Fetihlerle insanlığı karanlıklardan nura çıkarmış bir Peygamberin ümmeti ve yine insanlığı en şanlı medeniyetin parlak ufuklarına yükseltmek için zaferden zafere at koşturmuş bir ecdadın torunları olmamıza rağmen; bu gün, fetih bu nesil için çok uzaklardaki bir hayalden ibarettir. Diğer İslamî kavramlar gibi fetih kavramının da yozlaştırılarak işgal gibi lanse ettirilmesi ya da “İslam’da taarruz yoktur” tartışmaları, kısacası İslam’da fethin var oluşunun sebep ve hikmetlerinin anlaşılamamış olması bu durumun oluşmasını sağlamıştır. Fakat asıl sebep bu neslin kendisinin henüz kalp kapılarını İslam’a açmamış olmasıdır. Fethedilmeye muhtaç bir nesilden fetihler beklemek, meselenin temennide kalmasına neden olmaktadır.
Fethin mümkün görülmemesinin ardında yatan en önemli sebeplerden biri de fethin gerçekleşmesinin sayı üstünlüğüne, yeterli techizata sahip olmaya ve imkân çokluğuna bağlı olarak görülmesidir. Hâlbuki Rabbimiz, Kuran’da: “Nice az topluluklar çok topluluklara Allah’ın izniyle galip gelmiştir…”1 buyurarak galibiyetin şartının sayı olmadığını ifade etmiştir. Zaferi sayı çokluğuna bağlamak; görünenden öteye geçemeyen, her şeyi maddi tartılarla tartan insanın sığ bakışıdır. Gerçek ise bunun çok ötesinde, Rabbimizin katındaki bazı sebep ve vesilelerde gizlidir. Şüphesiz ki Rabbimizin zafer için hiçbir şart ve vesileye ihtiyacı yoktur. Orduları çoktur ve büyüktür. Başarıyı istediğine verir. Kimseye de sorup danışacak değildir. Geniş hazinesinden, sonsuz mülkünden, sınırsız gücünden istediğine fetihler nasip eder. Bu sebeple meseleyi maddi kayıtlarla sınırlamak Allah’ı tanımamak manasına gelir. Zira “Başarı yalnızca Allah katındandır…”2 Fakat bunun böyle olması fethin ve zaferin ucuza mal olacağı, bedavadan verileceği manasına gelmez. Büyük nimetlerin büyük bedellerle elde edilebileceği gerçeğine binaen elbette ki fetihlerin gerçekleşmesinin de birtakım manevi şartları vardır. Bu şartlar Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin ifadeleriyle ve Müslümanların tarih boyunca zafer ve yenilgilerinden elde edilen tecrübeleriyle açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Bunlar:
1) İhlas: İşlenen bütün amellerin kabul olması için şart görülen ihlas, elbette ki en zor amellerden olan cihad için de beklenmektedir. Zafer; cihadını, ne nefsini ve ırkını yükseltmek ve ne de ganimet elde etmek için değil, hatta zafere ulaşmak için bile değil, sadece Allah rızası için yapanların hakkıdır. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bütün savaşlarda ashabına, zaferden önce cennetten bahsetmiş ve ashab her seferinde savaş meydanlarında yaşamaktan çok, ölümü temenni ederek cennete koşmuştur. Rabbimiz Kuran’da, “Genişliği yeryüzü ve gökler kadar olan cennet için koşun, yarışın!”3 derken, Bedir’de Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem nida ediyordu: “Bu gün kim onlara karşı sabırla ve sadece Allah’ın rızasını gözeterek savaşır, geri dönüp kaçarken değil de ileri atılırken öldürülürse şüphesiz Allah o kişiyi cennete sokacaktır.” Onların savaş ve mücadelesi zafer için değil, Allah’ın rızasıyla cennet içindi. Zafer, Allah Azze ve Celle’nin dilerse nasib edeceği bir ikramıdır. Bu ihlâs Bedir’de ‘Kök yiyen çekirgeler kadar çoğuz’ diyerek övünen Ebu Cehil ordusunu, onların üçte biri kadar olan Müslümanların bozguna uğratmalarının sebebiydi. Sayıyla değil ihlâsla savaş kazanıldı. Fakat Uhud’da ganimet sevdası ile ihlâs bozuldu ve Allah Azze ve Celle zaferi nasib etmedi. Çünkü savaş akide savaşıdır, nefsî emellerle kirletilemez. Saflık bozulunca da zafer beklenemez.
2) Takva: Bunu Tâlut’la beraber Câlut’a karşı savaşacak olan az ama takvalı müminlerin savaşlarında açıkça görmekteyiz. Bu savaşta Allah (c.c.), ordusuna alacağı savaşçıları önce takva sınavından geçirdi. Günlerce süren seferden sonra çok susadıkları bir anda karşılarına bir nehir çıkacak, fakat sudan bir avuçtan fazla içmeyeceklerdi. Komutanları dedi ki: “Kim bir avuçtan fazla içerse o benden değildir.”4 Ve çok azı hariç o sudan içtiler. İçenler ordudan atıldılar. Allah’ın ordusunun nefsini arındıramamış olanlara ihtiyacı yoktu. Kalan azlarla, çok büyük bir ordu yenildi. Ve müminler işte o zaman, “Nice az topluluklar çok topluluklara Allah’ın izniyle galip gelmiştir.” dedi. Bu olay göstermektedir ki takva sahibi olanlar itaat edebilirler. Takva sahibi olmayanlar nefislerine dokunan bir emirde hâkim olamayacak ve itaat edemeyeceklerdir. İtaatsiz bir ordunun zafer kazanması ise mümkün değildir. Takva aynı zamanda Allah’ın rahmetinin vesilesi ve insanın manevi gücünü arttıran en büyük faktördür. Takvalı insan nefsini mağlup edebilmiş bir pehlivandır. Bu kişi nefsiyle cihadında bundan daha zorunu başardığından dava yolunda önüne çıkan engelleri de yenebilir ve savaş meydanında düşmanını da yere serebilir. Ve takva; bir insanda olması gereken en yüce meziyet, en üstün kabiliyettir. Bu gün başarı için vasıflı kadrolar oluşturmak istiyorsak takva vasfının insan kalitesini yükselten en önemli vasıflardan olduğunu unutmamalıyız.
3) Sabır ve Sebat: “…Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz, inkâr edenlerden bin kişiyi yener… Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira içinizde zaaf olduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz, onlardan iki yüz kişiyi yener, sizin bin kişiniz Allah’ın izniyle, iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.”5 Demek oluyor ki Müslüman’ın iman ve sabır ölçüsüne göre mukavemet gücü değişmektedir. Yine de bir mümin en az iki kâfire bedeldir. Tek şartla ki; o da sabır. Sabretmeyen kaçar, kaçan kaybeder. Kâfirler korkup kaçıncaya ya da Allah bu yolda canını alıncaya kadar Müslüman sabretmelidir. “Ey iman edenler! Dayanın! Sabır ve sebat yarışına girin! Murabıt olun ve Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.”6
Ey mü’minler! Nefsinizin arzularına, çeşitli zorluklara, her türlü düşmanlarınıza, zulüm ve işkencelere karşı dayanın! Kurtuluş yakındır.
4) Tevekkül: Yapılması gerekenler yapılıp çalışılması gerektiği kadar çalışıldıktan sonra işin tamamıyla Allah’a bırakılmasıdır. Çalışmadan Allah’ın yardımını beklemek de, çok çalışıp başarıyı kendinden bilmek de Allah’ın yardımının önündeki en büyük engeldir. Bu gün Müslümanlar, İslam âlemini kurtaracak ciddi çalışmalar yapmamalarına rağmen kurtuluş bekliyorlar. Bu tevekkül değil tembelliktir. Kimi Müslümanlar ise Allah’a dayanacağına düşmana dayanmakta, bazıları ise korkup geri durmaktadır. “Acaba onlar Allah’ın (c.c) her şeye gücünün yettiğini bilmiyorlar mı? Hâlbuki mü’minler yalnızca Allah’a güvenip dayanmalıydılar.”7
5) Kardeşlik: “…Birbirinizle çekişmeyin sonra içinize korku düşer, rüzgârınız (hızınız, cesaretiniz) kesilir.”8 Müslümanların bütün güçlerini toplayarak kâfirle mücadele etmeleri gerekirken kendi aralarında çekişmeye ve tartışmaya başlamaları, güçlerini zayıflatacak ve düşman üzerindeki tesirlerini kıracaktır. Müslümanlar birbirlerini yerken düşman onları sömürmeye ve topraklarını sinsice ellerinden almaya devam edecektir. Müslümanların aralarına, değil düşman, hiçbir fitne fesat sızmayacak kadar kenetlenmeleri gerekir. “Allah kendi yolunda kurşunla kenetlenip-kaynaşmış bir yapı gibi saf halinde savaşanları sever.”9
6) Duâ: Bütün bunlarla birlikte mü’minler geceleri uykularını bölüp uzun teheccüdlerin arkasından ve beş vakit namazlarından sonra dua etmelidirler. İnsanlığın hidayete ulaşması, mazlum ümmetin kurtuluşu, nefsi ve nesli için… “De ki duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin…”10
Değer vermediğine neden zafer nasîb etsin.
“De ki, ‘Ey Mülkün sahibi olan Allah’ım! Dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın! Hayır, Sen’in elindedir! Şüphesiz ki Sen her şeye hakkıyla gücü yetensin. Dilediğini ise hesapsız rızıklandırırsın.” ‘Bizi hayırlı fetihlerle rızıklandır Allah’ım.’11 (Amin)
- Bakara, 249
- Hud, 88
- Al-i İmran, 133
- Bakara, 246-250
- Enfal, 65, 66
- Al-i İmran, 200
- Enfal, 46
- Al-i İmran, 122
- Saf, 4
- Furkan, 77
- Al-i İmran, 26, 27