İslam coğrafyası her yönüyle büyük ibretler barındıran bir tablo sunuyor bize. Ümmetin mazlum coğrafyaları imkansızlıklar içerisinde ilmi çalışmalara devam ediyor ve ilim almamayı seçenek olarak dahi görmediklerini her defasında ispatlıyor dünyaya. İşte yer altında dinini öğrenmeye çalışan çocukların yurdu Doğu Türkistan.
Furkan Nesli Dergisi olarak bu sayımızda ciddi baskılar altındaki Doğu Türkistan’ın durumuna bizzat şahitlik etmiş bir kardeşimizin yaşadıklarını siz okuyucularımız için derledik. Doğu Türkistan’daki hâkim atmosferi, dini eğitimin önündeki engelleri ve yaşadıklarını şu şekilde aktarmaktadır:
“Doğu Türkistan’da kendi kültürümüzü içeren bir eğitim almamıza izin verilmemektedir. Okulda Çin tarihini, Çin ideolojisini öğrenir ve her sabah güne Çin marşlarıyla başlardık. İslami eğitim almak yasaktır. Çok sert kontroller olduğu için herhangi bir dini eğitim verilemez ve alınamaz. Tespit ettikleri takdirde ev sahipliği yapan kimseyi ve eğitim veren hocaları, öğrencileri tutuklarlardı. Yakaladıkları hocanın tüm ailesini sürgün ederlerdi, bir daha da o hocanın izini bulamazdık. Kur’an öğrenmek isteyenler bunu gizli bir şekilde yaparlar ve dikkatle saklarlardı.
İslami eğitim almak isteyenlerle birlikte, olduğumuz yerden 1200 kilometre uzaklıktaki Hoten şehrine giderdik. Hoten ili Doğu Türkistan’da en çok hafız yetiştiren bölgedir. On çocuk görürseniz üçü hafızdır. Bir evden üç, dört hafız çıkardı. Hafızlar gizli bir şekilde hafızlıklarını tamamlarlardı. Çünkü Kur’an öğrenirken yakalanmanın bedeli, Doğu Türkistan’da ya ölüm ya da hapistir.
Anne ve babam eğitim almamız için bizi de oraya gönderdiler. Orada yerin altını kazarak inşa edilen yerlerde eğitim alıyorduk. Aylarca oradan çıkmaz, ayda bir kere güneşi görür, dışarı çıkar ve ihtiyaçlarımızı giderirdik. Yer altındaki bir odada 20-30 öğrenci kalırdık. Ailem beni Urumçi’den eğitim almam için Hoten iline gönderdiğinde 12 yaşındaydım. Binlerce hafız yetiştirmiş bir ailenin evine bıraktılar beni. Orada yer altında inşa edilmiş bodrum gibi bir yerde ezber yapıyorduk. Kaldığımız yer üçgen şeklindeydi. Bir tarafında inekler, bir tarafında koyunlar kalıyordu ve önü kapalıydı. Kimse hayvanların olduğu bu yerde insanların olacağını tahmin etmezdi. Orada biz kalıyorduk, sürekli hayvanlarla aynı ortamdaydık. Amaç pis yerde kalmak değil, gizlemekti. İnekler olduğu için gürültü de vardı ve orada hafızlık yapan, Kur’an öğrenen birileri olduğu fark edilmiyordu.
Hayvanlarda görülen kene gibi haşeratlar bizim vücudumuzdan çıkıyordu. Oraya alışmam zaman almıştı, ayda bir kez dışarı çıkıyor, bir ay içerisinde bir ay içerisinde hiç güneş görmüyorduk. Çocuktuk ama oynayacak, hatta ayağımızı uzatacak vaktimiz ve yerimiz yoktu. En fazla on kişinin kalacağı yerde yirmi kadar kişi üç kişilik yatağın sığacağı bir alanda kalıyorduk. Otururken dörtgen şekilde oturuyor, önümüze yorgan seriyor, zar zor sığıyorduk. Bağdaş kuracak kadar dahi bir alanımız yoktu, tahiyyat oturuşu yapıyorduk. Uyurken on kişi başını bir tarafa, on kişi diğer tarafa koyuyordu ve tuğla gibi dizilerek uyuyorduk. Benim ayağım önümdeki iki kişinin boynuna, arkamdaki kişilerin ayağı benim boynuma geliyordu. Böyle sıkışık bir şekilde yatıyorduk. Kaldığımız yerde milyarder ailelerin çocukları bile vardı. Ancak Kur’an öğrenmek ve İslami ilimlerden birkaçını öğrenmek için onlar da bizimle aynı şartlarda kalıyorlardı. Çünkü Doğu Türkistan’da başka şartlarda dinimizi öğrenmek mümkün değildi. Durumumuz hafızlık bitene kadar herkesten gizli kalırdı. Kişi hafızlık bittikten sonra dışarı çıkar bir yerde Kur’an okursa hafız olarak tanınır, yoksa gizli kalırdı.
Kaldığımız yerin kapısı yan pozisyonda zar zor girilecek bir kapıydı. Kimse oradan bir insanın geçebileceğini düşünemezdi. Hocamızın ailesi oradan geçip kapıya yemeği koyar biz de oradan alırdık. Günde iki öğün yemek yerdik. Kahvaltımızı ekmek, kuru üzüm ve ceviz ile yapardık. -Hoten ili cevizin oldukça fazla yetiştiği bir ildir- akşamları da genellikle aynı yemek olurdu, sulu erişte yemeği yerdik.
Ezber yapmadığımızda, görevimizi yerine getirmediğimizde hocamız çok kızar, ‘Canımız pahasına buradayken siz nasıl olur görevinizi yerine getirmezsiniz’ derdi. Canı pahasına bizi okutuyordu ve biz de canımız pahasına okuyorduk. Hocamız yakalanırsa ya öldürülecek ya da ömür boyu hapse mahkûm olacaktı.
Ayda ancak bir kez banyo yapabilirdik, bazen Kur’an okurken başımızdan yorganın üzerine koyduğumuz Kur’an’a bit düşerdi. Gömleğimizin ve pantolonumuzun üzerinden bit ayıklardık.
24 saat içerinde 6 saat uyuyorduk. Yemek ve namazla da geçen vakit dışında 16 saat kesintisiz Kur’an okuyor, ezber yapıyorduk. Şüphe oluşturmamak adına sessizce ezberliyorduk. Yanımızda oturan arkadaşımız sesimizi duymazdı. Tuğla gibi dizilir, sessizce ezberlerdik. Yalnızca hoca geldiğinde hafif bir sesle ona ezberimizi verirdik.
Ben oraya başladıktan 6-7 ay sonra, biz böyle bir durumda ezber yaparken, polisler haber alıp bulunduğumuz yeri bastılar. Ahır kısmına gelip kapıyı kırarak girdiler. Hayvan kokusundan ‘Burada insanlar nasıl yaşıyor’ diye bağırıyorlardı. Kepçe getirip kaldığımız yeri yıkıp, düz ettiler ve hepimizi karakola götürdüler. Ancak bu muamele, askerlerin bize acımasından kaynaklanıyordu, normal şartlarda bu durumda direkt bulunduğumuz evi silahlarıyla tararlardı. Fakat bizim kaldığımız yer şehrin merkezinde dar bir alan olduğu için aynı muameleyi bize yapamadılar. Bizi alıp götürdüler. Hepimiz küçük çocuklardık ve ‘Hocanızın kimliğini söyleyeceksiniz’ diye dövüp sövdüler. Ama biz ismini vermemiştik. Böylelikle 12 yaşımda hapisle tanışmış oldum.”
Özgürlüğün, imkân sahibi olmanın da bir bedeli var ve bu bedel, hakkını vermek ve gereğini yerine getirmektir. Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin dediği gibi: “Ümmetin kurtuluşunu isteyenler hem ilim hem de dava insanı olmak zorundadırlar.”