Hamd, bütün zamanlara, bütün mekanlara ve bütün toplumlara uygun olsun diye evrensel mesaj olan Kur’an’ı gönderen Allah’a; Salat-u Selam, Kur’an’ın evrensel mesajını en güzel şekilde tebliğ eden ve onu dünyaya yayan Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e; Selam ise Kur’an’ın evrensel mesajını yaşayan ve bu mesajı yeryüzüne hâkim kılmak için mücadele veren tüm kardeşlerimin üzerine olsun.
Dergimizin 154 ve 156. sayılarında “İnsanın Vahye İhtiyacı” üzerinde durmuş ve insanın vahye ihtiyacının delillerinden 20 tanesini kısaca anlatmıştım. İnsanın vahye ihtiyacını gösteren daha birçok delil olsa da konunun ispatı için bu kadar delili yeterli görüyor ve yazıma “Vahiysiz Hayatın Sonuçları” konusu ile devam ediyorum:
VAHİYSİZ HAYATIN SONUÇLARI
Allah’ı ve melekleri kabul ettiği halde nefsine uygun bir hayat yaşayabilmek için peygamberleri ve kitapları kabul etmeyen ve Allah’tan gelen vahyi terk edip nefsine göre nizamlar meydana getiren insanlar, kurdukları nizamlar sebebiyle büyük sorunlar ile karşılaşmış; bir taraftan suçlar ve günahlar çoğalmış ve insanoğlu hayvanların yapmadığını yapar hale gelmiş diğer taraftan ise güçlüler ilahlaşmış, zayıflar güçlülerin kulu durumuna gelmiştir. Böylece güç ve kuvvet eline geçince ilahlık taslayan diktatörler de onlara itaat eden, kula kulluk yapan halk kesimleri de insanlık vasıflarından çıkmışlardır.
İnsanlar, tarih boyunca canlarının istediği gibi yaşayabilmek için Allah’ın peygamber ve kitap göndermediğini iddia etmiş, ahireti ve hesabı inkâr etmişlerdir. Böylece Allah’ın dünyasında Allah’a karşı özgür olmak ve kafalarına göre yaşamak istemişlerdir. Peygamberleri inkâr ederken gerçek sebebi gizleyebilmek için kimi zaman peygamberlerin çarşı pazarda yürüyen varlıklar olmasını sorun etmişler ve peygamberlerin meleklerden olması gerektiğini söylemişler, kimi zaman ise peygamberlerin zengin kimseler olması gerektiğini iddia etmişlerdir. Halbuki peygamberler, insanlara örnek olmak için gönderildiklerine göre onlar gibi insan olmaları, onlar gibi duygulara, istek ve arzulara sahip olmaları, onlar gibi zafiyetleri olması gerekmez miydi? Aslında peygamberler, meleklerden seçilseydi, ona da itiraz edecek ve “Biz O’nun gibi olamayız, O’nun nefsi yok ve O’na şeytan tesir edemiyor, biz nasıl O’nun gibi olalım?” diyeceklerdi. Peygamberleri ve kitapları inkâr etmelerinin gerçek sebebi ise peygamberleri ve kitabı kabul ettiklerinde hayatlarını değiştirmek zorunda kalacaklarını iyi biliyor ve hayatlarını değiştirmeyi göze alamıyor olmalarıydı. Nefislerine göre yaşamaya alışmış bu insanlar vahye göre yaşamanın çok zor olacağını düşünüyorlardı. Halbuki Allah Azze ve Celle, Kur’an-ı Kerim’de: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez”1 buyurarak Allah’ın insanlara zor değil kolay bir din gönderdiğini, insanlara din göndermesinin sebebinin insanların hayatını zorlaştırmak değil, kolaylaştırmak olduğunu ifade etmektedir. Buna rağmen medeni bir varlık olmanın gereğini yapmak istemeyen, tek arzusu nefsine göre yaşamak olan insanlar dine uygun hayatın zor bir hayat olduğunu düşünüp peygamberleri ve kitapları inkâr ettiler.
Vahye göre hayat, yalnızca doğru ve medenice bir hayat değil, aynı zamanda kolay bir hayattır. Aslında haramlar, neticesi itibarı ile birçok zorlukları ve musibetleri beraberinde getirir, hayatı zorlaştırır. Haramlarla dolu bir hayat, zor bir hayattır. Farzlar ise zor gibi görünse de hakikatte insanı birçok kötülükten koruduğu için hayatı kolaylaştırmakta, insana birçok değer kazandırmakta ve insanı medeni bir varlığa dönüştürmektedir. Yani zannedildiği gibi farzlar zor, haramlar kolay ve zevkli değil; aksine haramlar zor ve çirkin, farzlar ise kolay ve güzeldir. Hem farzlar ve haramlar olmadan insan nasıl medeni olabilir? Medeni olmak isteyen insan, hayatı boyunca birtakım ilkelere bağlanmak, bazı şeyleri yapmak ve bazı şeylerden kaçınmak zorundadır. Bu ilkeleri kendi nefsiyle, şeytanın ve çevrenin tesiriyle belirleyeceğine, sonsuz ilim ve merhamet sahibi Allah’tan alması daha mantıklı ve doğru değil midir?
Vahye uymayıp medeniyetin esaslarını kendileri belirlemeye kalkanlar, geçmişte ve günümüzde nasıl toplumlar meydana getirdiler? Nelere inandılar? Nelere ibadet ettiler? Bu soruların cevabı arandığında peygamberleri ve kitapları kabul etmeyenlerden bazılarının gökteki yıldızları bazılarının yerdeki putları bazılarının ateşi bazılarının ise ineği tanrılaştırdığı ve onlara ibadet ettiği görülecektir. Vahye uymayan insanoğlu inanç ile ilgili konularda büyük sapmalar gösterip şirke düştüğü gibi medeni hayatla ilgili konularda da büyük sapmalar göstermiştir. Mesela: Hz. Musa Aleyhisselam döneminde bile Hz. Musa’ya itaat etmemiş ve birçoğu Tevhide tam inanmamış olan Yahudiler, Hz. Musa’dan sonra daha da büyük sapmalar göstermiş, vahyi yani Tevrat’ı terk etmiş, Ehl-i Kitap olmalarına rağmen Allah hakkında müşrikler gibi inançlara sahip olmuşlardı. Yahudilerin tanrısı; insanî sıfatlara sahip olan, Hz. Adem’i cennette arayıp bulamayan, “Ey Âdem! Neredesin, ortaya çık!” diyen, insan kılığına giren, Hz. Yakup ile güreşip Hz. Yakup’a mağlup olan ve oğlu olan bir tanrıydı. Hz. Musa’ya verilen İslam, Hz. Musa’dan sonra Yahudiliğe dönüştürülmüş, kendinden olmayanlara her türlü kötülüğü yapmayı caiz gören bir din halini almıştı. Kendinden olmayanların mallarını haksız yollarla almayı, onlarla savaştıklarında tüm kadınları, yaşlıları, hayvanları, çocukları, hatta kundaktaki bebekleri bile öldürmeyi caiz görüyorlardı. Haksız da olsa bir Yahudi’nin Yahudi bir hâkim tarafından mahkemede haklı çıkarılması gerektiğini ve Yahudi’yi haksız çıkaramayacağını, bunun caiz olamayacağını kutsal metinlerinde belirtiyorlardı. Kendilerinin Allah tarafından seçilmiş bir kavim olduklarını, Allah’ın oğulları ve sevgilileri olduklarını, ne yaparlarsa yapsınlar ateşe girmeyeceklerini, girseler bile az kalacaklarını iddia ediyorlardı. Hz. Musa’dan sonra Filistin’e girdiklerinde oranın yerli halkı gibi putperest olmuşlar ve her türlü haramı işler hale gelmişlerdi.
Hz. Musa’dan yaklaşık 4-5 asır sonra kurulan Eski Yunan Medeniyetinde ve Hz. İsa’nın doğumundan 20-30 sene önce kurulan Roma Medeniyetinde her türlü iğrençlik ve zulüm yayılmıştı. Arenalarda insanlar, özellikle esirler, zevk için vahşi hayvanlar tarafından parçalanır ve diri diri yakılırdı. Roma ve Yunanistan’ın hukukçu ve filozofları bile bunları uygun görüyorlardı. Aristo ve Plâton gibi filozoflar bile kadının kürtaj yapmasına müsaade ediyorlardı. Eski Yunan ve Roma’da babalar öz evlatlarını öldürme hakkına sahipti. Bazı Yunan filozoflarına göre intihar övünülecek bir şeydi. Bu felsefeye bağlı olanlar, bazen toplu bir şekilde intihar ederlerdi. Plâton bile intiharı kötü saymazdı. Bir erkeğin kendi karısını öldürmesi beslediği bir hayvanı öldürmek kadar normaldi. Eski Yunan hukuk sisteminde, bu suç için bir ceza konmamıştı.
Hindistan’da ölen kocanın cesedi yakılırken karısının ateşe atılıp yanması sevap bir hareket olarak kabul edilirdi. Toplumun üst tabakasında olanlar, alt tabakasında olanların kanını akıtabilirdi. Hindular arasında Jalparva denilen geleneğe göre anne-babalar doğan ilk çocuklarını kutsal saydıkları Ganj Nehri sularına atarlardı. Hiçbir tanrı karısız, hiçbir tanrıça kocasız değildi. Tanrı ve tanrıçalar, insan gibi yer içerdi. Müşriklerin çoğu tanrının insan kılığına girdiğine inanırdı.
Hz. İsa’nın ümmeti olan ve güya Ehl-i Kitap olan Hıristiyanlar da kendilerine gelen kitabı terk edince Tevhid inancını da terk edip Allah’a şirk koşmuş, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu ve ikinci tanrı olarak görmüşlerdi. Daha sonra bir tanrı daha keşfetmiş ve ne olduğunu açıklayamadıkları Kutsal Ruhu da üçüncü tanrı olarak görmüş yani teslis inancını (üç tanrı inancı) kabul etmişlerdi. Üç ilaha inanmanın yanında tanrının anası ve kaynanası olduğuna da inanıyorlardı. Hz. İsa’dan sonra Pavlus tarafından dinin şeriatı iptal edilmiş ve din hayatın dışına itilmişti. Din ile dünya birbirinden ayrılmış, dinin gündelik hayata hiçbir tesiri kalmamış, yaşanmayan bir din meydana getirilmişti. Dinde ne farz ne de haram bırakılmış, dinin içi boşaltılmış, her türlü haramın meşru görüldüğü bir medeniyet kurulmuştu. Neticede kendilerine indirilen kitabı yani İncil’i terk ederek vahiyden kurtulmak ve özgürlüğe kavuşmak isteyenler, insana yakışmayan ve insanın manevi yönünü ihmal eden materyalist bir medeniyet kurdular.
Hz. İsa’dan sonra yaşayan müşrik Araplara gelince; onlar da putlara tapar, leş yer, zina eder, faiz yoluyla güçlüler zayıfları sömürür, ırkçılık yapar, kan davaları ile birbirlerini öldürür, helal-haram bilmez, birbirlerinin mallarını haksızlıkla yer, kızlarını diri diri toprağa gömer, Kâbe’yi çırılçıplak tavaf ederlerdi… Bunları çoğaltmak ve sayfalarca anlatmak mümkün.
Özetle; vahyin terk edildiği toplumlarda inanç, ibadet, ahlak, muamelat ve gündelik hayat ile ilgili çok büyük sapmalar meydana gelmiş, insan hayvandan aşağı bir duruma düşürülmüştür. Allah Azze ve Celle geçmiş nice kavimleri bu sebeple helak etmiştir. Kur’an-ı Kerim, vahye uymayan toplumların helâk ediliş ve azaba uğrayışlarının misalleri ile doludur. Bu azap bazen tufan, deprem, kasırga, yangın veya sel şeklinde gelmişse de bazen de yukarıda söylediğimiz gibi suçların ve günahların çoğaldığı, anarşinin arttığı, huzurun kalmadığı ve insanlıktan çıkmış bir toplum şeklinde gelmiştir. Meteorolojinin verdiği habere inananlar neden toplumların azaba uğrama sebeplerine dair Allah’ın verdiği habere inanmazlar? Vahye güvenmeyenler, bugünün dünyasında olan bitenleri de mi görmezler?
Batılı filozoflardan “Önceki insanlar bilimde ilerlememişti, o yüzden böyle cahilce davranıyorlardı. Din onlara lazımdı. Biz ise bilimde ilerlediğimiz için onlar gibi dine muhtaç değiliz. Bize din değil, bilim yol gösterir. Tanrı öldü, onu biz öldürdük” diyenler, bugünün dünyasında yükselen eğitim seviyesine, artan üniversite sayısına ve artırılan polis sayısına rağmen haksızlığın, hırsızlığın, ahlâksızlığın, cinayetlerin, terör olaylarının, uyuşturucunun, kadın satıcılığının, mafya ve suç örgütlerinin, içki tüketiminin, kumarla yıkılan ailelerin, faiz yoluyla malı-mülkü gasp edilen insanların, zina yoluyla bozulan nesillerin, maddeperestliğin, hıyanetin, sömürücülüğün, haksız ve zalimce savaşların, yetim ve öksüz bırakılan çocukların, tüm dünyayı havaya uçurabilecek kadar güçlü atom bombalarının ve nükleer silahların, artan boşanmaların ve çözülen aile kurumunun, küçük yaşta zina eden ve kürtaj yapmak zorunda kalanların, dünyada açlıktan ölenler varken çılgınca tüketim yapanların, şeytana tapanların, kendi cinsiyle ilişkiye geçenlerin, erkekleşmiş kadınların ve kadınlaşmış erkeklerin ve daha nice suç ve günahların her gün arttığını görmüyorlar mı? Bilimi yeterli görüp vahyi gereksiz görenler insanın bilimle uzaya gideceğini ama bilimle medeni bir insan olamayacağını idrak etmiyorlar mı? Bilimin görevinin insan hayatını kolaylaştırmak olduğunu, insanı medeni yapmak olmadığını, insan nefsini bilimle terbiye edemediklerini, insanın vahiy olmaksızın medeni bir insan olamadığını ve insana uygun bir medeniyet kuramadığını anlamıyorlar mı? Vahyi dikkate almadan kurulan şu medeniyetin cahili hayat noktasında geçmiş cahiliye dönemlerinden farklı olmadığını hatta daha da ileri olduğunu görmüyorlar mı? Tüm bunlara bakıp insanın vahye ihtiyacı olduğunu anlamaları gerekmiyor mu?
KUR’AN’IN MESAJINI ANLAMANIN ŞARTLARI
İnsanın Allah’tan gelen mesaja muhtaç olduğunun delillerini belirttikten ve vahiysiz hayatın kötü sonuçlarını ortaya koyduktan sonra şimdi de bu mesajı anlamak için gerekli olan şartlar üzerinde duralım. Kur’an’ın mesajını anlayabilmek için öncelikle Allah, peygamber ve kitap ile ilgili toplumumuzda var olan yanlış bilgilerden ve yanlış bakışlardan kurtulmak zorundayız. Çünkü İslam düşmanları; saltanatlarını sürdürebilmek için Allah, peygamber ve kitap ile ilgili kasten yanlış anlayışlar yerleştirdiler, dine uymadılar, dini kendilerine ve kurdukları nizamlara uydurdular.
Şöyle ki: Allah Azze ve Celle ile ilgili; insanı yaratan sonra da başıboş bırakan, kâinatı idare eden, rızık veren ama insana karışmayan ve kanunlar koymayan bir Allah anlayışı yerleştirdiler. Bu şekilde Allah’tan ve Allah’ın kanunlarından kurtulup istedikleri düzenleri kurdular, her günahı işlediler ve saltanat sürdüler. Kendileri Allah’a itaat etmediler ama insanlardan itaat beklediler. İnsanların tüm ihtiyacını karşılayıp sonra da insanlara kanun koymayan bir Allah’a inananlar, kâinatın ve insanların yaratıcısı, sahibi ve hükümdarı olan bir Allah’a değil, insanların hizmetkârı olan bir Allah’a inanmış olmaktadırlar. Bu Allah, Allah değildir. Böyle hizmetçi bir Allah anlayışına sahip olanların Kur’an’ın mesajını anlamaları, değer vermeleri ve Allah’ın kanunlarına uymaları mümkün değildir. Oysaki Allah; tüm varlıkları ve insanları hükmü altına alan (Rabb), tüm varlıkların ve insanların ibadet ve itaat edeceği zât (İlah), tüm varlıkların ve insanların hükümdarı (Melik), tüm varlıklara ve insanlara kanun koyan (Şâri’ ve Hâkim) olandır.
Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile ilgili; sadece ibadetleri öğreten, ahlaki öğütler veren, namaz kılan, oruç tutan, sakal bırakan ama şirkle ve haramlarla mücadele etmemiş bir peygamber anlayışı yerleştirdiler. Yeryüzünde Allah’ın dediği olsun, insanlar kullara kulluktan kurtulsun, sadece Allah’a kul olsun diye gece gündüz cihad etmemiş, zalimlere karşı savaşmamış, ordu komutanlığı yapmamış, devlet idare etmemiş ve kanunlar koymamış bir peygamber anlayışı… Bu peygamber, peygamber değildir. Böyle bir peygamber anlayışı ile Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ve misyonunun anlaşılması mümkün değildir. Oysaki Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, davası Tevhid olan; iman, ibadet, ahlak, muamelat, insani ve ahlaki değerler ve hayatın tüm alanları ile ilgili devrimler yapmış bir peygamber ve bir dava adamıdır.
Kur’an-ı Kerim ile ilgili; sadece ibadetleri ve ahlak esaslarını öğreten, öğütler veren ama dünya hayatına dair kanunlar koymayan, dünya hayatı için değil ahiret için gelmiş bir kitap anlayışı yerleştirdiler. Giyinişimize, yememize-içmemize, parayı nasıl kazanıp nasıl harcayacağımıza, nasıl yaşayacağımıza karışmayan, hidayetin ve medeniyetin yolunu bize göstermeyen bir kitap… Nasıl evlenilir, nasıl boşanılır, miras nasıl taksim edilir, suçlulara nasıl ceza verilir, sosyal adalet nasıl sağlanır ne zaman savaş ne zaman barış yapılır, devlet nasıl idare edilir? Bu gibi meselelere karışmayan bir kitap... Bu kitap, Kur’an değildir. Allah Azze ve Celle: “Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik”2 buyurmakta ve Kitab’ın indiriliş gayesinin hükmetmek olduğunu bildirmektedir. Bu Kitab sadece ahlak kurallarını bildirmek için değil, medeniyetin yolunu göstermek, insanlar arasında hükmetmek ve kanunlar koymak için gelmiştir.
Özetle, bizden istenilen hayatımızın her alanına karışan ve hayatın her alanı ile ilgili hükümler koyan bir Allah’a, hayatın her alanı ile ilgili hükümler koyan bir Peygambere ve hayatın her alanı ile ilgili hükümler koyan bir Kitab’a iman etmemizdir. Alışılagelen yanlış fikirlerden ve yanlış bilgilerden kurtulmadıkça, Kur’an’ın mesajını anlamamız mümkün olmayacaktır. Kur’an bize istediği kadar evrensel mesajlar versin, o yanlış anlayışlar Kur’an ile aramızda perde olmaya devam edecek ve bu sebeple Kur’an anlaşılmayacaktır. O halde doğru bir Allah, doğru bir Peygamber ve doğru bir Kur’an anlayışına sahip olmak için yine Kur’an’a ve Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e bakmaktan başka çare yoktur.
Yukarıda anlatılanların dışında bir de Kur’an’ın mesajını anlamak isteyenler, Kur’an’ı bugün nazil oluyor ve kendine hitap ediyor gibi okumalıdırlar. Bilgi sahibi olmak için değil, yaşamak için okumalıdırlar. Kur’an-ı Kerim; geçmiş kafirlerden ve zalimlerden, Firavunlardan ve Nemrutlardan bahsederken Kur’an’ı anlamak isteyen insan, bugünün Firavunlarını ve Nemrutlarını anlamalıdır. Kur’an, Peygambere iftira atanlardan bahsederken Kur’an’ı anlamak isteyen insan, bugün Müslümanlara gerici ve terörist diyenleri anlamalıdır. Kur’an, günahlarından dolayı azaba uğrayan toplumlardan bahsederken Kur’an’ı anlamak isteyen insan, bugün azaba uğrayan toplumları anlamalıdır. Ancak o zaman Kur’an’ın mesajı anlaşılacaktır. Ayrıca mesajı anlamak isteyenler Allah’a: ‘Ya Rabbi! Senin mesajını anlamak istiyorum ama aramızda engeller var. Bildiğim yanlış bilgiler, nefsim ve şeytan Kur’an’ı anlamam ile aramda birer perdedir. Bana doğruyu anlamayı nasip et’ diyerek yalvarmalı ve sonra Kur’an’ı okumaya başlamalıdırlar.
Kur’an’ın mesajını en iyi anlayan ve tatbik eden, elbette ki Hz. Peygamber’dir. Dolayısıyla mesajı anlamak isteyen, Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in sünnetini ve mücadelesini anlamalıdır. Kur’an ve Hz. Peygamberle seyahat etmeli, onların uğradığı yerlere uğramalı, birlikte mücadeleye katılmalıdır. Efendimiz ile Mekke’de Ebu Cehil ile karşı karşıya gelmeli, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte Kabe’de namaz kılıp secde etmeli ve başından aşağı deve işkembesi boşaltılmalıdır. Alak Suresi’nde: “Engellemekte olanı gördün mü? Namaz kıldığı zaman bir kulu”3 ayetini okuduğunda bugünün namaz düşmanı Ebu Cehillerini hatırlamalıdır. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte hicret etmeli, O’nunla Bedir’de bulunmalı, O’nunla Uhud’da yara almalı, O’nunla hendekte hendek kazmalıdır. O’nunla seferlere çıkmalı, acılar çekmeli, yorulmalı, terlemeli ve birlikte mücadele etmelidir. Hangi ayetin ne zaman ve hangi olay üzerine geldiğini ve bunun üzerine Peygamberimizin neler yaptığını öğrenmelidir. Bugün Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in davasını omuzlamalı, Tevhidi haykırmalı, tehlikeli saatler-günler geçirmeli, bu yolda aç ve uykusuz kalmalı, bu yolda başına gelenlere dayanmalı ve O’nun davasının çilesini çekmelidir. Aksi halde evinde rahat bir şekilde oturup Kur’an okuyanlara, Kur’an kendini açmayacak, onlara kapalı kalmaya devam edecektir. Bu mesajı anlamak isteyenler, bu mesaja göre bir hayat yaşamalıdırlar. Mesajı anlamak isteyenler evvela bu şartları yerine getirmelidirler.
‘Mesajın Evrensel Olmasının Şartları’ konusuyla devam etmek temennisiyle… Allah’a emanet olun.
1. Bakara, 185
2. Nisa, 105
3. Alak, 9-10