ın verdiği cezayı öğrenme çabasından yoruldum’ dedi. Ben de ona: ‘Ben sana onu öğreteyim, sonraki ayeti oku’ dedim. O da: ‘Biz de kötülükten men edenleri kurtardık’7 ayetini okudu, ‘sen isabet ettin’ dedi ve cübbesini bana giydirdi.” Görüldüğü gibi ilgili ayette kurtulan sadece emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l-münker görevini yapanlar olmuştur. Bu yasağın delinmesine sessiz kalanlar ve pek tabii bu yasağı delenler azaba uğramışlardır.
İslam’ın bu emri bile tek başına fert olarak değil toplu hâlde cemaat olarak toplumdaki haramlarla mücadele etmeyi emrediyor. Çünkü toplumun düzelmesi birkaç ferdin kendini düzeltip toplumu düzeltmeye çalışmasıyla mümkün olamaz. Çok sayıda ferdin bir plan ve program dahilinde disiplinli çalışmasıyla mümkündür. Fert icabında tembel olur veya çalışkan olsa bile tek başına yaptığı iş kaliteli olmaz. Üstad Bediüzzaman’ın ihlaslı birlikteliğin kuvvetini ifade etmek için dediği gibi: “…Evet, üç elif ittihad etmezse (birleşmezse), üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır…”8
Tüm bunların ışığında sonuç olarak şunu söylemek isterim. Müslümanlar içinde bulundukları toplumun gidişatından sorumlu olduklarının bilincinde olarak hayırlı faaliyetlerin içinde yer almaya çalışmalı, bu faaliyetleri desteklemeli, cemaatler aleyhine estirilen olumsuz rüzgârın tesirinde kalmadan Allah’ın rızasını hedeflemelidir. Çünkü zahmetsiz rahmet olmaz. Ayetin de ifadesiyle Allah Azze ve Celle’nin rahmetiyle toplumun gidişatını iyi yönde değiştirmesi, bizim kendimizi ve toplumumuzu değiştirmek için katlanacağımız zahmete bağlıdır. “…Şüphesiz ki bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”9
- Kasas, 35
- Al-i İmran, 52; Saf, 14
- Hadid, 11
- Kutub, Yoldaki İşaretler, Beka Yayınları, syf: 59
- Al-i İmran, 110
- Ahkamu’l-Kur’an, Cessas, C-2, syf: 319
- Araf, 165
- Lem’alar, syf: 392
- Rad, 11