DEĞİŞEN NEDİR?
Müslümanların hayatında tarih boyunca pek çok sapmalar oldu. İlahi yöntemden her sapışta, sapmanın şekline ve etki derecesine, ümmetin -yönetici, alim ve halkıyla- tutumuna göre hızlı veya yavaş ortaya çıkan sonuçları da vardı şüphesiz bu sapmaların. Nihayet sapma son noktaya gelince de sonucu huzur, egemenlik ve güven yerine bugün gördüğümüz zaaf, yoksulluk ve korku olmuştur.
Ahlakı bozuk ama dinin gerçeğini tasavvuru doğru olan bir insanın ahlaki bozukluğunu düzeltmek için çalışırsın; ama kafasındaki kavramları düzeltmek için çaba sarf etmezsin. Halbuki sapma, kavramların kendisinde ise, önce kavramların sonra da ahlakın düzeltilmesi için ne kadar yoğun çaba gerekir acaba?
İslam aleminin bugünkü gerçek durumu budur: Sapma ahlak noktasını aşmış ve dinin temel ilkelerine kadar inmiştir. Bu nedenle de İslam, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in dediği garipliği yaşamaktadır. Problemi kökünden çözmeliyiz. Kavramlar yanlış kaldıkça, sadece ahlakın düzelmesi için yapılacak çalışmalar tam bir sonuç vermeyecektir. Ümmet de asrımızda düştüğü bataklıktan çıkmayacaktır. İlk Müslüman topluluğun İslam’ın birinci garipliğini kaldırmak için gösterdiği çaba gibi, biz de ikinci gariplik dönemini kaldırmak için yoğun bir çaba sarf etmeliyiz.
HER ŞEYDEN ÖNCE TEVHİD
“La ilahe illallah” İslam’ın en büyük esasıdır. Namaz, oruç, zekât ve hacdan önce gelir. Bu, dinde her şeyden öncedir. Kur’an-ı Kerim’i okuyanlar, Allah Teala’nın kitabının en fazla önem verdiği konunun açıkça Tevhid (La ilahe illallah) konusu olduğunu görürler. Kur’an-ı Kerim’in toplamı içinde -Mekke’de nazil olan surelerde biraz daha yoğun olmakla beraber- en büyük yeri kaplayan da budur.
İlk anda zihne şu konu takılabilir: Yüce Allah’ın kitabında “La ilahe illallah”a bu derece ağırlık verilmesinin nedeni, Kur’an-ı Kerim’e ilk muhatap olanların Allah’a ortak koşanlar (müşrikler) oluşudur. Batıl inançların ve ilahlık konusundaki yanlış düşüncelerinin düzeltilmesi için Tevhid konusunun onlarca fazla işlenmesi uygundu.
Fakat, inanç sistemi istikrar bulup, İslam toplumu ve İslam devleti kurulduktan, toplumda başta Yüce Allah yolunda cihat olmak üzere İslami görev ve gerekler uygulandıktan sonra Medine’de nazil olan surelerde de aynı konu işlenmeye devam edildi. Bunlar açık bir üslupla konunun önemine işaret etmektedir. Tevhid konusu bir zaman konuşulup sonra başka söze geçilecek bir konu değildir. Tersine, o konuşulur, onunla başka bir söze geçilir, hiçbir zaman o bitmez.
Kafir veya müşrik itikadını düzeltmek için “La ilahe illallah”a muhtaçtır. Mü’min ise dikkat edip, kendisindeki şeytanın giriş noktalarını, Yaradan’a olan hak ibadetinden onu alıkoymaması için ona muhtaçtır. Her durumda “La ilahe illallah” insan hayatında belli bir görev üstlenir. Gereği olmayan veya hayat gerçeğinde boşa çıkan söylenmiş sıradan bir söz değildir.
CAHİLİYE NEDEN TEVHİD’E KARŞI DİRENİR?
“La ilahe illallah” Hz. Adem ve Hz. Nuh’dan Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e kadar bütün peygamberlerin ortak davetidir. Cahiliyenin karşı tutumu da hep aynıdır; tarih boyunca değişmemiştir: Reddetme, engel olma, yüz çevirme ve zarar verme…
Arap cahiliyesi, daha önce bütün Rasullerle gelen bu davetin ilk kez karşısında değildir. O halde Arap cahiliyesi niçin bu düşmanca tavra bürünüp, önceki cahiliyenin yaptığı gibi, onu kesin bir tavırla reddetti? Sadece bir cümle için mi? Yoksa o cümlenin anlamı ve gerekleri için mi? Onların hissinde bu cümlenin kesin anlamı neydi acaba?
Kureyş, içinden çıkardığı bir şairi ile diğer kabilelere karşı övünen bir kabileydi…. Ya içlerinden bir peygamber çıkınca onlar için nasıl bir övünç olurdu? Kureyş’in aynı anda siyasi ve ekonomik bir merkez olma ayrıcalığı veren bir “dini” liderliği vardı. İçlerinden bir peygamber çıkması dini liderliklerini daha da güçlendirecekti. Buna bağlı olarak siyasi ve ekonomik yönlerini de güçlendirecekti. O halde Kureyş’i -sadece söylenecek bir sözden ibaretse- bu cümleyi ağzına almaktan alıkoyan nedir?
Efendimiz, Müslüman olmasını istediği amcası Ebu Talib’e; “Onu söyle! O; Allah’ın yanında sana şefaatçi olacağım bir cümle…” diyordu. Bu yalın, gereği olmayan veya onunla bazı değişikliler gerekmeyen bir cümle olsaydı, Ebu Talib onu geri çevirir miydi? Yoksa, söylemekle beraber hayat programının tamamının, bölümlerinden her bir bölümünün tamamen değişmesi gerekeceği için mi onu söylemedi?
Peygamber kıssaları da bu tarihi gerçeği vurgular. Bir peygamberin gönderildiği her cahiliye toplumunda peygambere engel olmaya, onu yalanlamaya, onun çağrısına set olmaya koşuşan bir “mele (toplumun ileri gelenleri)” ve liderlerine (küçük bir azınlık dışında) uyan “yığınlar” görürüz. Yığınlar, alıştığı ilahlarını bırakmayı kabul etmezler. Çünkü yığınlar -cahiliyelerinde- algılanan eşyaya biraz daha bağlıdırlar. Eliyle tutabildiği yakınındaki ilahlar onun cahili sapıklıklarını destekliyor. Kurban ve ibadet ilkelerini yerine getirip dokunması ile ona yakınlık hissediyor. Fakat “mele (ileri gelenler)” yığınlara göre daha aydın ve daha güçlüdürler. Gönderilen peygamberlerle onları savaşa iten de “egemenlik” sorunu ölçüsünde bir “ilahlar” sorunu değildir. Onların ilahlarına bağlılığı, gerçekçi olmaktan çok şeklidir. Ne kadar bağlıymış gibi görünseler de onları savunmaları, onların adıyla yığınları sömürmeleri ve yığınların göğsünde onların kutsiyetinden kaynaklanan kutsal bir egemenliği kendilerine tanımalarından kaynaklandığı kadar, ilahlarına inandıklarından kaynaklanmıyor.
Onlara göre gerçek sorun egemenlik sorunudur: Onlara mı egemen olmalı? Yoksa koyduğu kanunların uygulanması yolu ile Allah Azze ve Celle’ye mi? Bütün cahiliyelerdeki azgınları ve zorbaları “La ilahe illallah” çağrısı ile savaşa iten gerçek sebep budur. *
*Muhammed Kutup’un Düzeltilmesi Gereken Kavramlar kitabından alıntıdır.