Evrende her şey anlamlıdır ve bu anlamlılık bir hakikati ifade eder. İnsan ise, evrenin yaratılış gayesini anlama ve dolayısıyla evrensel hakikati bulma duygusuna sahiptir. İnsanın tüm ihtiyaçlarını karşılayan Allah, evrenin anlamını anlamaya muhtaç yarattığı insanın bu ihtiyacını da karşılar. Kâinatı yaratan Allah insanların yaratılış gayesini bildirmek ve doğru yolu göstermek amacıyla yeryüzüne peygamberler göndermiştir. Peygamberlerle beraber kitap ve sahifeler göndermiştir. Ancak sahifeler ve gönderilen kitaplar aslını yitirmiş ve Allah son olarak Kur’an-ı Kerimi göndermiştir. Allah Kur’an-ı Kerimin korumasını kendi üzerine almıştır. Buna rağmen birtakım kimseler Kur’an’ın Allah kelamı değil de bir insan sözü olduğunu iddia ettiler. Ancak Kur’an’ın belâgâtı, gayptan haber vermesi, bilimsel ayetleri ile doğrulanması, kısa bir zaman zarfı içerisinde İslam Medeniyetini kurması, Kur’an’ın kendi içerisinde hiçbir çelişkinin ve hiçbir ayetinin yanlışlığının olmaması gibi birçok mucize bizde en ufak bir şüphe bırakmadan Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu ispatlamaktadır.
Kur’an’ın Kelâmullah (Allah’ın kelamı) olduğuna ait deliller çoktur. Teferruatına girmeden bu delillerden bir kısmını sıralayacağız.
Belâgâ; sözün fasih, akıcı, etkili, güzel, pürüzsüz olmasıyla birlikte, hitap edilen kimseye, içinde bulunulan duruma uygun düşecek şekilde söylenmesidir. Kur’an, yeryüzüne indiği vakit bütün âleme meydan okuyarak, Kur’an’ın benzerini getirmeye davet edip, kendini beğenmiş ve edebî konuşan şairlerin damarlarına dokundurup gururlarını kıracak bir tarzda: “Ya bir tek surenin mislini getiriniz. Ya da dünyada ve ahirette felâket ve aşağılanmayı kabul ediniz.”1 diye ilan ettiği halde o asrın inatçı şairleri bir tek surenin benzerini getirip bu iddiayı çürütebilirlerdi. Fakat yapamadılar. Asırlar geçtiği halde hâlâ da yapılamadı ve yapılamayacak da...
Bizler için hem geçmiş hem gelecek hem de bilmediğimiz şeyler gaybdır. Herhangi bir insan, böyle bir kitap yazmaya çalışsa hem geçmişten hem gelecekten doğru olarak bahsedemez. Kur’an’ın gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması, geçmiş ümmetlerin hallerini görürcesine haber vermesi ve sonradan yapılan araştırmalarla doğrulanması gösteriyor ki; insan sözü değildir.
Mesela, Allah (c.c) Rumların İranlılarla savaşıp yenileceklerini daha sonra ise galip olacaklarını ayette belirtmiş ve Rumların İran’la yaptıkları ilk savaşı kaybedip daha sonra ikinci savaşta galip gelmesi Kur’an’da buyrulduğu gibi gerçekleşmiştir. “Elif, Lâm, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. “Dünyanın en alçak yerinde”. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir.”2 Kur’an’ın gelecekten verdiği haberler de doğru çıkmış ve çıkmaya devam ediyor. Firavun’un cesedinin korunacağını haber vermesi, Bedir Savaşı’nda müşriklerin bozguna uğrayıp dağılacakları, geçmiş kavimlere ait bilgilerin verilmesi gibi gaybî bilgiler Kur’an’da yer almaktadır. İslam’ın kuvvetlenerek bütün dinlere üstün geleceğini, daha Mekke feth olunmadan önce haber vermiş ve bir asır geçmeden İslamiyet, batıda Fransa içlerinden doğuda Hindistan’a kadar yayılarak bu haber gerçekleşmiştir. Daha bunun gibi pek çok gelecek haberlerinin Kur’an’ın haber verdiği gibi çıkması onun hak olduğuna önemli bir delildir. İnsanlık ilimde hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın bu gaybî olaylardan haber vermesi mümkün değildir. Özellikle de teknolojinin ilerlediği şu günümüzde… Birçok şey son model cihazlarla ancak çok uzun tecrübelerden sonra keşfedilebilmiştir. Allah (c.c) bizlere bunları yaklaşık on beş asır önce haber vermiştir.
Tıpkı anne karnındaki ceninin gelişimi, denizlerin durumu ve diğer meseleler gibi. Mesela anne karnındaki cenini ele alalım. Bundan sadece atmış sene öncesinde araştırmacılar, insanın bir anda meydana gelmediğini, çeşitli devrelerden, merhalelerden ve şekillerden geçtiğini bulmuşlardır. Kur’an’ın haber verdiği bu gerçeğe insanlık sadece bundan atmış yıl öncesinde ulaşabilmiştir. Şeyh Zindanî şöyle anlatıyor: “Bir keresinde Amerika’nın en büyük bilginlerinden biri ile karşılaştık. İsmi Profesör Marşal Cansın. Ona dedik ki: Kur’an’da insanın çeşitli merhalelerde yaratıldığı zikredilmiştir. Bizim bu sözümüzü duyduğunda oturduğu yerden ayağa kalktı ve şaşırmış bir şekilde: Merhaleler halinde mi? dedi. Biz de ona dedik ki: Bu miladî yedinci yüzyılda idi. Kuran «İnsan çeşitli merhalelerde yaratılmıştır» demektedir. Profesör: Bu mümkün değil… Mümkün değil… dedi. Biz de ona dedik ki: Neden böyle düşünüyorsun? Kur’an diyor ki: «Sizi analarınızın karınlarında, bir yaratmadan sonra bir diğer yaratmaya geçerek üç karanlık safhada yaratır.»3 Yine şöyle buyurur Allah (c.c); “Neden Allah’ın azametinden korkmuyorsunuz? Hâlbuki O sizi çeşitli merhalelerde yaratmıştır.” Bunun üzerine profesör sandalyenin üzerine oturdu. Bir müddet düşündükten sonra şöyle dedi: “Bunun cevabını verebilirim. Bunun üç ihtimali var: Birincisi; Muhammed’in yanında çok büyük mikroskoplar vardı. Bu tür şeyler üzerinde çalıştı ve insanların bilmedikleri şeyleri öğrenerek bu sözü söyledi. İkincisi; bu, tesadüf eseri, rastgele oldu. Bu da tesadüfen geldi. Üçüncüsü; Muhammed, Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir ve bu kitap Allah’ın kelâmıdır.”5 Bunca mucizenin tesadüfen olmasının mümkün olmayacağının tüm akıl sahiplerinin anlayabileceği bir olaydır ve şunu da biliyoruz ki peygamberimiz ümmî biriydi. Şu an da ulaşılan bu teknolojinin o zaman içerisinde mümkün olmadığını da biliyoruz. Profesör Marşal Cansın’da anladı ki bu Allah’ın kelâmıdır.
Aslında Kur’an’ın en büyük mucizesi kısa bir süre içerisinde İslam Medeniyetini kurmasıdır. Kur’an nâzil olmadan önce başta Arap Yarımadası olmak üzere dünyada koyu bir cehalet ve zulüm hüküm sürüyordu. Allah’ın dışında kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlar, zinanın her türlüsü işleniyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor ve zayıf insanlar, kuvvetlilerin zulmü altında işkence görüyordu. Kur’an nâzil olduktan sonra bütün bu insanlık dışı çirkinlikler mucizevî bir şekilde sona erdi. Kur’an’a muhatap olan toplumların hem dış âlemleri hem de iç âlemleri yeniden inşa oluyor ve üzerlerindeki kara bulutlar dağılıp yerini güneşin aydınlığına bırakıyordu. Çok kısa zamanda, önce Arap toplumu bütün kötü âdetlerinden arınıyordu. Cahiliyet devri asr-ı saadete, o çağın insanı da evliyalık makamına ulaşıyordu. Ardından bir asır geçmeden Kur’an’ın nuru bütün Ortadoğu, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Orta Asya gibi hâkim olduğu çok geniş topraklarda ve toplumlarda aynı büyük inkılabı gerçekleştirdi. Üstelik bu değişim yalnız siyasî, sosyal hayatta değil, insanların akılları, kalp ve ruhları dahi tamamen değişiyor, Hz. Ömer gibi kendi kızlarını acımasızca gömen o katı kalpli insanlar, karıncayı incitmeyecek derecede merhamet sahibi oluyor ve eşsiz adaletleri ile dünyaya nam salıyordu.
Kur’an’ın, kanunlar, hükümler, kıssalar, akide bakımından içerdiği büyük mucizeleri de vardır ki; bunların akılda ve anlayışta hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın bir insan eseri olması mümkün değildir. İnsanlar her ne kadar hayatlarını bir düzene sokmak için kanunlar ve nizamlar koymaya çalışsalar da Kur’an’ın gösterdiği çizgiden uzak oldukları müddetçe başarılı olamazlar. Ve Kur’an’dan uzak oldukları müddetçe her zaman bu başarısızlığa mahkûm kalacaklardır.
- Yunus, 38
- Rum, 1-4
- Zümer, 6
- Nuh, 13-14
- Şeyh Mehmed Sâlih