Bazı sorular vardır ki; o soruların cevabı kişinin hayatındaki misyonu ortaya koyar. İşte sorduğumuz bu soru da Müslüman’ın görevini-misyonunu inceleyen sorulardandır. Görevimiz davet mi tekfir mi? Eğer müslüman, görevini bilmez veya kendine yanlış görevler edinirse bu problem sadece bir kaç kişiyi bağlamaz. Tüm ümmete zarar verilmiş olur, hatta gelecek nesiller bile bu yanlış cevabın tezahüründen etkilenir. Bugün ümmet gerçek görevini anlamasın diye başka başka misyonlar yükleniyor sırtımıza. Bunun neticesinde ise; istediğimiz uyanış hareketleri, güçlü olma projeleri ve ümmetin başarılı olacağı ideali istenilen hızda gerçekleşemiyor. Bundan dolayı sorunun cevabını doğru vermek zorundayız; Müslüman’ın görevi DAVETTİR. Çünkü Allah(c.c): “Allah’a davet eden ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kimdir?”1 buyurmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de davetle ilgili gelen onlarca ayete baktığımızda bu ayetlerde mefulün zikredilmediği dikkati çekmektedir. Buradan anlıyoruz ki; davetin muhatabı aslında tüm insanlardır. Gerek kâfirler, gerekse de İslam’ı yaşamayan veya yanlış İslam anlayışına sahip olan Müslümanlar davetin muhatapları arasındadır. Yine Kur’an-ı Kerim, böyle geniş bir kitle ile ilgilenecek olan İslam davetçisinin, bu önemli vazifeyi îfa ederken, “kaş yapayım derken göz çıkarmaması” için de davetin metodunu- yöntemini ayetlerle ortaya koyuyor: “Rabbinin yoluna HİKMETLE ve GÜZEL ÖĞÜTLE davet et.”2
“De ki; ben bana tâbi olanlarla birlikte, BASİRETLE Allah’a davet ediyorum.”3 mealiyle gelen ayetler davet işinin rastgele yapılamayacağını, şayet davetin semeresi alınsın isteniyorsa; kitaba uygun bir davet metodunun uygulanması gerektiğini ortaya koyuyor.
Yani davetin kitabı olan Kur’an-ı Kerim, bize bu hususta HİKMETİ VE BASİRETİ öğütlüyor. Hikmet; “taşı gediğine koymaktır.” Yani muhatabın durumuna göre, ona fayda verecek şekilde konuşmaktır. İnsanlarda bulunan eksiği-yanlışı ön plâna çıkararak negatif bir yaklaşım ile davet işine başlamak; Tevhidi, İslam’ı yani işin doğrusunu anlatmanın önüne taş koyacaktır. Bu durumda ise taşı gediğine koymak (hikmet) değil, davetin önüne taş koymak durumu oluşacaktır. Böylece davetin önü belki de açılmamak üzere tıkanacaktır. Davetçi böyle bir duruma hiç olmazsa işin başında müsaade etmemelidir. Daima davete bir yol açmaya, bir yol aramaya çalışmalıdır. Artık davetin tesir etmediği bir durumla karşılaştığında ise Allah’ın kalpleri açan olduğu gibi hatim (mühürleyen) eden de olduğunu bilerek Allah’ın işine karışmamalı, nasipsizlerden olanlarla daha fazla uğraşmamalıdır.
Davet konusunda bize bir yöntem ve aynı zamanda edep öğreten Kur’an-ı Kerim, görevimizin nerede başlayıp nerede bittiğini de ayetleriyle netleştirmektedir. Allah (c.c.) Nahl Suresi 125. ayette: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et …” buyurduktan sonra, ayetin devamında ”…Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı da hidayete ereni de bilendir” buyurarak davet ettiğimiz insanlara hüküm verecek olanın bizler olmadığımızı ortaya koyuyor.
İslam davetinin muhatabı olduktan sonra “ben müslümanım” diyen ve açıktan küfrüne delil olmayan insanlara ahkâm kesip, onların ahireti hakkında karar vermek insanın haddini aşmasıdır. Peygamberimiz (s.a.v.)’e bile “Sana düşen ancak tebliğ” buyuran Kur’an-ı Kerim müslümanın gerek vazifesini, gerekse de o vazifenin sınırını çizmektedir. Şunu bilelim ki bizim VAZİFEMİZ DAVETTİR. Onu- bunu cennetlik veya cehennemlik yapma vazifesi değildir. İnsanlara “kâfir-münafık” sıfatlarını verip, oturduğumuz yerden ahkâm kesme vazifesi hiç değildir. İnsanlar hakkında hüküm verecek olan el-Hakim olan Allah’dır. Hele hele bu hüküm; kalbî bir mesele olan iman-küfür, gaybî bir mesele olan cennet-cehennem konusu ise…
Bu şekilde hükümler verenler, bazen kendilerini “hüküm koyucu” olan yerine koyarak insanları tekfir ederler, bazen de kendilerini, İslam devletinin hâkimi yerine koyarak insanları irtidat (dinden çıkma) ile suçlarlar. Her iki durumda kişinin davet görevini unutup, kendine başka bir misyon (hüküm verme misyonu) yükleme durumudur.
Aslında tekfirci zihniyet tarihte bu ümmetin başına çok iş açmış zehirli bir zihniyettir. Hâriciler ve Mutezileye mensup olanlar bu zehirli fikir ile tarihe geçmişlerdir. Bu akım sahabe döneminden itibaren başlayan, bugün de yeniden hortlatılmaya çalışılan tehlikeli ve bölücü bir akımdır.
Bu tür akımlara pirim veren Müslümanlarda belli ortak özellikler vardır ki; bu özelliklerin başını ilimde olgunlaşmamak çekmektedir. Onların meseleye bakışı dar bir çerçeveden, sadece tek yönlü olarak bakmaktır. Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi onların Kur’an’a ve Sünnete bakışını “ cımbızlama yöntemi” olarak isimlendirir. Bu kimseler cımbızlama yöntemiyle, bir ayeti veya hadisi delil getirerek insanların kafasını bulandırırlar. Oysa ilim sahibi olan insan, bir konunun bütün boyutlarına, esaslarına, istisnalarına bakması gerektiğini bilir. Ancak böyle bir yaklaşım kişinin doğru hüküm vermesini sağlar. Gerçek âlimler bir mevzuya bakarken böyle bakarak o mevzu hakkında hüküm vermişlerdir. Kendini “bilmiş” sayanlar ise; cımbızlama yöntemiyle bakarken bir de at gözlüğünü takarak, kendi gözünün gördüğünü doğru sayarak hükümler vermişlerdir. Oysa gördükleri durum ve vardıkları sonuç, İslam’ın hükümlerinden fersah fersah uzaktır.
Bu dar bakışın te’vil ilmini bilmemekle de direkt bir alâkası vardır. Aslında böyle mevzularda daha geniş bakmayı ve te’vil ilminin gerekliliğini bize Kur’an öğretiyor. Kur’an- ı Kerim’deki hiçbir mevzuda tenâkuz-çelişki yoktur. Ancak öyle meseleler vardır ki; te’vilsiz bakıldığında, tenâkuz varmış hissini uyandırır. Oysa Kur’an-ı Kerim “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.” buyurarak kendinde tenâkuzun olmadığını ortaya koymaktadır. Tenâkuz; bilgisizlikten, bütünü görememekten kaynaklanır. Oysa bu durumlar Alîm olan Allah(c.c) için söz konusu dahi edilemez. Çünkü Allah’ın gönderdiği Kur’an “kayyum”olan bir kitaptır. Allah (c.c) buyuruyor: “O (Kurân’ı) kayyum olarak indirdi” “Kayyum ise; dosdoğru(müstakim) çelişki ve farklılığı olmayan bilakis bir kısmı öbürünü tasdik eden, birbirine şahit olan” demektir.4
Tüm bu delillerden şu ortaya çıkmaktadır; Kur’an ve sünnette herhangi bir meseleye bakarken, kitabın bütününe bakıp, ayetlerin ayetlerle, hadislerin hadislerle, hadislerin ayetlerle arasını bulmak zorundayız. Bir mevzuda başka başka ayetlerin olması yine, bir mevzuda kendisiyle çelişiyor gibi görünen sahih hadislerin bulunması, bizi te’vil yapmaya zorlamaktadır. Bundan dolayı İmam Nevevî, Müslim şerhinde “her âlimin tevil ilmini bilmesi gereklidir” der. Elbette bu tevilleri yapabilmek ilimde olgunlaşmak ve iyi niyetle Kur’an’ın bütününe bakmak ile mümkündür. Örneğin; “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerdir, zalimlerdir, fâsıklardır.” ayetini, “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen her insan kâfirdir” şeklinde anlamak ve ona göre hüküm vermek ayetin şümullü manasını daraltmaktır. Oysa bütüne baktığımızda te’vil yoluyla; Allah’ın hükmüyle o hükmü inkâr ederek hükmetmeyenler kâfirlerdir. O’nun hükmünü pratikte uygulamayanlar ise; zalimlerdir veya fâsıklardır manası açıktır.
Te’vil ehli olmak için ilim şart iken; tekfirci olmak için ilim şart değildir. Çünkü cımbızla, bir ayete göre hüküm vermek çobanın da yapabileceği bir iştir. Ancak, doğru hükmü vermek her kişinin işi değildir. Bunun için uzman olmak gerekir. Herkes uzman olamayacağına göre, ilim sahibi olmayanlara düşen; iyi niyetli olmak ve bu mevzularda otorite olan âlimleri takip etmektir.
Bunun yanı sıra te’vilsiz tekfircilik Müslümanlara hiçbir fayda sağlamadığı gibi bilakis tefrika (ayrılık) oluşturacaktır. Tekfir, tefriki kaçınılmaz olarak doğuracaktır. Ancak şu bir gerçektir ki; vahdet, ümmet gibi kavramlar bu zihniyetin lügatinden silinmiştir. Onların lügatlerinde tek bir kelime kalmıştır “kâfir.” Bundan dolayı bu zihniyeti, tefrikaya düşme tehlikesi ırgalamaz. Çünkü onların gayesi hiçbir zaman üzüm yemek değildir, bağcıyı dövmektir. İslam ümmetinin yeniden ayağa kalkması için mücadele etmek, yapılan oyunları deşifre edip çözümler bulmak, bilinçli-eğitimli nesiller yetiştirmek, İslam’ın medeniyet projesini dünya âleme anlatmak, bu hastalığa kapılmış olanların vazifesi olmaktan çıkmıştır.
Tüm bunlarla beraber tekfirci zihniyetin en büyük handikapı, alenen küfrü sabit olanlarla mücadele etmeyip, okları “ben müslümanım” diyenlere çevirmeleridir. Oysa Kur’an, açıkça kâfir olanlara “De ki; Ey kâfirler…” ifadesini bize öğretmektedir. Bizzat onlar hakkında kâfir hükmünü koyan Allah(c.c) bizim de onları o sıfatla tanımamızı ve bilmemizi istemektedir. Evet, alenen kâfir olanlara “kâfir” dememek de bu çağın hastalıklı yaklaşımlarındandır. Ancak; hiç kimseye kâfir dememe ifratını yok etmenin yolu, herkese kâfir demek olmamalıdır. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız; gerek Kur’an gerek Efendimiz (s.a.v), ekserî olarak, şahıslarla değil fikirlerle uğraşmışlardır. Efendimiz (s.a.v): “Şu durum kişiyi küfre sokar”, “Bu durum münafıklık alâmetidir.” diyerek yanlış ve hastalıklı fikirlere savaş açmıştır. Bu mevzularda en keskin ifadelere sahip olan Üstad Seyyid Kutub dahi, kişileri değil sistemleri tekfir etmiştir. Evet, Müslümanların yaşadığı toplumların ve “ben müslümanım” diyen insanların içerisinde muhakkak sözde Müslümanlar olacaktır ve vardır. Yani bir toplumda kâfir de, münafık da, kalbinde maraz olan da vardır ve var olacaktır. Ancak bunun hükmünü Allah’a ve ahirete bırakmak gerekmez mi? Tekfir yoluyla tebliğin yolunu baştan kapatmaktansa, davetin çilesini yani akabeyi (bir insanı kurtarmak için sarp yokuşu tırmanmayı) göze almak gerekmez mi? Bir insanın kurtuluşu için çabalamaya değmez mi?
Furkan Nesli Araştırma Ekibi