Hadis

Hadislerle Medeni Toplumun Esasları

Paylaş:

Bu yazımızda, İslam dininin “Medeni Toplum Esaslarından” olan iki hadisin şerhini sizlerle paylaşacağız. Allah Azze ve Celle, cahiliye toplumları için belirli dönemlerde yeryüzüne müdahalede bulunmuş ve peygamberler göndererek cehaleti ortadan kaldıracak medeni esasları o toplumlara öğretmiştir. İslam ise alemşümul bir din olduğu için cahiliyenin getirisi olan her çeşit çirkinlik ile savaşmış ve tarih boyunca yanlış süregelen üstünlük anlayışlarına balta vurmuştur. Bununla beraber toplumlara üstünlüğün ve medeniyetin ne olduğunu öğretmiştir.

1. Hadis: “Müslüman, diğer Müslümanların onun elinden ve dilinden güvende olduğu kişidir...”1

Hadisin bazı rivayetlerinde: “Elinden ve dilinden bütün insanların salim kaldığı kimse” şeklinde gelmiştir.2 Bu hadis, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in “cevâmiü’l-kelim” olan, yani az kelimeyle çok büyük anlamlar ifade eden sözlerinden sayılır. Hadiste kastedilen Müslüman kâmil bir imana ve salih amele sahip olan kimsedir. Yoksa bu vasfı tam olarak taşımayan bir kimsenin, Müslüman olmayacağı anlamına gelmez.

Hadiste geçen “Müslüman” ifadesi, imanın ilk şartı olan kelime-i şehadeti kabul eden herkesi kapsamaktadır. Yani İslam olan herkes bu hadisin muhatabıdır. Buradaki incelik “mü’min” ifadesi yerine “Müslüman” ifadesinin kullanılmasıdır. Böylelikle hadisin kapsamı genişletilmiş ve İslam toplumunun tamamının bu vasfı taşıması ile güven ortamı sağlanmıştır.

İnsanın çokça kullandığı iki uzvu olan el ve dil, hadiste özellikle anılmıştır. Çünkü yapılan kötülükler, başkasına zarar verme işi, yaygın olarak bu iki uzuvla ilgilidir. Dil; sövmenin, kötü sözün, lanetin, gıybetin, iftiranın, koğuculuğun ve benzeri kötülüklerin vasıtasıdır. El ise dövmenin, öldürmenin, yakıp yıkmanın, çalıp çırpmanın, batılı yazmanın ve benzeri fenalıkların vasıtası olan uzvumuzdur. “El” burada diğer organları da temsil etmektedir. Zira fiili olarak verilen zararlarda elin mutlaka bir katkısı bulunur. Hangi fiil olursa olsun, hatta elin hiçbir katkısı bulunmasa bile yine o fiil, konuşma sırasında ele izafe edilir. Zira el, bir yerde insanın gücünü temsil etmektedir.

Ele aldığımız güven hadisinin iki çeşit rivayetinden de anlaşılıyor ki İslam vasfına sahip olan her kişi hem din kardeşine hem de tüm insanlığa güven vermelidir. Güvenden iki anlam çıkarılabilir:

Birinci Anlam: Bir zarar söz konusu olduğunda Müslüman duruşun gereği; o zarara (zulüm, haksızlık, ihanet vb.) izin vermemek, tüm gücü ile o zarara engel olmak için mücadele etmek... Böylelikle toplumda Müslüman kişinin zalim olmayacağı veya zulme destek olmayacağı güveni oluşacaktır.

İkinci Anlam: Bir hayır söz konusu olduğunda Müslüman duruşun gereği; o hayrın olması için tüm gücü ile mücadele etmek, tehdit, iftira vb. durumlarda dahi doğru olanı savunmaya devam etmek... Böylelikle toplumda Müslüman kişinin ancak insanlığın hayrına ve kurtuluşuna çalıştığı güveni oluşacaktır.

Bu iki anlam, yaşadığımız çağın Müslümanları tarafından tahribe uğramıştır. Ümmetimiz, zalim ve insanlığın kurtuluşu için mücadeleyi göze al(a)mayan Müslümanlar sebebiyle Müslümana olan güvenini kaybetmiştir. 21. Yüzyıl, Müslümanın elinden ve dilinden emin olunamayan bir çağ haline gelmiştir. Bu zarar yalnızca İslam alemine verilen bir zarar olmaktan çıkarak Müslüman olmayanların da hidayetine engel olacak bir duruma gelebilir. Çünkü güven vermeyen bir toplum “Hakiki Medeniyet Esaslarına” sahip olduğunu iddia edemez! İslam aleminin baskı-otoriteden kurtulması ve insanlığı hidayete teşvik edebilmesi ancak Allah’ın ve Rasulü’nün sunduğu esaslara bağlı kalmaları ile mümkün olacaktır.

2. Hadis: “Bir kişinin kalbinde iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz!”3

Birinci hadiste güven vasfının önemi vurgulanırken ikinci hadiste “doğruluk ve sadakat” vasıflarının önemi üzerinde durulmuştur. Aslında zikredilen vasıflar güven hadisini destekleyici vasıflardır. Doğru ve sadık olmayan bir Müslüman güven vermeyecektir.

Bir kişi ya mü’mindir ya da kafirdir. Ya doğrudur ya da yalancıdır. Ya emindir ya da emanete hıyanet eder. Bazen doğru bazen de yalan konuşan bir Müslüman olmaz. Müslüman, imanında kararlı olan, doğru sözlü ve emin olan kimsedir. Kalp aslında birbirine zıt iki şeyi aynı ölçüde barındırmaz. Mutlaka zıtlıklardan biri baskın gelir. Kalbin merkezinde ya iman vardır ya küfür. Hayatın istediği kısmında Müslüman gibi yaşayıp, diğer kısmında ise inkarcıların benimsediği söz ve eylemleri gerçekleştirmek insanın fıtratına ve İslam inancına aykırıdır.

Hadisin ilk kısmında iman ile küfür karşılaştırması, meselenin önemini vurgulamakta ve karşılaştırılan şeylerin kesin çizgiler ile birbirine zıt olduğu ifade edilmektedir. Aynı zamanda iman ile küfür karşılaştırmasının ardından bu vasıfların zikredilmesiyle anlaşılıyor ki zikredilen “doğruluk ve sadakat” vasıfları doğrudan imanı etkileyen vasıflardır. Buna göre bir kişide yalan veya ihanetin bulunması doğal olarak imana da zarar verecektir. İşte bu yönüyle sadakat, adeta imanın bir sigortasıdır.

Aynı şekilde sadakat, nifakın panzehridir. Nitekim Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem münafıklığın alametini şu şekilde bildirmiştir: “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine itimat edilip bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder.”4 Bu üç alamete dikkat edilecek olursa hepsinin temelinde sıdk/sadakat ihlalinin olduğu görülecektir. Konuştuğunda yalan söyleyen ve söz verdiği zaman sözünü tutmayan sözde sadakatsiz, emanete ihanet ettiğinde ise halde sadakatsiz davranmıştır.

İşte bu noktada Hz. Peygamber sadakatten ayrılmamak gerektiği hakikatini bizlere veciz bir şekilde şöyle bildirmektedir: “Sadakatten/doğruluktan ayrılmayın. Çünkü sadakat/doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında ‘doğru/sıddık’ olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı) kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Allah katında ‘yalancı/kezzab’ olarak tescillenir.”5

Medeni bir toplumun oluşması için bireylerin bu vasıflara haiz olması şarttır. İslam, medeniyetin temelinde ahlaklı bir toplum inşa etmek için mücadele verir. Aksi halde ahlaki yozlaşmanın olduğu bir topluma Kelime-i Tevhidin hakimiyeti gibi bir dava yüklenemez. Geçmiş kavimler bunun ispatıdır. Yahudilerden nifakları ve isyanları sebebiyle, Lut kavminden ahlaksızlığı sebebiyle, Semud kavminden Allah’ın gönderdiği mucizeye/emanete hıyanetleri sebebiyle ve daha nice kavimlerden kalplerinde bulunan hastalık sebebiyle Tevhid davası alınmış ve helak edilmişlerdir.

İslam davasına ve bu uğurda mücadele eden mücahitlere verilen en büyük zarar, hadiste zikredilen yalan ve hıyanet olmuştur. Türlü menfaatler için çeşitli yalanlara başvurup doğruluğu terk eden Müslümanların veya doğrudan açık bir şekilde hıyanet içerisinde olan Müslümanların verdiği zararı düşman vermemiştir. Çünkü görünen düşmana karşı tedbir ve hazırlık kolaydır. Fakat görünmeyen, içimizdeki düşmana karşı tedbir ve hazırlık zordur. Müslüman birey şunu bilmelidir: Bilerek terk edilen doğruluk ve sadakat açık ihanettir. Gayr-ı ihtiyari bir şekilde terk edilen doğruluk ve sadakat için ise tevbe şarttır. Aksi halde günahı büyüktür. Her Müslüman kalbini küfürden, yalandan ve hıyanetten beri tutmak, bu vasıflara karşı kalbini kilitlemekle mesuldür.

1.        Buhari, İman, 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65

2.        Müsned, II, 224; Mecmaü’z-zevâid, III, 268

3.        İbn Hanbel, Müsned, XIV/251

4.        Buhari, İman, 23

5.        Müslim, Birr, 105