Bir meselede şüpheye düşmemenin, zanna kapılmamanın yolu o meselenin doğruluğunu delilleriyle bilmeye bağlıdır. Kişinin neye ve nasıl iman ettiği hem dünyadaki, hem ahiretteki yaşantısının şeklini belirlediğinden özellikle de inanç meselesi delilleriyle bilinmeye her meseleden daha layıktır. İnanç meselesi netliğe kavuşmadığında insanın içinde sıkıntılar başlayacak, Kuran-Kerim’in ifadesiyle: “Sanki göğe çıkıyormuş gibi daralacak”1 sürekli gel-gitler yaşayacak ve iç âlemindeki kargaşa hayatına da yansıyarak hayatında da bir çizgi tutturamayacaktır. Böyle bir insanın daha dünyadayken başlayan hüsran ve kaybının daha acı ve şiddetlisini ahirette yaşayacak olması insanın bütün kabiliyetlerinin, aklının ve o seçkin ruhunun kendi eliyle heba olmasıdır. Çünkü insan inanmak için vardır. İnançsız(ya da yanlış inanan )bir insan hayatının en büyük hatasını ve en ciddi yanlışını yapmıştır.
İnanç meselesinin ciddiyeti insanın onun üzerine eğilmesini şart kılarken, bu konuda insan üzerinde şeytanın müdahalesinin çok olması ve nefsin de olayı kendi istediği mecraya sürüklemeye çalışması işi zorlaştırmıştır. Günümüzde insanların gerek teorik, gerek pratik olarak inançsızlığa düşmesine neden olan etkenlerin arttığını da göz önünde bulundurursak, hakkı delilleriyle bilmenin önemini daha iyi anlamış oluruz. Öyle ki bu mesele inançsızı ilgilendirdiği gibi inandığını söyleyenleri de ilgilenmektedir. Ta ki inanmayan inansın, inanan inancında mutmain olsun, sağlamlaşsın.
Elbette ki inanç meselesinin önemi yeni anlaşılmış değildir. Bu mesele tarih boyunca her devirde gündeme gelmiştir. Çünkü her insan daha çocuk yaşlardayken “Gökleri ve yeri yaratan kim?” sorusunu içinin derinliklerinde duyar. Diğer taraftan rahat zamanlarında yaratıcıyı kabul etmeyenler sıkıntı anlarında “Aman Allah’ım” demekten kendilerini alamamışlardır. Fıtrat “Allah vardır ve birdir” diye avazı çıktığı kadar bağırırken “Allah yoktur” diyenler kendi varlıklarını, ruhlarını ve de vicdanlarını hiçe saymış, çiğneyip geçmiş olurlar ki; bu insanın kendi kendisine yapabileceği en büyük zülüm ve haksızlıktır.
“Allah’ı tanımazlık” olarak ortaya çıkan ateizm; delilleriyle Allah’ın olmadığını ispatladığından değil, dini ve Allah’ı reddetmek için ortaya çıkmış tepkisel bir teoridir. Aslında var olanı inkâr demektir. Çünkü bu zamana kadar varlık ve yaratıcılık meselesine objektif olarak bakıp da Allah’ı inkâr eden olmamıştır. Demek ki ateizm hür bir aklın ürünü olmayıp, şeytanın ve nefsin egemenliği altında kalmış aklın ürünüdür. “Aslında ateizm yıkıcı ahlâk dışı ideolojilerin kullandığı bir alettir.”2 Çünkü bu ideolojilerin Allah’ı kabul etmemeye ihtiyaçları var. Eğer Allah varsa yönetir. Allah’ın varlığının ulaştığı sonuç, yönetiminde O’nun hakkı oluşudur. Zaten meselenin önemi burada yatmaktadır. Kuran-ı Kerim’in yer yer bu konuya değinmesi de bundandır. Allah’ın varlığı ve birliği konusunda mutmain olan insan, yönetim hakkının da O’na ait olması gerektiği konusunu anlamakta zorlanmayacaktır. Çünkü Allah’ın varlığı ile birlikte bu konunun kapsamı içerisinde yer alan kudretini, yüceliğini, bilgisinin sonsuzluğunu, yaratmada zorlanmadığını, çeşitli yaratabildiğini görecek, sonuç olarak sadece O’nun en iyi yönetebileceğini idrak edecek, emin olacaktır. Bu nedenle Kur’an’ın en çok üzerinde durduğu konu tevhid olmakla birlikte “yaratıcının inkârı ve ispatıyla ilgili tartışma açmadan yaratıcının varlığı hususunda çok sayıda delil getirmiştir.”3
İnançsızlıkta temel düşünce ‘görmediğime inanmam’ düşüncesidir. İnsanın görmediği birçok şeye inanmasına rağmen bunu söylemesi bir çelişkidir. Bu çelişkiden kurtulabilmek için ya görmediği halde inandığı şeylerin tamamını inkâr edecek… Mesela aklını ve duygularını veya kâinat üzerinde görülmediği halde oluşturdukları etki ve sonuçla inanılan yer çekimini, elektriği, mıknatıs çekim gücünü vs. Ya da görmediği şeylerin var olabildiğini kabul edecek. Birincisi akıl dışı olduğuna göre geriye ikinci madde kalmaktadır ki akıl bunu kabul etmekte zorlanmaz. Çünkü hakikatte akıl gördüğüne değil anladığına inanmaktadır. Allah’ın varlığını ise akıl anlamakta, duygular ve ruh da onu bu konuda desteklemektedir. Tam tersi akıl her gördüğünü hemen doğru olarak kabul etmez. Mesela; suya batırılmış bir çubuk kırılmış gibi görünürken akıl onun kırık olmadığını bilmektedir. Demek ki; “Herhangi bir şeyi algılamamızı sağlayan duygular değil akıldır. Eğer akıl olmasaydı yalnızca duyu organlarımızla bilgi edinemezdik. Duyu organları aklın bir konuda hüküm vermesini sağlayan araçtır.”4
Kuran-ı Kerim ateizmi dikkate alacak kadar değer vermez. Rabbimiz: “Gördüklerinize ve görmediklerinize yemin olsun ki”5 buyurarak görülenlerin arkasında görülmeyenlerin olduğunu ifade eder ve bu şekilde ateizmi bir tek kelime ile reddeder. Bunun yeminle söylenmesi konunun kesinliğini ifade etmektedir. Kur’an bununla birlikte bu konuda mutmainlik oluşturmak ve Allah (c.c.)’ın kudretini ve yüceliğini ortaya koymak için insanı sık sık düşünmeye ve kâinata bakmaya teşvik eder. Çünkü Allah (c.c.)’ı görmek insan için bu âlemde mümkün olmasa da eserleri, tesirleri ve tesirlerin meydana getirdiği neticeler ortadadır. Sebep müsebbipsiz, eser müessirsiz olmayacağına göre bir yaratıcının varlığı kaçınılmazdır.
Yaratıcının varlığını kabul etmeyenler kâinatın ve insanın nasıl var olduğu konusunda hemfikir olamamışlar, bu nedenle çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan belli başlılarını sayacak olursak:
1) Kâinatı sebepler yaratır
2) Kendi kendine var olmuştur
3) Tabiat yaratıyor, şeklinde özetleyebiliriz.
Bunun dışında her şeyin bir hayal olduğunu, aslında hiçbir şeyin var olmadığını iddia edenler ya da madde sonradan yaratıldığı için “kim yarattı?” sorusuna ihtiyaç olmadığını düşünenler veya evrimleştiğini söyleyenler olmuşsa da bunlara itibar edilmemiştir. Zaten bilimsel bulgular ateist nazariyelerin hiçbirini desteklemez. Bilim Allah (c.c.) ’ın varlığını kabul etmektedir. Bu nedenle de bilim adamlarının neredeyse tamamı ya Allah’ın varlığını kabul etmişler ya da yaratılışın sebep ve tesadüf işi olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Ateist nazariyeleri kısaca ele alacak olursak ilk olarak; kâinatı sebeplerin yarattığını iddia etmişlerdi. Hâlbuki sebepler hadistir. Yani sonradan var olmuşlardır. Sonradan var olan bir şeyin Hâlık (yaratıcı) olması mümkün değildir. Çünkü ezelî ve ebedî olmayan bir şeyin yaratma gücü yoktur. Sebepleri, sebebe ihtiyaç duymayan sebepsiz de yaratabilen bir güç yaratabilir. Çünkü her şeyin bir sebebi var diyemeyiz. Sebebi bilinmeyen ya da bulunamayan sebepsiz veya sebep dışı birçok hadise gerçekleşmektedir. Sebepler de bir yerde durmakta ve bir müsebbibin müdahalesi devreye girmektedir. Mesela; “İngiliz astronomu Eddington’un yaptığı hesaplara göre güneşin merkezindeki ortalama sıcaklık 35 milyon santigrat derecedir. Bu sıcaklıkta katı bir gök cismi bulunmayacağından güneşin kütlesi gaz halindedir. Güneş dünya kurulalıdan beri aynı hızla radyasyon yaymakta ve bu yüzden günde 360 milyon kütle kaybına uğramaktadır. Güneş radyasyonunun güneş için enerji kaybı olduğu aşikâr olmasına ve enerji korunumu prensibinin de enerjinin yoktan var olamayacağını kabul etmesine göre, bu kadar uzun zamandan beri devam eden müthiş bir enerji sarfı için elbette kaynak aramak icap eder. Böyle bir kaynak nerededir? Güneş sarf ettiği enerji için kendi yağıyla kavrulmaya mecburdur. Güneşi, kömürünü kendi taşıyan bir cisim ve sarf ettiği ışık ve ısı enerjisinin bu kömürden hâsıl olduğunu farz etmiş olsak, bu kömürün birkaç bin senede kül ve cürüha inkılâp etmesi icap ederdi.”6 Ayrıca samanyolu galaksisinde bunun gibi iki yüz milyar güneş olduğu da unutulmamalıdır.
Güneşin enerjisinin bitmemesinin sebebi tespit edilememiştir. Sebepler yaratır diyenler hiçbir sebebe dayanmayan gerçekleri ne ile izah edecekler? Her şeyin bir sebebinin olduğunu var saysak bile sebepler silsilesinin başına gidecek olursak ilk halka yine bir müsebbibe ihtiyaç duyacaktır. Bugün hayatı hangi elementlerin oluşturduğu, bunların bileşim oranı, hayatın oluşması için ne gibi bir ortamın gerektiği bilinmesine rağmen, hayat laboratuvarlarda oluşturulamamıştır. Üstelik bu işin uzmanları bunun üzerinde senelerce çalışma yapmalarına rağmen; “Rusya’da hayatı kimyasal elementlerden oluşturma çabaları oldu. Bununla materyalizmi ispat etmiş olacaklardı. Bu çalışmaları Sovyetler Birliği Kimya Fakültesi Dekanı ‘Oparin’ yürüttü. Ondan kimyasal bileşimler yoluyla hayatın elde edilebilirliğinin kanıtlanması istendi. Yirmi yılı aşkın bir çabadan sonra söz konusu kimyager çalışmalarının sonucunu açıkladı. 1962 yılında bu konuda sürdürülen çabaların sonucu bilim dünyasına tüm ajanslar yoluyla duyuruldu. Sonuç şuydu: Kimya bilimi hayatı oluşturmaktan acizdir! Bu madde ile uğraşan bilimin kavrayabileceği bir şey değildir.”7
Sebepler var etmeye yetseydi bu araştırmanın bu şekilde sonuçlanmaması gerekirdi. Demek ki sadece bir Kadir–i Mutlak sebepleri ve sonuçları meydana getirebilir. Nihayetinde yaratıcının varlığını inkâr edenler bile şöyle demek zorunda kalmışlardır: “Hayatın başlangıcında ilk hücrenin kendiliğinden oluştuğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü ilk hücrenin kendi kendine nasıl oluşmuş olduğu bilinmemektedir. İlk hücre kimyasal maddelerden kendi kendine dışarıdan bir müdahale olmadan nasıl oluşmuştur? Şüphesiz ki cansız maddeden böyle bir canlı maddenin oluşabilmesi bilim açısından bir mucizedir. Canlılık, cansız maddeye yüksek hayat sahibi bir akıldan gelmiştir.”8
Kâinatın kendi kendine, müsebbip ve müessir olmadan yaratılamayacağını misallerle izah edelim;9
1-Bir eczane düşünelim. Bu eczanede muhtelif maddelerle dolu birçok kavanozlar ve bu kavanozlardaki maddelerden yapılmış ilaç, merhem ve şuruplar var. Bu ilaçlar incelendiğinde görülüyor ki kavanozlardaki maddelerin her birinden belli ve farklı ölçüde alınarak ve çeşitli işlemlerden geçirilerek yapılmış. Öyle ki eğer bir kavanozdaki maddeden bir mg. fazla ya da eksik alınırsa formül bozulur ve ilaç özelliğini kaybeder. Hiç imkân var mıdır ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf sonucu veya fırtınalı bir havada devrilmesi ve her birinden gerekli miktarın akmasıyla bir araya toplanarak o ilacı oluştursunlar. Öncelikle bu maddeler nasıl oluştu? Sonra bu maddelerin ilaç olabilmesi için gereken laboratuvar ortamı, formül bilgisi, eczacı olmadan nasıl ilaç meydana geldi? Bunu sebeplere bağlamak veya kendiliğinden olduğunu söylemek Bediüzzaman’ın ifadesiyle “ahmakhâne, sarhoşhâne divanece bir hezeyandır. Merkep muzaaf (katmerli) bir merkepliğe girse sonra insan olsa ‘bu fikri kabul etmem ’diye kaçacaktır. İşte her bir maddesi belli bir ölçüyle meydana gelmiş kâinatı ve insanı tesadüf ve sebeplerin eline bırakmak bu duruma düşmektir.”
2- Yaratılışı sebeplere bağlamak demek bir şeyi oluşturan elementlerin her birini akıl, fikir, irade, şuur, gaye sahibi bir varlık olarak görmek demektir ki; bu asla kabul edilemez. Bir karıncayı ele alalım: Bir karınca Na, K, Ca, Mg, N, C, H, O gibi elementler ile güneş hava toprak ve suyun bir araya gelmesiyle oluşur. Her bir element yüksek derecede akıllı, bir profesör kadar bilgili, irade ve fikir sahibi olmalı ki gideceği yeri bilsin oraya yerleşsin. Güneş, hava, su ve toprak da bir araya gelmeli, ittifak edip yardımlaşmalı ve karıncanın oluşumu için nelere ihtiyaç olduğunu, hangi elementin nerede olacağını bilmeli ve buna güç yetirebilecek bir irade ve güce sahip olmalı ki nihayetinde bir karınca meydana gelebilsin. 10000 karınca hücresinin bir iğne başı büyüklüğüne ulaşamadığı düşünülecek olursa bunca sebebin bu küçücük alanda bu kadar düzenli ve ustaca iş yapabilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkar. “Hiç mümkün müdür ki tüm bu ahenk ve uyum sonsuz sayıda cansız, cahil, bilinçsiz, mütecaviz kör ve sağır sebeplerin eline verilsin.”
3- Her var olanın bir yapıcısı olduğuna göre, kâinat ve insanın yaratıcısız olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunu inkâr edenler kendiliğinden var olmuş bir şey gösterebilirler mi? Masa varsa ustası var, resim varsa ressamı var, sanat varsa sanatkârı var, kâinat ve insan da var olduğuna göre bunu yapan Allah var. İmam-ı Âzam Allah’ı inkâr eden bir gruba bunu şöyle açıklamıştı: “Size biri gelse de: ‘Çeşitli mallarla yüklü bir gemi gördüm, ne kaptanı ne başka bir sevk edicisi vardı. Engin denizlerde yol alıyor koca -koca dalgaların ve büyük fırtınaların arasından geçiyordu, ama ona bir şey olmuyordu, düzgün bir şekilde yola devem ediyordu’ dese ona inanır mısınız?” diye sordu. Onlar: “Bu aklın kabul edebileceği bir şey değildir” dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife hazretleri; kaptansız bir geminin denizlerde düzgün bir şekilde yol alabileceğini akıl kabul etmiyorken çeşitli hallerine rağmen bu büyüklükteki bir dünyanın kendi kendine var olabileceğini ve kendi kendine yol alabileceğini nasıl kabul ediyor? Ebu Hanife’nin bu cevabı üzerine onlar ağladılar ve: “Doğru söylüyorsun” diyerek tevbe ettiler.10
4- Maddî sebeplerin maddî âlemi yapması mümkün olmadığına göre, manevî âlemi oluşturmaları hiç mümkün değildir. İç âlem dış âlemden yaratılış itibariyle daha ince ve daha zordur. Sevgi, merhamet, üzüntü, sevinç, kibir, haset gibi olumlu ve olumsuz duygular, irade ve düşünme gibi insanı diğer varlıklardan ayıran özellikler nasıl oluştu? Bu duygular şu maddelerden oluşmuştur diyebilecek olan var mı?
Hâsılı kelam şu mükemmel kâinatın, şu düzen ve intizamın, şu güzellik ve sanatın, canlılık ve ruhun, duygu ve vicdanın kendi kendine var olması ve milyarlarca yıldır bozulmadan devam etmesi bir yaratıcı olmadan mümkün olamaz.
Ey inkâr eden kişi! Göklerde ve yerdeki bütün zerrât Allah’ın varlığına delil iken inkâr etmek de neyin nesi? İspatlayamadığın fikirlerin peşine düşmekten vazgeç! Küçücük aklınla sonsuz kudret sahibine diklenme! Kendini inanmamaya zorlayıp da aklını ve ruhunu ezeceğine, onların ittifak ettiği gerçeğe dön! Bilesin ki dönüş bu dünyadadır, ahirette dönüş yok! Rabbin sana söylüyor: “Kabul edenler olduktan sonra Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri boştur.”11
- En’am, 125
- Ateizm ve Eleştirisi(Dr. Aydın Topaloğlu)
- Allah’a İman (Prof. Ali Muhammed Sallabi)
- Allah’a İnanmak(Said Havva)
- Hakka, 38-39.
- Allah ve Modern İlim (A. Nevfel)
- Allah’a İnanmak (S. Havva)
- A.g.e (Materyalist düşüncenin önde gelenlerinden Bücher)
- Misallerde Bediüzzaman’ın Tabiat Risalesinden alıntı yapılmıştır.
- Allah’a İman (Sallabi)
- Şura, 16