Kapak

Muhalefet ve Mücadele Ruhunun Kazandırdıkları

Paylaş:

     Peygamberlerin gönderiliş dönemlerine bakıldığında genellikle toplumda Tevhidin ortadan kalktığı, şirkin ve zulmün yaygınlaştığı zamanda gönderildiklerini görürüz. Bu demektir ki peygamber, gönderildiği toplumun gidişatını değiştirmek, toplumdaki zulüm (ki en büyüğü şirktir) ve haramları ortadan kaldırmak, Allah’ın gönderdiği talimatlara göre toplumu dizayn etmek için gönderilmiştir. Bu da mevcudu muhafaza ile değil onunla mücadele ile yerine getirilecek bir görevdir.

     Eğer mevcut, zaten Allah’ın razı olduğu bir toplum/sistem şeklinde ise Peygamber gönderilmesinin bir lüzumu yoktur. Gönderilen her Peygamber, işe Tevhid ile başlamıştır. Çünkü Tevhid, bir yıkım ve inşa projesidir. Projenin ilk kısmı olan ‘La İlahe’ ile tüm ilah taslakları reddediliyor, ikinci kısım olan ‘İllallah’ ile de yalnız Allah Azze ve Celle’nin hükümlerinin hâkim olduğu toplumun inşasına geçiliyor. Dolayısıyla bu akide ve ortaya koyduğu mücadele insanı değiştirmekte, Rabbine teslim olup gayrısından azade kılmakta/özgürleştirmektedir. Böyle fertlerden oluşan toplum, yalnız Allah’a kulluk yapmakta, nefislerin ve diğer batıl sistemlerin boyunduruğundan kurtulmaktadır. İslam, ilk yıllarda böylesine şahsiyetli bir toplum oluşumunu nasıl başardı? O dönemde yetişen insanlar nasıl üstün birer şahsiyet örneği sergilediler, bu durumun iyice irdelenmesi gerekir.

     Mekke döneminde karşılaşılan zorluklar ve tüm şartlara rağmen davanın ortaya konması şahsiyet gelişiminde büyük rol oynamıştır. O dönemde Araplar özgürlüklerine düşkün bir milletti. Dünyada var olan medeniyetlerin uzağında olmaları, çöl ortamı gibi şartların tesiriyle böyle bir tabiata sahiptiler. İslam akidesi geldi ve onlardaki bu duyguyu daha da geliştirdi. İnsanı aşağı çeken, yaratılış gayesine göre yaşamaktan uzaklaştıran tüm prangalardan onları kurtardı. Evet, belki özgürlüklerine düşkün idiler ancak yine de mevcut hâlleriyle insan onuruna yakışmayacak tarzda yaşıyorlardı. Adalet anlayışları güce dayalıydı, toplumda zulüm ve haksızlıklar, işlenen haramlar yaygındı. Hak dine ait (birkaç Hanif’i ve bazı gelenekleri saymazsak) bir kalıntı kalmamıştı. Böyle bir durumda nasıl bir metot ile başlanacağı, davette nasıl bir yöntem izleneceği en önemli meseleydi. Kur’an, geçmiş Peygamber kıssaları ile metodu belirliyor, bu konunun tüm Peygamberlerin mücadelesinde (zaman ve mekân değişse de) değişmediğini muhataplarına aktarıyordu. Rabbani metot gereği Tevhid ile başlanması ve tavizsiz dik durulmasıyla bir yönüyle batılın her türlüsüne muhalefet ediliyor, diğer yandan hak ayakta tutuluyordu. Her ne pahasına olursa olsun hakkı ayakta tutmak ve bâtıla muhalefet, bu iki faktör Müslümanların mücadele azmini diri tutmaktaydı. Bunun uğruna çekilen sıkıntılar onları olgunlaştırıyor, şahsiyetlerini geliştiriyordu. Bu tavır kişiye aynı zamanda yalnız Allah’ın kulu olduğu, insanların koyduğu sistemlere kölelik yapmaması gerçeğini hatırlatarak onun insanlık onurunu/izzetini muhafaza ediyordu. Bu metodun geçmiş müdavimlerinin (peygamberlerin) bâtıl karşısındaki tavırları onlara örneklik teşkil ediyordu.

     “Allah’ın, size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkayım?”1 Bu sözün tek başına bir ümmet olan2 Hz. İbrahim Aleyhisselam tarafından söylenmiş olması onu daha da anlamlı kılıyor. Bu ayet bir avuç Mekkeli Müslümana adeta sayınızın azlığı bunu söylemenize engel olmasın diyerek dik duruşun bir şahsiyet işi olduğunu, sayı ve maddi güçle ilgili olmadığını hatırlatıyor.

     Özellikle ilk ayetlerde müşriklerin uzlaşma taleplerinin reddedilmesi, bununla birlikte onların işkence ve engellerine karşılık sabırla yola devam edilmesinin istenmesi Müslüman şahsiyetinin oluşumunda önemliydi. Çünkü Tevhid söylemiyle ortaya çıkış, cahiliyenin hiçbir türlüsüyle birlikte hareket etmeye ve onunla azıcık da olsa uzlaşmaya müsaade etmiyordu. Bu dinin tabiatı böyleydi. Aksi takdirde metotta gösterilecek en küçük taviz hareketten sapmaya, bâtıla olan muhalefet duygusunun körelmesine ve mücadele azminin kırılmasına sebep olacaktı. “Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.”3 Aslında bir önceki ayette ‘O (dini) yalanlayanlara itaat etme’ dedikten sonra bu ayette itaat edilmemesinin gerekçesi açıklanıyor. Yani ‘Allah’ın sana gösterdiği metoda gerekçesini bilmesen de hikmetini anlamasan da uy’ denilmek isteniyor. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu emirler sebebiyledir ki müşriklerin hiçbir uzlaşma teklifini (mal, makam vs. gibi) kabul etmedi, en ufak bir taviz vermedi. Onların içinde bulunduğu bâtıl düzeni ve çarpıklıklarını reddetti, her fırsatta hakkı ortaya koymaktan geri durmadı. O’nun bu muhalif duruşu, sahabesine de sirayet etmişti. Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh, başlangıçta İbn-i Duğunne isimli müşrikin himaye teklifini kabul etmiş fakat bu durumun hakkı anlatmasına ve mücadelesine engel olduğunu görünce (İbn-i Duğunne öyle şart koşuyor) himayesini reddetmişti. Hz. Ömer Radıyallahu Anh, yeni Müslüman olduğunda herhangi bir tepki ile karşılaşmamayı kendinde bir eksiklik gibi görmüş olacak ki Müslüman olduğunu önce dayısı Ebu Cehil’e söylüyor. Ondan beklediği tepkiyi göremeyince çarşının ortasında bir adama Müslüman olduğunu söylüyor. O da yüksek sesle bu durumu ilan edince Hz. Ömer ile Mekkeliler arasında akşama kadar süren bir kavga oluyor. Gerek bu hadise gerekse Kâbe’de Hz. Peygamber dışında bir sahabi (Abdullah İbn-i Mes’ud) tarafından ilk kez Kur’an okunması veya sayıları kırk olunca kol kola girip Kâbe’ye yürümeleri gibi tepkisel durumlar muhalefet ruhunu diri tutmak ve Müslümanların cesaret kazanmalarını sağlamak içindir.

     Tarih boyunca hak davanın temsilcileri gerek bâtıl sistemlere gerekse hak sistemler içinde yapılan yanlış uygulama ve zulümlere karşı seslerini yükseltmişler, bâtıl kimden gelirse gelsin göz yummayıp eleştirmişlerdir. “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.”4 Nebevi düsturunu bilen İslam davasının öncüleri, bu sözün hakkını teslim etmiş, hayatlarıyla kendinden sonraki nesillere örnek olmuşlardır. Bu örneklerden bazılarını sunalım: 

     BÂTILA KARŞI MUHALEFET VE MÜCADELE ÖRNEKLERİ

     İmam-ı A’zam Ebu Hanife Rahmetullahi Aleyh ve İmam Ahmed Rahmetullahi Aleyh’in tavırları ve duruşları ortadadır. Ebu Hanife, Halife Me’mun’un zulmüne ortak olmamış, onun zulmünü fetvalarıyla desteklemediği için zindanlara atılmış, İmam Ahmed de hapsedilme ve kırbaçlanma pahasına ‘Kur’an mahlûktur’ fitnesini söndürmek için var gücüyle mücadele etmiştir. Her iki büyük İmam’ın tavrı Müslümanlar için örnektir. Ehl-i Sünnet çizgisindeki bu âlimlerimizin tavrı bugün Ehl-i Sünnetin kalesi geçinenlere neden örneklik teşkil etmiyor, gerçekten hayret edilesi bir durumdur.

     “İzz b. Abdisselam, Mısır Eyyubi Sultanı Salih İsmail zamanında hapsedilmişti. Zindanda tutuklu iken yüksek sesle Kur’an okurdu. Sultan Salih İsmail kendisini dinliyordu. Sultan, Haçlı komutanına, “Bu sesin sahibini tanıyor musunuz?” dedi. Komutan, “Evet” deyince Sultan, “Bu zat en büyük âlimimizdir, kalelerimizi size teslim etmeme karşı çıktığı için onu hapsettim ve görevinden aldım. Yani onu sizin hatırınız için hapsettim” deyince, komutan şöyle dedi: “Böyle bir zat papazımız olsaydı, ayaklarını yıkar, artan suyundan içerdik.”5

     Bediüzzaman Said Nursi Rahmetullahi Aleyh mücadelesine engel olmak için kendisini göz hapsinde tutanlara şöyle diyor: “İşittim ki diyorlar: Said elli bin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz. Ben de derim ki: ‘…Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani odamın kapısında durup bana ‘çıkmayacaksın’ diyebilir. Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an tellallığımdan ise elli bin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!”6 Bu sözlerin sahibi ömrünün 28 yılı sürgünde, göz hapsinde veya hapiste geçmiş olan çilekeş bir dava adamıdır. Onu böyle konuşturan, Allah Azze ve Celle’ye olan iman ve teslimiyeti, davasının üstün geleceğine olan itimadıdır.

     Dava adamları Nebevi metot doğrultusunda hareket edince birçok sıkıntıyla karşılaştılar. Bu yolda çekilen sıkıntılar onları olgunlaştırdı, örnek şahsiyetler yaptı. Düşmanları onları yollarından döndürmek için birçok teklif yaptılar, birçok yönteme başvurdular fakat onları davalarından döndüremediler. Rusların teklifleri Şeyh Şamil’i, İtalyanların çabaları Ömer Muhtar’ı ve onlar gibileri asla ikna edemedi. Dik duruşları ve mücadeleleri ile tarihe geçtiler. Bunlardan biri de 20. asırda İslamî hareket metodunu en iyi anlayanlardan Seyyid Kutub’dur. Yıllarca davası uğruna Mısır zindanlarında çektiği işkenceler onu Kur’an’ın gölgesinde yaşamaktan ve Allah yolunda cihad etmekten vazgeçirmemiş bilakis dava azmini kamçılamıştır. Bu mücadele ve çile dolu yıllar ortaya öyle bir yiğit çıkarmış ki, ‘özür mektubu yaz seni affedelim ve idamı kaldıralım’ tekliflerine şu tarihi cevabı vermiştir: “Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım, asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.” Bu sözüyle gelecek nesillere uğruna ölünecek yüce bir davaları olduğunu haykırmıştır.

     Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Allah’a şükür ki bu dava için her şeyini ortaya koyabilmiş örneklerimiz pek çoktur. Ancak son yıllarda özellikle Nebevi metodun dışında hareket edilmesiyle dava adamlarının sayısı çok ama çok azalmıştır. Bunda Müslümanların gayrı İslamî sistemlerde yönetimlere talip olup Nebevi metodun dışında hareket etmekle kitlelerinin muhalefet ruhunu kaybetmelerinin payı büyüktür. Yönetime gelmeleriyle birlikte bir anda muhalif olmaktan muhafazakârlığa geçiş olmakta diğer yandan iktidar nimetlerini elde etmeleri zamanla onları dünyevileştirmektedir. Sonuçta dava için yola çıktıklarını iddia edenler davayı, bâtıla muhalefeti ve mücadeleyi lügatlerinden çıkarmışlardır. Geriye son zamanların moda tabiriyle çok sevdikleri ‘kazanımları’ kalmıştır. Artık bütün kavgaları elde ettikleri bu kazanımları kaybetmeme üzerinedir. Rahmetli Galip Erdem’in bu konuda güzel bir sözü var: “Bizler ‘davayı Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkaracaktık. Yola koyulduk, bin zahmet ve emekle, acılar çekerek dağa tırmandık. Zirveye vardığımızda sevincimiz sonsuzdu ama küçük(!) bir noksanımız olduğunu fark ettik: Davayı dağın eteklerinde unutmuştuk! Meğer biz davayı değil, kendimizi zirveye çıkartmışız.” Gerçekten Müslümanların birçoğunun durumu bundan farksızdır. Görüldüğü gibi bâtıl toplumlarda ve sistemlerde Müslümanların yönetime gelmesi büyük bir tehlikedir. Bâtıla olan muhalefet ruhunu ortadan kaldırıp muhafazakâr yapmakta, takip edilen farklı yöntemler şahsiyetlerin körelmesine sebep olmaktadır. Mücadele ruhuna ve Müslümanca dik duruşa her zamankinden daha çok muhtacız. Vesselam.

  1. Enam, 81
  2. Nahl, 120
  3. Kalem, 9
  4. Ebu Davud, Melâhim, 17; Tirmizi, Fiten, 13
  5. Abdulcelil Candan, Ulemanın Gücü, syf: 77
  6. Mektubat, 16. Mektubun Zeyli, Sözler Yayınevi, syf: 67