Fetih kavramını ve taşıdığı ruhu anlamayanlar, İslam’ı kılıç zoruyla yayılan bir din olarak lanse etmekte, Batı’nın işgal ve sömürü şeklindeki savaşlarına benzetmektedirler. Oysa fetih ile işgal arasında önemli farklar vardır. Bunu anlayabilmek öncelikle İslam’da cihadın gayesini ve merhalelerini bilmekle, yanı sıra İslam tarihini incelemekle mümkündür. Batı’nın gerek kendi aralarındaki kanlı savaşlarına gerekse Müslümanlara karşı giriştikleri işgal ve katliamlarına karşılaştırmalı olarak bakılırsa, o zaman fetihle işgal arasındaki fark daha bariz anlaşılabilir.
İSLAM’DA CİHADIN GAYESİ
En son ve mükemmel şekliyle indirilen bu dinin (İslam) Mekkî ve Medenî dönemlerini, o süreçte yapılan savaşlardan tutun da sosyal ve siyasal değişimlerin neler olduğunu bilmekteyiz. Bu konuda âlimlerimizin samimi ve titiz çalışmalarıyla ortaya koydukları ilim mirasına da (Tefsir, Hadis, Siyer ve Tarih gibi) sahibiz. Dolayısıyla sahih bilgiler elimizde iken, Batı’nın oryantalist fikirlerinin tesirinde kalanların İslam’da cihadı ve fetih ruhunu yanlış tanıtmaları (veya anlamamaları) bizi etkilememelidir. İslam’da cihad konusunda asıl olan toprakların ele geçirilmesi değil, insanların ilahi mesajı kabul etmesinin, kula kulluktan kurtulup yalnız Allah’a kul yapılmalarının sağlanmasıdır. İslam’ın mesajı ile insanlar arasında mesajın aktarılması ve karşı tarafın da gönül rızasıyla kararını vermesi arasındaki tüm engeller (hâkim sistem veya güçler) kalkmışsa, İslam bu durumda kişileri muhayyer bırakır. İsterlerse kendi dinlerinde/inançlarında kalarak o toplumda yaşarlar veya İslam’ı seçip Müslümanların dinde kardeşleri olurlar. Bu muhayyerlik durumunda “dinde zorlama yoktur…”1 çünkü dinin gayesi, insanları tahakküm altında tutmak ve onlara münafıkça tutum sergiletmek değildir. Ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre iman kalbin tasdikidir, dolayısıyla kişinin bu inancı içten kabul etmesi ve inanması lazımdır. Bu da ancak hür irade ile karar vermeye dayanır.
İslam’da cihad kavramı, bu uğurda yapılan mücadele ve savaşlar incelendiğinde temel gayenin insanların gönlüne Tevhid akidesini yerleştirmek (gönüllerin fethi) ve onları yalnız Allah’a kulluk potasında eritmek olduğu görülecektir. Hedef kalpleri fethetmek olmasaydı Tevhid (inanç) üzerinde bu kadar durulur muydu? O günkü toplumu ortak paydada birleştirecek, kısa vadede büyük kitlelere ulaştıracak birçok gerekçe saymak mümkündür. Örneğin Arapların en verimli toprakları Bizans ve İran’ın sömürgesi altındaydı. Dolayısıyla Arap Milliyetçiliği yapılabilirdi. Yine toplumun büyük çoğunluğu eziliyordu. Ezilen kesimlerin (köleler, kadınlar vs.) hakları savunulabilir, Hilfü’l Fudûl (faziletliler topluluğu) gibi insanî/vicdanî bir sivil toplum kuruluşu ile ortaya çıkılabilirdi. Böylelikle daha büyük taraftar kitlesi toplanıp onların lideri olunabilir, güçlendikten sonra insanlara bu akide zorla dayatılabilirdi. Bu ve benzeri gerekçelerle daha tehlikesiz(!), toplumun tamamını karşıya almadan birtakım yöntemler geliştirilebilirken, tüm zorluğuna ve tehlikesine rağmen Tevhidî söylemle ortaya çıkıldı. Ancak sonraki süreçte Rabbani metodun ne kadar önemli ve sonuca götürücü olduğu, kısa sayılabilecek bir zamanda (çeyrek asırda) tüm Arabistan Yarımadasının fethedilmesinden anlaşılabilmektedir. Bir tek insanla başlayan hareket küçük bir topluluğa, ardından muazzam bir medeniyete dönüştü.
İSLAM’DA CİHADIN MERHALELERİ
Rabbani metot gereği Mekke’de bin bir zorlukla karşılaşan Müslümanlar, kendilerine yapılan müdahale ve işkencelere sabrettiler, fiili mukabelede bulunmadılar. Mekke dönemi incelendiği zaman neden savaşın o dönemde Müslümanlara farz kılınmadığının birçok hikmeti görülecektir. Buna verilecek cevaplar içerisinde akla ilk olarak sayı azlığı ve güçsüzlük geliyorsa da bu durum hikmet sıralamasında çok aşağılarda kalır.
İlk olarak Allah Azze ve Celle, bir avuç Müslümanın bu akideye bağlılıklarının artmasını ve bununla birlikte imtihanlar karşısında sabrederek olgunlaşmalarını istemektedir. İkinci olarak eğer fiili savaşa izin verilseydi Mekke’de her ev bir çatışma alanına dönüşecekti, bu durum Mekkelilerin dine girmelerine engel teşkil edecekti. Ayrıca olası bir çatışma durumu Müslümanların mağduriyetini perdeleyecek, insanların gözünde mazlum konuma düşmüş olunmayacaktı. Mekke’de Müslümanlara uygulanan ambargoyu ve ancak üç yılın sonunda Mekkelilerden insaflı olan bazılarının bu ambargoyu delmelerini hatırlayalım. Eğer karşılıklı bir savaş durumu olsaydı Mekkelilerin kalbi davanın temsilcileri için asla yumuşamayacaktı. Hatta savaş sırasında meydana gelen ölümlerle olay kan davasına dönüşebilirdi. Buna benzer hikmetleri ve misalleri daha da çoğaltabiliriz. Özetle Müslümanların gayesi o topluma baş olmak (Allah Rasulü’ne bu yönde pek çok teklif yapıldı), makam ve mal elde etmek değildi. Onlar Tevhid akidesine bağlı yaşamak, topluma bu akideyi yerleştirmek ve şirkin meydana getirdiği ne kadar bozukluk varsa onları bu akideyle düzeltmek istiyorlardı. Uygulanan bu metot ile hem davanın müntesipleri sağlamlaştı hem de ileriye dönük toplumun samimi olanlarının kalbinde İslam’a ve Müslümanlara karşı güzel bir intiba uyandırıldı. Böylelikle ileride safların netleşmesi, Allah’ın yardımı ve müdahalesi için zemin oluşturuldu.
Müslümanlardan bir kısmı davanın ilk yıllarında Habeşistan’a hicret etmiş, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile geride kalanlar on üç yıl boyunca Mekke’nin zorlu şartlarında eğitim ve davet çalışmalarını aralıksız sürdürmüşlerdi. Medinelilerle tanışma, akabede yapılan bey’at ve Medine’de davetin yayılmasıyla ilgili gelen güzel haberler artık hicret hazırlığının yaklaştığına işaret ediyordu. Hicretle birlikte medeniyete doğru bir adım daha yaklaşılmış, yeni bir merhaleye geçilmiş oldu. Doğup büyüdükleri Mekke’den ayrılmaları hiç de kolay olmamıştı. Ancak edindikleri tecrübe İslam davası için her şeylerini ortaya koymalarını gerektiriyordu. Bir davanın büyüklüğü, uğrunda gösterilen fedakârlık nispetinde ölçülebilir. Hak davanın temsilcilerinin imrenilmesine sebep olan şey, sayılarının/teçhizatlarının azlığına rağmen ortaya koydukları ihlaslı mücadele ve davaya olan bağlılıklarını her türlü menfaatin üzerinde tutmalarıdır.
Medine’de İslam Devleti’nin temelleri atılırken Mekke’nin müşrikleri boş durmadılar, Müslümanlar henüz güçlenmeden üzerlerine yürümek ve hakkın sesini kısmak istiyorlardı. Ancak Allah Azze ve Celle sayıları düşmanın üçte biri olan mü’minlere (Bedir’de) yardım etmiş ve savaş galibiyetle sonuçlanmıştı. Müşriklerden öldürülenlerin yanında esir alınanlar olmuştu. Bu esirleri öldürmek yerine fidye karşılığında salıverilmelerine karar verildi. Amaç onları öldürerek cehenneme yollamak değil, İslam saflarına dahil edip kurtulmalarına vesile olmaktı. Esirlere gösterilen iyi muamele ve fidye karşılığı salıverilmeleri daha sonraki yıllarda onlardan bir kısmının imanına vesile oldu. İslam buna benzer uygulamalarla aslında savaştan değil barıştan yana olduğunu birçok kez göstermiştir. Ancak zorunlu hallerde ve ihtiyaç durumunda savaşmaktan da geri durmamıştır. Davetin rahatça yapılabildiği, fikirlerin ortaya konulabildiği barış ortamında İslam’ın yayılması çok daha hızlı olmaktadır. Çünkü İslam haktır ve hak bâtıla daima üstün gelmektedir. Hudeybiye barışı bu anlamda örnek verilebilir. İmam İbn Şihab Ez-Zühri der ki: “İslam tarihinde bundan (Hudeybiye) önce, bundan daha büyük bir fetih olmamıştır. Barış imzalandıktan sonra halk emniyete kavuşmuş, karşılıklı müzakere etmeye başlamıştı. İslamiyet hakkında konuşulanlardan birazcık olsun anlayan herkes Müslüman oluyordu. Bu iki senede Müslüman olanların sayısı daha önce İslam’a girenler kadar, hatta ondan da fazlaydı.”2 Nasıl olmasın ki? Müslümanlar için bir insanın hidayetine vesile olmak, dünyalar kadar ganimet almaktan çok daha kıymetliydi. Çünkü Hz. Peygamber’den böyle öğrenmişlerdi.
Hudeybiye barış antlaşması on yıllık imzalanmıştı. Hudeybiye barış antlaşması şartlarından biri ihlal edilmiş ve Mekke’nin fethine giden yol açılmış oldu. Beklenen an geldi, Rasulullah ihtişamlı bir orduyla tevazu içerisinde Mekke’ye girdi. Harem-i şerifte kan dökmek o gün için kendisine helal kılınmıştı. Ancak o en azılı düşmanlarını bile affetmeyi ve böylelikle asıl fethin kalpleri kazanmakla mümkün olduğunu göstermeyi seçti. Umduğu gibi oldu. Mekkeliler ilerleyen günlerde gelip hemen hepsi İslam’a girdiler. Hem Kâbe’nin bulunduğu şehir kan dökülmeden fethedildi hem de İslam’ın hak olduğunu Mekkeliler kalben tasdik edip anladılar. Daha önce ellerindeki güç ve hali hazırda geçmişten bu yana süregelen sistem, İslam hakkında sağlıklı düşünmelerine engel teşkil ediyordu. Böylelikle Mekke’nin fethiyle civar kabileler de akın akın İslam’a girdiler.
Fethin ardından Hevazin kabilesi ile yapılan savaşta (Huneyn Gazası) o güne kadarki en büyük ganimet elde edilmişti. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, on günden fazla bir süre ganimetleri dağıtmadan Hevazinlilerin gelip Müslüman olmaları için bekledi. Bu süre içinde gelip Müslüman olmayınca ganimeti mücahitler arasında taksim etti. Daha sonra Hevazinlilerden bir heyet İslam’ı kabul ettiklerini ve mallarının, evlatlarının kendilerine verilmesini istediler. Hz. Peygamber, öncelikle kendisine ve Abdulmuttalib oğullarına düşen hisseleri geri verdi. Sonra da bu konuda hutbe irad ederek Müslümanları, kendilerine düşen hisseleri gönül rızasıyla vermeleri konusunda teşvik etti. Bununla birlikte hemen herkes kendisine düşen hisseyi Müslüman kardeşlerine hibe ettiler. Yeni Müslüman olan kardeşlerinin kalplerinin mutmain olması ve İslam kardeşliğinin pekişmesi için bu davranış oldukça önemliydi. Samimi kardeşliğin her türlü menfaatin üzerinde olduğu böylece tescillenmiş oldu. Zaten fethin/cihadın gayesi insanların Allah’ın dinine girmelerini istemek değil miydi? Bu konuda örnek çok olsa da Rüstem’in huzuruna elçi olarak çıkan Ribi İbn Amr’ın sözleri İslam’da cihadın ve fethin gayesini özetler niteliktedir. “…Allah bizi, insanları kula kulluktan kurtarıp, onları yalnız Allah’a kul yapmak için gönderdi. İnsanları dünyanın darlığından genişliğine, dinlerin sömürüsünden İslam’ın adaletine davet etmek için Allah bizleri kullarına gönderdi…”3
Sonuç olarak İslam, fethettiği yerlere medeniyet götürdü. Bölge halkları İslam’ın adaletinin gölgesinde asırlarca yaşadılar. Bu da fethin, işgalden/sömürüden farklı ve üstün olduğunun en somut kanıtıdır.
- Bakara, 256
- İbn. Hişam, II, s.322
- İhsan Süreyya Sırma, Örnek Halifeler Dönemi, s.73