İslam dünyası, ilahî emirlere uyduğu, Allah Azze ve Celle’nin kitabına sarılıp, Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in izinden gittiği dönemlerde, ümmet olmanın gerektirdiği şekilde yeryüzünde güçlü bir medeniyet kurmuş, yaklaşık on iki asır boyunca hak ve adaletle dünyada hüküm sürmüş, barışı ve huzuru getirmiştir. Son iki asırda bu ölçülere riayet etmeyince doğal olarak hayatın anlamını idrakten uzaklaşmış, maddî ve manevî olarak da Batı Medeniyetinin boyunduruğu altına girmiştir. Batının teknolojisi ve modernizmi karşısında bocalayan İslam âleminde, batıya karşı hayranlıkla beraber duyulan ezilmişlik hissi, toplumun çoğuna sirayet etmiş, ortaya Müslüman’ın izzetini ve onurunu taşıyamayan, hakkı ortaya koyamayan, bâtıla dur diyemeyen insan yığınları çıkmıştır. Akabinde ümmetin yükünü taşıyamayan Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, irili ufaklı ulus devletlere bölünmüştür. Bu şekilde sömürülmeleri ve kurtlar sofrasında pay edilmeleri kolaylaştırılmıştır. Batı dünyası emperyalist emellerini gerçekleştirmek için sömürmek istedikleri ülkeleri önceleri bizzat işgal etmiş, sonrasında o ülkeler bağımsızlıklarını (!) kazandıkları sırada onların başına kukla diktatörlerini bırakarak (güya) geri çekilmişlerdir. Bu dönem, Müslümanlar için zulüm, kan ve gözyaşı dolu günlerin başladığı, dünyanın her tarafındaki İslam coğrafyalarının (özellikle Ortadoğu’nun) kana bulandığı, “zulüm ve istibdat” diye hadiste belirtilen dördüncü dönem olmuştur.
Gelinen noktada Müslümanlar, bir yandan beşinci dönem olan yeniden İslam’ın şaha kalkması için çabalarken, batı dünyası (özellikle ABD), bu şaha kalkışı geciktirmek ve engellemek, dolaylı yollarla dördüncü dönemin devamını sağlamak için çeşitli tuzaklar hazırlamaktadır. Bir kısım Müslümanları modernizmin (teknoloji vs.) pençesine düşürüp avlamaya ve dünyaya bağlamaya çalışırken, bir kısmını metottan saptırarak (ılımlı ya da aşırı yaparak) hedeften uzaklaştırmaya çalışmaktadır.
Müslümanların kendilerinin ve tüm insanlığın selameti ve kurtuluşu için sunabilecekleri yeterli teknolojik ve ekonomik imkânları yoktur. Bu anlamda batının çok gerisindeyiz. Zaten her ikisi de maddî şeylerdir ve mana olmadan tek başına huzur ve selamet getirmesi beklenemez. Bizi geçmişte yeryüzünün hâkimi yapan ve tüm insanlığa kurtuluş reçetesi sunan İslam’dır. Yeter ki geçmişte olduğu gibi bu din hangi metotla ortaya konduysa, bugün de aynı şekilde, aynı fedakârlık ve bağlılıkla ortaya konabilsin. Ümmetin yeniden ayağa kalkması, dinamizm kazanması ilk dönemdeki ruhun yeniden yakalanmasına bağlıdır. Bu şahlanışın önünde birçok engel vardır; bu engellerden birisi geleceğe dair ümitsizlik ve belirsizliktir. Şuurlu, samimi ve yeryüzünde Allah Azze ve Celle’nin kanunları geçerli olmalı diyen, ümmet olma yolunda mücadele etmekten çekinmeyen, Rabbanî metodu takip eden Müslüman sayısının azlığı, hedefin büyüklüğü ve hedefe giden yolun önündeki zorluklar, nefsin, şeytanın ve çevrenin engellemeleri, düşmanın madden güçlü olması… Tüm bunlar ümitsizliği doğuran etkenlerdir. Bütün bunlar insanı çıkmazlara, karamsarlığa itmekte ve tembelleştirmektedir. Oysa tüm bu kara bulutları dağıtan bir gerçek var: Allah Azze ve Celle’nin davasını yüklenenlere, O’na gönülden teslim olanlara zaferin ve kurtuluşun yollarını göstereceği gerçeği. “Uğrumuzda cihad edenleri, kesinlikle bize ulaştıran yollara erdiririz.”1 Geçmişte nice az toplulukların güçlü görünen kalabalıklara galip geldiği şanlı tarihimizle sabittir. Bu tarihi gerçeklerden kesitler sunmak istiyorum.
Talût-Calût kıssasında bunun güzel bir örneği vardır. Talût, Musa Aleyhisselam’dan sonra gelen bir peygamber döneminde İsrailoğullarının komutanıdır. Tâlut, Calût’un ordusuyla karşılaşmak için yola çıkmış olan askerlerini, Allah Azze ve Celle’nin emri gereğince bir nehirden su içmemeleri konusunda imtihan ediyor. Az sonra çetin bir savaşa girişecekleri için ve savaşta komutana “itaat” çok önemli olduğundan ve İsrailoğulları itaat noktasında sabıkalı olduklarından böyle bir imtihandan geçiriliyorlar. Rivayetlere göre sayıları yetmiş beş bin iken, çok azı hariç (313 kişi) diğerleri sudan içiyor ve imtihanı kaybediyorlar. Geriye kalan tabloya baktığımızda; bir tarafta sudan içmeyip imtihanı kazanan çok az bir ordu, karşı tarafta onlardan kat-kat fazla bir ordu. Seyyid Kutup bu ayetlerin tefsirinde şunlara yer veriyor: “Fakat ırmağın suyundan içmeyen bu ‘çok az kişi’ de direnmelerini sonuna kadar sürdüremediler. Dehşetin somutlaşmış görüntüsü, yani düşmanın kalabalıklığı ve gücü karşısında moralleri bozuldu ve kalpleri sarsıldı. ‘O ırmağı geçince askerlerin bir kısmı: `Bugün bizim Câlut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok’ dediler.’ Bu çözülme karşısında çok küçük ve seçkin bir azınlık direnişini sürdürdü, bunlar Allah’a güven ve bağlılık duygusu içinde şöyle dediler: ‘Allah’ın izni ile nice az sayılı topluluk, kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Hiç şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.’ İşte terazinin kefelerinden birinin ağır basmasına yol açan, dengeyi değiştiren, savaşta zaferi kazanarak şerefi ve egemenliği hak eden ordu, bu bir avuç inanmış gruptu.”2
Sayıları çok az ama sağlam inanca sahip, sırtlarını dayadıkları Hâkim-i Mutlak’ın gücünü bilen ve iliklerine kadar hisseden bu küçük ordu, Allah Azze ve Celle’den üzerlerine sabır yağdırmasını istiyor ve sonunda karşı tarafı yenmekle kalmıyor, ayetin ifadesiyle düşmanı hezimete uğratıyorlar. Allah Azze ve Celle’ye teslimiyet ve komutana itaatin sonucunda zaferi elde ediyorlar.
Bedir gününde de buna benzer bir tabloya şahit oluyoruz. Bir tarafta ‘Yeryüzü Allah Azze ve Celle’nindir, yegâne hüküm koyucu O’dur’ diyen, teçhizat ve sayı bakımından az olan iman erleri; diğer yanda kendilerine verilen nimetlerle yeryüzünde ilahlık taslayan, sayı ve teçhizat bakımından üstün olan müstekbirler ve onların tabîleri, küfrün temsilcileri. Rabbimizin Yevmü’l-Furkan (hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün) diye isimlendirdiği o günde Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Allah’ım şu bir avuç İslam cemaati helak olursa, yeryüzünde artık sana ibadet edecek kimse kalmaz” diyerek ellerini semâya açmış ve Rabbine niyazda bulunmuştu. “Andolsun ki, sizler güçsüzdünüz de Allah Azze ve Celle Bedir’de size yardım etmişti”3 ayetinde ifade buyrulduğu gibi Allah Azze ve Celle iman edenleri yalnız bırakmamış, lütfuyla onları desteklemişti. Müşriklerin ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişi de esir alınmıştı.
Ardından Uhud Savaşı’nın başlarında Müslümanlar zafer kazanmak üzereyken, stratejik bir tepeyi bekleyen okçuların ganimet sevdasına kapılmaları ve mevzilerini terk etmeleri sebebiyle savaş Müslümanların aleyhine dönmüştü. Müslümanlar bir yandan yetmiş şehid vermiş, öte yandan Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vefat haberiyle de ciddi şekilde imtihan edilmişlerdi. “Siz Allah’ın izniyle düşmanınızı öldürürken o size olan vaadini yerine getirmiştir. Nihayet öyle bir an geldi ki; Allah arzuladığınız galibiyeti size gösterdikten sonra zaafa düştünüz, Peygamberin verdiği emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve âsi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı âhireti isteyeniniz de. Sonra Allah sizi denemek için onlara karşı üzerinizden yardımını kaldırdı. Yine de sizi bağışladı zaten Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.”4
Uhud’daki imtihanın birçok hikmetleri vardır elbette. Bunlar içerisinde Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ölüm haberini almalarına rağmen ashabın başlangıçta biraz tökezleseler de sonradan toparlanıp savaşa devam etmeleri gösteriyor ki, en olumsuz şartlarda bile cihada devam etmek ve Allah Azze ve Celle’nin hakkımızdaki takdirine razı olmak gerekmektedir. Yine o gün Allah Azze ve Celle’ye verdikleri sözlerine sadık kalanların (Enes Bin Nadr gibi) ve bunun yanında sırasını bekleyen erkek adamların varlığına âlemler şahit olmuştur. Yine o gün lider uğruna (hele bu lider Rasulullah ise) oklara ve mızraklara nasıl hedef olunabileceğinin, nasıl candan geçilebileceğinin gösterildiği gündür. Ve yine o gün, Allah Azze ve Celle’nin içlerinden şehitler edindiği ve o şehitlerin kanıyla tevhid ağacını suladığı gündür. Görünürde savaş aleyhimize sonuçlanır gibi olsa da bu ve buna benzer kazanımlar oldu. Son olarak Şehid Seyyid Kutup’un, Üstad Hasan El-Benna’nın şehadetinin ardından söylediği bir sözü ile bitirmek istiyorum.
“Sözlerimiz mumdan oyuncaklar olarak kalırlar, ama onların yolunda öldüğümüz zaman onlara ruh gelir ve yaşamaya başlarlar.”
1. Ankebut, 69
2. Al-i İmran, 123
3. Seyyid Kutub, Fi-zilal-il Kur’an, Bakara, 246-251
4. Al-i İmran, 152