Hepimiz yaşamışızdır, hepimiz kurmuşuzdur şu cümleyi geçip giden zor günlerin ardından: “Zordu ama geçti” İşte böyledir zor günler. İnsan sabreder, direnir, yapması gerekenleri yaparsa hem Allah’ın rahmetini cezbeder hem de bu zorlu süreçten nice kazanımlarla çıkar. İşte Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin 2 yıllık tutukluluk süreci böyle bir süreçti. Zordu ama geçti ve geçtikten sonra geriye baktığımızda sürecin bizlere çok şey kattığını gördük. Tecrübeler kazandık ve bununla birlikte dik duruşun, geri adım atmamanın ne olduğunu anladık. Şimdi sizlerle paylaşacağımız yazı da o zorlu süreçte yazılmış bir mahkeme notlarından oluşuyor. O günlerde duruşma salonlarında yaşananları hatırlatması için sizlere bu kıymetli yazıyı sunuyoruz…
“Sabah namazını kılıyoruz arkadaşlarla. Sonra herkes yatmaya geçiyor. Uykum olmasına rağmen uyuyamıyorum. İnsan uyuyamayınca aklına çeşitli düşünceler geliyor. Hep birden ötüşen kuşları fark ediyorum mesela. Belki de uyanışın, yeni bir güne başlamanın neşesidir diye geçiriyorum içimden. Sabahın ilk saatlerinde nefes almanın ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum sonra.
Çok geçmiyor ki aklıma katıldığım mahkemeler geliyor. Daha doğrusu Alparslan Hoca’nın mahkemeleri… Alparslan Hoca’nın birçok mahkemesine katıldım. 22 Nisan olayı, kalemi kırılmıştır davası, 4. A.C.M.’deki ve 11. A.C.M.’deki davalarına katıldım. Mahkemede henüz resmi bir sıfat alamadığımdan yani sadece izleyici olduğumdan, duruşmalarda yaşananları daha farklı bir gözle inceleme fırsatı buluyorum. Savunmaları, mütalaaları, izleyicileri tek tek inceliyorum. Kimilerinin gözlerinin dolu olduğunu fark ediyorum. Yanında ümidini de getirmiş olanları görüyorum. Kalbime dokunuyor. Sonra vicdan konusu geliyor aklıma. Hâkimlerin ve savcıların yüzlerine dikkatle bakıyorum. Yüzlerinde bir şey arar gibi bakıyorum. Sanki benimkinden farklıymış gibi bakıyorum. Oysa iki göz, kaşlar, burun, ağız ve biraz da kırışıklıktan ibaret hepsinin yüzü. Ama ben başka bir şey arıyorum sanki.
Gerekçesiz, dayanaksız, hukuksuzca masum insanları nasıl tek bir kararla yıllarca hapse mahkûm edebildiklerini düşünüyorum. Suçu varsa tabi ki ceza şart ama suçsuz, günahsız insanları çocuklarından ayırıp kendi çocuklarının başlarını nasıl okşadıklarını sormadan edemiyorum. Çok geçmeden fark ediyorum; mesele benim aradığım gibi kaşta-gözde değil ya da giydikleri cübbelerde… Mesele tamamen göğsün sol tarafında duran et parçasında.
Yine bir duruşma günü geliyor. Günü ve saatini öğreniyorum. Kapıdan girerken öğrenci olduğumuzu söylüyoruz, yanımda arkadaşlar da var. Mahkeme salonuna giriyorum. Açık veya koyu kahverengi kürsüler hemen dikkat çekiyor. Hâkimlerin oturduğu uzun ve büyük kürsü, hemen yanlarında savcılara ayrılmış alan. Daha aşağıda yani zeminden herhangi bir yüksekliğe sahip olmayan avukat masası, sanıklar için ayrılmış yerler, izleyici koltukları...
Derken herkes yerini alıyor. Avukatlar, izleyiciler, kâtip… Mübaşir SEGBİS bağlantısı için ayarlama yapıyor. Biri hâkimler diğeri izleyici veya avukatlar için birbirine bakan iki ayrı LCD televizyon kullanılıyor SEGBİS için. Televizyon ekranı üç parçaya ayrılmış; Hâkimin görüntüsü, izleyiciler ve küçük bir odadaki sanık…
Önce Alparslan Hoca görünüyor ekranda. Mübaşir bütün ayarlamaları tamamlayınca sistem hazır oluyor. Artık Adana’daki mahkeme salonundan Bolu’daki Alparslan Hoca ile konuşulabiliyor. Alparslan Hoca her zamanki gibi taranmış saçlarıyla, gayet sade ve temiz giyimiyle dikkatimi çekiyor. Bir masa var önünde. Masanın üzerinde küçük bir mikrofon ve not kâğıtları. Yapacağı savunma için hazırladığı notlarını masaya özenle sererek hazırlığını yapıyor. Sonra kafasını kaldırıp izleyicilerin görüntüsü olan ekrana dikkatle bakıyor. Tabi biz de baktığını görünce el sallıyoruz. O da gülümseyip el sallıyor. Sadece kelimelerin eksik olduğu bir diyalog geçiyor aramızda.
Mikrofona yaklaşıp “Selamun Aleykum” diyor. Biz de karşılık veriyoruz o duymasa da “Aleykum Selam.” Ama çok geçmeden, avukatların önünde de mikrofon olduğundan bir avukat kalkıyor ve selamı alıyor. Kısa bir konuşma geçiyor aralarında. Ama malum ki hem zaman az hem de mahkeme ortamı sohbetin kısa olmasına sebep oluyor.
Derken üç ağır ceza hâkimi ve savcı aynı anda mahkemeye giriyor. Herkes ayağa kalkıyor. Gerekli usul işlemleri yapıldıktan sonra duruşma başlıyor. Ben elimde not defteriyle bazı noktaları yazmaya çalışıyorum. Polisler notumu okumaya çalışıyor. Oysa savunmanın tamamı SEGBİS ile kaydediliyor diyorum. Yine de gereksiz tedirginlikleri peşimi bırakmıyor.
Hâkim gerekli şeyleri söyledikten sonra ekliyor: “Alparslan Kuytul, suçlamaları biliyorsun değil mi? Ne diyeceksin bunlarla ilgili?” Alparslan Hoca savunmaya başlıyor, savunma denirse! Konferans ve sohbetlerinden alışık olduğum üslubu devam ettirir mi acaba diye düşünürken bu düşüncenin yersiz olduğunu çok geçmeden fark ediyorum. Çünkü Alparslan Hoca adeta taarruza başlıyor. Hâkim bazen müdahale ediyor; “Alparslan Kuytul, anlattıklarının mahkemenin konusu ile alakası yok. Sana yöneltilen suçlamalar ile ilgili savunma yap!” diye. Aslında hukuki anlamda hâkimin haklı olduğunu biliyordum ama Alparslan Hoca’nın hâkimleri aşan konuşmalarının, sanki bir yerlere mesaj niteliğinde olduğunu fark ediyordum.
“Bana bunları yapanlar Allah’tan korkmaz mı?” diyordu. Kendisine bu kadar zulmü yapan insanların Allah’tan korkması gerektiğini düşünüyor diyorum içimden, iyi niyet göstergesi olarak kabul ediyorum. “Hâkim bey! İddianamede “bunlar İslam Medeniyetini istiyorlar” yazmışlar. Evet hâkim bey! Ben İslam Medeniyetini istiyorum ve bundan şeref duyuyorum.” Keşke dinleyebilseydiniz. Şeref duyuyorum derken öyle bir söyledi ki o duyguyu iliklerine kadar yaşadığı belliydi.
Duruşma devam ediyor…
“Kral çıplaktı çıplak dedim!”
Tüylerim diken diken oluyor. Bağıra bağıra söyleyince not almayı bırakıp ekrana dikkat kesiliyorum. Alparslan Hoca hararetli üslubuyla konuşmaya devam ediyor.
“Hâkim bey! Terör falan hikâye, bu dava aslında siyasi bir davadır. Bana bu yapılanların gerçekte üç sebebi var; Tevhidi yani İslam’ın gerçek manasını anlatıyor olmam, hükümeti eleştiriyor olmam ve derin devleti ortaya çıkarmam.” Bu üç maddeyi duyunca hemen not alıyorum. Konuşma tüm hararetiyle devam ediyor: “Kimse Allah rızası için iki kelime laf söyleyemeyecek mi? Kimse kimseyi uyaramayacak mı?”
İddianamedeki iddialara tek tek cevap veriyor. Yapılan açıklamaların mantıklı oluşu ve buna Alparslan Hoca’nın kaliteli konuşma üslubu da eklenince izleyiciler de dahil herkes, pür dikkat ekranda konuşan, saçı-sakalı ağarmış, zaman zaman ses tonunu birilerine kızar gibi yükselten ve konuşmasında bir dert olduğu belli olan bu adamı dinliyor.
Son olarak dikkatimi çeken bir noktadan da bahsetmek istiyorum. Alparslan Hoca’nın, benim şahit olduğum hemen hemen bütün duruşmalarında, adeta kendisine görev addetmiş gibi söylediği birkaç cümle var. “Aslında mahkemelerin asıl konusu bu”, dediği cümleyi ya savunma sırasında direkt söylüyor ya da hâkim “son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?” dediğinde “evet var” diyerek söylüyor.
“Hâkim Bey! Bana bunların yapılmasının asıl sebebi “Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olsun” dememdir.” Devam eden davanın yalnızca bir ceza davası olarak görülmesini engellemek istiyor, asıl amacının herkes tarafından kavranmasını istiyordu. Israrla her mahkemede tekrar ettiği bu cümleyi düşünürken Üstad Bediüzzaman’ın mahkeme konuşmaları geliyor aklıma. Üstadın mahkeme konuşmalarıyla yazılan tarih kitapları hâlâ ellerimizde geziyor, hâlâ okunuyor. Evet, anlıyorum ki Alparslan Hoca da bundan başka bir şey yapmıyordu. Daha kısa ifadesiyle “Tarih yazıyordu.”
Bu arada gün iyice ağardı. Aslında güneşin yeniden doğacağını biliyordum zaten. Karanlığa sabredişimiz de güneşin doğacağına olan ümidimizden değil midir?”
9.7.2019
Alişan İNCİ -ÖNCÜ KALEMLER