Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem nübüvvet penceresinden bakarak ümmetini bekleyen tehlikeleri haber vermiştir. Gelecekten haber veren bu hadisler hem günümüze ışık tutması hem de Hz. Peygamber’in nübüvvetinin kuvvetli birer delili olması hasebiyle oldukça önemlidir. Günümüz açısından bu hadislerin belki de en önemlilerinden birisi dünyevileşmeye işaret eden “vehn hadisi”dir. Efendimiz buyurdu ki: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) sofralarına davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.” Sahabiler şöyle sordu: “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem cevap verdi: “Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin kalbinize de vehn atacak.” İçlerinden biri: “Vehn nedir ya Rasulallah?” diye sorunca da şöyle buyurdu: “Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.”1
Hadis, Müslümanların içine düştüğü zilletin sebebini nokta atışı tespit etmektedir. Ecdadımız geçmişte sayıca çok daha az ordularla fetihler gerçekleştirirken, bugün Müslümanların sayısı 2 milyarı bulmasına rağmen İslam Coğrafyasının hadisin tarifinde olduğu gibi adeta bir pasta gibi paylaşılmasını başka türlü nasıl açıklayacağız? Dünya nüfusunun çeyreğine sahip olup buna mukabil dünya milletleri arasında çok etkisiz olabilmek, her yerde zulme uğrarken tepkisiz kalabilmek ne ile izah edilebilir? Buradan anlaşılan odur ki sorun sayıda değil kalitedeymiş. Sayı ve teçhizat üstünlüğü gibi maddi kuvvetlerin çokluğu değil, kalpte oluşan cesaret, şecaat ve sağlam inanç çok daha önemliymiş. O günkü İslam orduları evlerinden cihad için çıkarken düğüne gider gibi coşku ve heyecanla gidiyorlardı. Hayatta kalmaktan daha fazla ölümü arzulayan bu mücahitler: “Ya Rabbi! Bizi bir daha evimize döndürme!” diyerek şehadeti temenni ediyorlardı. Bu anlayış (ahireti dünyaya tercih) nasıl İslam’ın üç kıtaya yayılmasını ve hakimiyetini sağladıysa tam tersi anlayış yani dünyayı sevip ölümü kerih (çirkin) görme de Müslümanların gerilemesine yol açtı. Uzun yıllara yayılan ve toplumu içten içe çürüten vehn hastalığının faturası çok ağır oldu. Tedavi edilmeyen bu mikrop yayıldıkça yayıldı ve Osmanlı’nın yıkılmasına, ümmetin parçalanmasına kadar sürdü. Sonuçta Müslümanlara karşı birleşen düşman ülkeler Osmanlı topraklarını bir pastayı bölüşür gibi bölüştüler ve her bir toprak parçasını maddi-manevi sömürdüler.
Bugüne baktığımızda vehn hastalığı gerek bireysel gerek toplumsal olarak bünyemizi sarmış durumdadır. Müslümanlar büyük oranda konfor alanlarını her geçen gün genişletmekte, elde ettikleri dünyevi makamları ideallerine/sorumluluklarına tercih etmektedirler. Bu durum sadece ehli dünya fertlerde olsa bir nebze tolere edilebilir ancak hassaten İslam’ın toplumda hâkim olması amacıyla ortaya çıkan cemaatlerde ve hareketlerde olunca iş daha da çıkmaza girmektedir. Çoğunlukla kapitalist sistemlerin ve diktatör yöneticilerin tesirinde olan halk, zaten İslam davasından ve mücadele şuurundan uzaktır. Dünyevileşmenin onlardaki tesiri daha fazladır ve elbette bu durum toplum için büyük tehlikedir. Ancak cemaatlerin ve İslami hareketlerin dünyevileşmesi, o toplumun şimdiki durumu ve geleceği için çok daha büyük tehlikedir. Bu durum yiyeceklerde çürümeyi ve bozulmayı engelleyen tuzun kokmasına benzer. Tuzun kendisi kokmuşsa bozulmayı artık ne ile engelleyeceğiz?
İstikametten Çıkaran İki Haslet: Dünya Sevgisi ve Ölüm Korkusu
Nebevi hareket metodunu uygulamamanın ve dolayısıyla hareket metoduyla ilgili istikametten sapmanın temelinde vehn hastalığını aramak gerekir. Nebevi metotla hareket edenlerin de vehn hastalığı sebebiyle istikametten uzaklaşması elbette mümkündür. Vehn mikrobu her durumda fertlerin veya hareketin bünyesine girmek isteyecektir. Öncelikle “İslam adına ortaya çıkmış olanlar neden nebevi metodu takip etmezler?” sorusu üzerinde duralım. Nebevi metoda uymamanın gerekçesi olarak birkaç sebep ileri sürülebilir. Birincisi, bu metotla ilgili bilgi sahibi olunmaması, bundan dolayı farklı metotların denenmesi. İkincisi, bu metotla ilgili yeterli bilgiye sahip olmakla beraber bu metoda uymanın zaruri olmadığı, her dönemde yeni metotların uygulanabileceği, dolayısıyla metot konusunun içtihadî bir konu olduğu söylenebilir. Üçüncüsü de nebevi hareket metodu ve ona uymanın zorunluluğu bilindiği halde farklı gerekçeler ileri sürülerek uyulmaması. Şimdi bu ihtimalleri gözden geçirelim. Birinci ihtimal çok ama çok düşüktür. Çünkü Kur’an, sünnet ve siyere dair malumat ortadadır. Asırlarca İslam’ın dünyada hâkim olması metot meselesini 20. asra kadar gündeme getirmemiş olabilir. Bu da mazur görülebilir çünkü ümmetin parçalanmasına kadar bu konudaki bilgilere ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bununla beraber İslam’ın topluma nasıl hâkim kılınacağı, ortaya çıktığı andan medeniyetin oluşumuna kadar geçirdiği merhaleler bilinmektedir. Kur’an, nüzul sıralamasına göre incelendiğinde ve eş zamanlı siyere bakıldığında metot konusu anlaşılacaktır. Hareket metodu konusunu anlayanların ve bu konuda eser yazanların kitaplarına müracaat edilmekle bu mazeret ortadan kaldırılabilir. Dolayısıyla tüm bunların ışığında birinci ihtimali (bilgi eksikliğini) kabul edemeyiz. Başka metotlar uygulanıp yıllarca başarılı olunamadığı, fayda yerine çok zararlar verdiği ortaya çıktığı halde hâlâ o metotlarda ısrar edilmesi de bu durumu açıklamaktadır.
İkinci ihtimale, yani “metot konusunu biliyoruz ancak şartlar gereği başka metotları takip etmemiz lazım” düşüncesine bakalım. Bu kesim, metot konusunun içtihadî olduğunu söylüyor ve farklı metot uygulayanlara dair Kur’an ve sünnetten (çok zorlama yöntemlerle) delil getirmeye çalışıyorlar. Bu şekilde olanların çoğunun zaman içinde bulundukları ortama göre metodu belirleyip ondan sonra gidişatlarının Kur’an ve sünnette uygun olduğuna dair delil aradıklarını görüyoruz. Halbuki önce metodu belirleyip sonra harekete geçmeleri lazımdır. Âlimlerimiz “Usulsüz vusul olmaz” diyerek olması gerekeni çok veciz bir şekilde ifade etmişlerdir. Önce hedefe gidilecek yolun yöntemi belirlenir, çerçevesi çizilir sonra harekete geçilir. Aslında metot konusunun bağlayıcı olduğunu, tarih boyunca metodun muhafaza edildiği sadece stratejide farklılıklar olduğu gerçeğini Kur’an’daki peygamber kıssalarında görüyoruz. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in siyeri de en ince ayrıntısına kadar bilinmektedir. Dolayısıyla hareket metodu ve izlenmesi gereken yol işaretleri bellidir. Her dönemde değişmeyen yönleri (metot) de değişebilecek (strateji) kısımları da ortadadır.
Bu iki ihtimal de değilse öyleyse gerçek sebep nedir? Gerçek sebep vehn hadisindeki gibi dünya sevgisi ve bunun doğal sonucu olan ölümü kerih görme duygusunun kalpleri kaplamasıdır. Başka gerekçeler öne sürülse de gerçek sebep bu gibi görünmektedir. Sistemlerle ve hâkim güçlerle mücadele zordur. İslam’ın tüm yeryüzüne hâkim olması gibi büyük hedefi2 maraton koşmayı göze almak demektir. Allah’ın uluhiyet hakkının gasp edildiği toplumda Tevhidi haykırmak, Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olmalı (O’nun hükümleri hayatın her alanına hâkim olmalı) demek sürgün, hapis ve ölüm dahil her türlü tehlikeyi göğüslemek demektir. Bu da insan nefsine ağır gelmektedir. Nebevi metotla eğitilmemiş kitleler konformist olurlar ve dünyevileşirler. Başka yöntemlerle köşeleri kapanlar ve dünyevi makamlara sahip olanlar bir süre sonra o hayatın rahatlığına alışırlar ve bu insanlar asla mücadele insanına dönüşemezler. Parti metoduyla köşe kapanların ve iktidarı ele geçirince de yıllar içinde dünyevileşenlerin “Dünün mücahitleri iken müteahhit olduk, sonra da müşahit olduk” sözleri3 birer itiraf değil midir? Müslümanlar maddi imkânları çoğaldıkça daha büyük maddi imkânları elde etmenin peşine düştüler, zincir marketlerden holdingleşmeye geçtiler. Bu sadece parti yöntemiyle hareket edenlerde değil tasavvufi olduklarını söyleyen cemaatlerde de oldu. Onların da dünyevi imkânları, yaşadıkları konfor ve kendi ifadeleriyle “kazanımları” arttı. Kazanımlarını yani var olan hayat şartlarını koruma refleksi de dünyevileşmeye götürdü. Bu durum son yıllarda Müslüman kesimde (özellikle gençlerde) İslami hassasiyetlerin azalmasına, dava şuurunun neredeyse bitmesine sebep olmuştur.
Buraya kadar değindiklerimizden şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Aslında nebevi metoda sarılmak fertlerin ve hareketlerin vehn hastalığından kurtulmasını da sağlamaktadır. Çünkü bu metot asıl olanın ahiret olduğu gerçeğini, dünyanın bir imtihan sahası, davanın dikenli bir yol, rüknünün ise çile olduğunu4 bize öğretmektedir. Bu metotla yetişen nesil sağlam olmakta, şahsiyetli bir duruş sergileyebilmektedir. Bunun örneğini bugün Gazze’deki Müslümanlarda müşahede ediyoruz. Acının bin bir türlüsünü yaşadıkları halde Allah’a olan tevekkül ve teslimiyetleri gıpta edilecek derecededir. Kendilerini, ailelerini, dünyevi ikbal planlarını ve kariyerlerini önceleyenler nerede, her şeylerini Allah’a satmış ve kârlı bir alışveriş yapmış olanlar nerede? Arada çok ama çok büyük bir fark var.
Sonuç olarak nebevi hareket metodunu uygulamakla birlikte vehn hastalığına karşı daima teyakkuz halinde olmak, hareket içinde dünyevileşme emareleri belirdiğinde hemen önlem almaya çalışmak gerekmektedir. Ayrıca dünyevileşme tehlikesine karşı birbirimizi uyarmak, bu konudaki ayetleri, hadisleri gündemde tutmak, yaratılış gayemizi hatırımızdan çıkarmadan dünya-ahiret dengesi kurmak da yapılması gerekenlerdir. Bir de birbirimiz için İslami hareket için ve ümmetin tüm mazlumları için daima Allah Azze ve Celle’ye dua ve niyazda bulunmak da günlük virtlerimiz arasında olmalıdır. Hakikatte bizi bir arada tutacak ve istikamet üzere sebat ettirecek olan Allah’a ve davasına olan bağımızın kuvvetidir. Bunun için de Hz. Peygamber’in sıklıkla yaptığı şu duayı dilimizden düşürmeyelim: “Ey kalpleri (halden hale) çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.”5
1. Süneni Ebu Davud: 4/111, 4297; Müsned-i Ahmed: 5/278, 224
2. Enfal, 39: Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din (hâkimiyet) tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.
3. https://www.sozcu.com.tr/bulent-arinc-topa-tuttu-dunun-mucahitleri-daha-sonra-muteahhit-oldu-wp6248556
4. Hasan El-Benna’nın sözü: “Dava dikenli bir yoldur, rüknü ise çiledir.”
5. Tirmizi, Kader, 7; Deavât, 89