Tarih

İslam Medeniyetinden Parıltılar 3

Paylaş:

Allah’ın emir ve yasaklarını yani İslam’ın hükümlerini, sadece namaz ve oruç gibi kişisel ibadetlerden ibaret görmeyen ve bu dinin hayatın bütününe hükmettiğini bilen Selçuklu ve Osmanlı toplumu, insanlığa insan olmanın ne demek olduğunu ve İslam’ın toplum hayatında sağladığı huzuru uygulamalı olarak göstermişlerdir.

Hali vakti yerinde olan hayır sahipleri hem ilme hem ibadete önem vermişlerdir. Bu nedenle bir mescit yaptırdıklarında yanına sadece abdest almak için şadırvan yapmakla kalmamış çoğunlukla (bir ilim yuvası olarak faaliyet gösterecek) medrese de yaptırmaya çalışmışlardır. Böylece ilim ve maneviyatın bir arada topluma sunulduğu bir atmosfer oluşturmuşlar; hatta bundan daha ilginç olanı, hayır sahipleri kendilerine kabir olarak cami ve medrese arasında bir yer ayırmışlar ve oraya defnedilmeyi vasiyet ederek iki güzelliğin arasında geçecek bir kabir hayatını tercih etmişlerdir. Konya Alaaddin Camii ve Adana Ulu Camii’nin mimari yapısı da buna örnektir.

Özel mülk olarak kullandıkları evlerinde de İslam’ın mahremiyet hükümlerini zerafetle uygulayan ecdadımız yüksek duvarla çevirdikleri avlu bölümünde evin hanımı ve kızları için rahat edecekleri bir ortam sağlamaya çalışmışlar ve bunun için ocaklık, çiçeklik, küçük bir (havuz veya) şadırvan, günümüzdeki kamelya benzeri taht-sedir veya çardak denilen ahşap yapılar kurmuşlardır. Gün içinde aile bireylerinin misafirleriyle çay, kahve veya şerbet eşliğinde sohbet edebilecekleri sakin – huzurlu bir ortam oluşturmuşlardır. Ayrıca gelen misafir için kapıya iki çeşit kapı tokmağı konulmuştur. İç içe geçmiş iki halkadan oluşan kapı tokmağının dışta olanı genellikle aslan motifli, kalın geniş bir halka şeklindeydi ve ona vurulduğunda tok bir ses çıkarırdı. Bu halkanın iç kısmında ise daha ince-küçük ve genellikle çiçek motifli bir halka şeklinde kapı tokmağı bulunurdu ki bu da daha ince bir ses çıkarırdı. Eve gelen misafir eğer erkekse kalın olan kapı tokmağını çalar ve evin hanımı veya kızları gelenin erkek olduğunu anlar üzerlerine tesettüre uygun şekilde çeki düzen verirler veya başka bir bölüme geçerlerdi. Gelen misafir bayan ise içteki ince halkayı tıklatır ve gelenin bir bayan olduğu anlaşılırdı, kapıya evin hanımı bakar, evin erkeği ayrı bir bölüme geçerdi.  Misafirin rızkıyla geldiğine inanılır ve bol bol ikramda bulunulurdu. Ramazan ayındaki iftar programlarında veya ziyafet verildiği dönemlerde gelen misafirlere yemekten sonra onları göndermeden önce “Diş kirası” olarak bilinen hediyeler verilirdi. Misafire yapılan ikramlarla ‘dişi yıprandı’ denilerek onun misafirliğinden duyduğu memnuniyeti ve mahcubiyeti ifade etmek için böylesine bir ince düşünce ve uygulama gelişmiştir. Misafir uğurlanırken de ayakkabıların uç kısmı eve dönük halde düzeltilirdi. Böylece misafirden memnun kalındığı ifade edilmiş ve yine gelmesi istenmiş olurdu. Ayrıca misafirin ayakkabısını giyerken ev sahibine sırtını değil yüzünü dönmesi mümkün olurdu.

Komşuluk ilişkilerinin sıkı dostluğa dönüştüğü böyle zamanlarda vefat eden birisi olduğunda bir hafta boyunca komşuları üzüntü ve kedere ortak olur; yüksek sesle gülmezler ve her türlü eğlenceden uzak dururlardı. Cenaze sahibi, taziye için uzaktan gelen dost ve akrabalara yemek yapmakla uğraşmasın diye yakın komşuları evlerinde yaptıkları yemekleri büyük tencereler içerisinde cenaze evine getirirlerdi. Hatta gerekiyorsa taziye için gelenlerden bir kısmını yatıya kendi evine alırlardı.

Geniş aile yapısının hâkim olduğu Osmanlılarda anne- baba, dede-nine yük olarak görülmez; günümüzdeki gibi huzur evi denilen “huzursuzluk evleri”ne terk edilmezlerdi. Çünkü Allah’ın hükmüne gönülden itaat ediyorlardı. Nitekim Kuran-ı Kerim’de “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «öf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle”1 ayeti onlara nasıl davranılması gerektiğini açıklamıştır. Peygamber Efendimizin “Annesi babası yanında ihtiyarladığı halde cenneti kazanamayanın burnu (yerde) sürtülsün”2 hadisi de onları yük olarak değil cennetin anahtarı gibi görmek gerektiği ve daima hoş tutmak gerektiğini öğretmiştir. Buna uygun olarak oluşturulan geniş aile yapısında çocuklar büyüklere saygı ve hürmeti yaşayarak öğrenmişler ve kendileri de anne babaları yaşlandığında hürmette kusur etmemişlerdir. Dede ve nineler torunlarına Kuran ve hadis dersleri yapmışlar; onlara akşamları peygamber kıssaları ve sahabe hayatından kesitler anlatarak eğitmişlerdir.

Osmanlı aile hayatında nezaket, incelik ve zerafet aile bireylerinin birbirine hitabında da kendini gösteriyordu. Hanımlar eşlerine Efendi veya Bey diye, beyler de eşlerine Hanım veya Hanım Sultan diye hitap ederlerdi. Babasına ‘Efendi Baba’ veya ‘Bey Baba’ diye; annesine ‘Hanımanne’ diye; evdeki yaşlı nineye ise ‘Hanımnine’ veya zamanla kısaltılmış şekliyle ‘Haminne’ şeklinde hitap edilirdi. Böylece aralarındaki sevgi, saygı ve hürmet daha da perçinlenirdi. Aile ortamı sanki bir eğitim yuvasıydı, kimse yüksek sesle - bağırarak konuşmazdı. Konuşanın sözü kesilmez, kalabalık ortamda iki kişi gizlice fısıltıyla konuşmaz, kaş göz işareti yapılması hoş karşılanmazdı.

Sofra adabını çocuklar büyüklerinden görerek öğrenmişlerdir. Ayakta yemek yemezler, sofraya herkes ellerini yıkamış olarak tüm aile birlikte otururlardı. Hürmetten dolayı evin en yaşlısı yemeğe başlamadan kimse başlamazdı. O da yüksek sesle besmele çeker (bir nevi hatırlatmada bulunur) böylece yemeğe başlanırdı. Yemekten sonra dua edilir ve Fatiha suresi okunurdu. Evlerin duvarlarında göze çarpan hat veya oymacılık sanatıyla yazılmış yazılarda dünyanın fani olduğunu, Allah’ı ve Ahireti hatırlatan ifadeler bulunurdu.  Ya Malikel mülk” , “Bu da geçer ya Hu” veya Yunus Emre’nin: “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi?” dizeleri bunlara örnektir.

Osmanlıda cumbalı ahşap evlerin pencereleri genellikle çiçeklerle süslenmiştir. Zaman içinde bu çiçeklere de anlam yüklenmiş ve pencerede sarı çiçekler varsa, evde hasta olduğu, sokakta rahatsızlık verecek şekilde gürültü yapılmaması gerektiği anlaşılırdı. Eğer pencerede kırmızı çiçekler varsa evde genç kız olduğu ve sokaktan geçerken, duyanı utandıracak veya incitecek kaba-argo sözler söylenmemesi gerektiği anlaşılırdı.

Osmanlı toplumunda sadece Müslümanlar değil gayr-i müslimler de barış ve huzur içinde yaşardı. Müslümanların günlük yaşamdaki bu İslami hassasiyetlerine gayr-i müslimler dahi saygı gösterirdi. Özellikle Ramazan Ayında herkes oruç tuttuğu için (onlar oruç tutmasa da) açıktan yemek yemez ve çocuklarını dahi bu konuda uyarırlardı.

Geçmişte yaşanan bu huzur ortamı hayal değil, masal değil birkaç asır önce yaşanmış gerçekler! Dolayısıyla günümüzde dünyanın her yanını sarmış savaş, gözyaşı ve huzursuzluk ortamı İslam’ın selamet ortamına duyulan hasretin katlanmasına neden oluyor.

Yazımızı Kuran-ı Kerimde geçen bir dua ile tamamlayalım: ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, Ahirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru’3

 

1-       İsra, 23         

2-        Tirmizi        

3.        Bakara, 201