Hedef

NİÇİN VE NASIL OKUMALIYIZ?

Paylaş:

İnsanların çoğunun dünyaya meylettiği, ilme ve âlime duyulan saygının azaldığı, okuma oranının düştüğü, okuyan kesimin ise kendilerini dünyalık makamlara ulaştıracak mesleklere (doktor, mühendis, avukat vs.) yöneldiği bir dönemde yaşıyoruz. Davası ve hedefi olmayan kitleleri bir tarafa bırakırsak, hedefi olan, mes’uliyetini idrak etmiş şuurlu Müslümanların okumaması, kendilerini veya evlatlarını ilme sevk etmemeleri anlaşılması güç bir durumdur.

1980’li yıllarda, kitaplara ve kaynak eserlere ulaşmak bugünkü gibi kolay olmadığı hâlde, tüm kesimlerde (Sağcı, Solcu, İslamcı) okuma oranı daha fazlaydı. Her kesim kendi inancına ait eserlerin yanında karşıt görüşlere ait eserleri de okuyarak, onlarla tartışırken kullanacağı malzemeleri elde etmeye çalışıyordu. İslamî kesim, bu dönemde ideolojilerin (özellikle de solun) etkisinde kalarak kendine ait değerleri bir ideoloji imiş gibi okuyor ve savunmasını da o şekilde yapıyordu. Muhalefet ederken İslamî kavramlara değil de özgürlük, insan hakları gibi sol argümanlara sarılıyorlardı. Önlerinde yol gösteren, nebevî metotla hareket eden Rabbanî cemaatlerin azlığı (veya yokluğu), plânlı ve programlı bir şekilde hedefe yönelik adımların atılamayışı; o dönemdeki samimi insanların bir kısmının ümitsizliğe kapılıp yarı yolda tökezlemelerine, bir kısmının ise okudukları kaynakları yeterince anlamayışlarından dolayı marjinalleşmelerine (ifrat ve tefrite) yol açmıştı. Öyle bir noktaya gelindi ki, üç-beş kitap okuyan gençler kendilerini ilim sahibi görmeye, geçmiş âlimleri beğenmemeye ve onların fetvalarını eleştirmeye kadar işi götürdüler. Bir kısmı ise hadislerin bin bir zahmetle nasıl bir araya getirildiğini bilmeden, Buharî ve Müslimleri hedef alan suçlamalarda bulundular. Anlamadıkları hadisleri reddetmeye başladılar ve sonrasında işi hadisleri toptan ret noktasına (bugünkü mealcilerin yaptığı gibi) vardırdılar. Bir kısmı da radikallik adına her şeye olur olmaz muhalefet etmeyi gaye edinmiş, bunu mücadelesinin merkezine koymuştu. Bid’atlere bulaşmış bazı tarikat mensuplarına bakıp tasavvufu toptan reddetmesinden tutun da, metot olarak gayrı İslamî sistemin içerisinde mücadele edip köşe kapmaya çalışanları (ki bu metot Rabbanî değil elbette) ise küfürle, nifakla nitelendirmeye kadar vardırmışlardı. Bütün bunlara, Kur’an ve Sünnet gibi öz kaynaklara vukufiyetteki yetersizlik, tecrübesizlik, metottaki eğrilikler veya sapmalar da eklenince, manzara Müslümanlar açısından hiç de iç açıcı gözükmüyordu. Tek yönlü eğitim (sadece belli kaynakları okuma, sadece İslam’ın bir alanına yönelme) gibi yanlış eğitimler ve tavize dayalı yanlış metotlar yüzünden zaman, enerji ve ekonomi kaybı gerçekleşti. En kötüsü de samimi ve şuurlu insanlarda geleceğe dair ümitler kırıldı. Bu okuma ve eğitim faaliyetleri sistemli bir şekilde, Rabbanî bir metot dâhilinde, plânlı olarak yapılsaydı, belki de daha somut adımlar atılmış olacaktı.

Müslümanlar olarak kitabımızın adı “Kur’an”dır ve Kur’an da “okuma” kelimesinden türemiştir. Haddizatında Kur’an ve Sünnet bizi birçok yönden okumaya, düşünmeye ve ilme teşvik etmektedir. Örneğin Kur’an “Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir”1 buyururken, Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem de: “Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır”2 buyurmaktadır. Yine Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in: “Âlimin âbide üstünlüğü, benim sizin en aşağı derecede olanınıza üstünlüğüm gibidir”3 sözü, ilme ve âlime verilen değer açısından önemli mesajlardır. Bu mesajları alan, Kur’an’ı ve Sünnet’i bizden çok daha iyi anlayan ve hükümlerine göre yaşayan âlimlerimizin hayatında da okumaya ve ilme olan iştiyakı görebilmekteyiz. Hadislerin elde edilmesi için yapılan yolculuklarda (rihle), uzun çölleri geçerken susuzluktan dolayı defalarca kendi idrarını içmek zorunda olanlar, elbiselerini satmak zorunda kalanlar, açlıktan ölecek derecelere gelenler olmuştur.4 İmam Buhâri ezberlediği bir hadisi sağlamlaştırmak için gecede en az on dört kez yatağından kalkıyordu ve mum ışığı altında o hadisi tekrar gözden geçiriyordu. Endülüslü büyük filozof İbn-i Rüşd devamlı kitap okuyan biriydi. Kitap okumadan geçen yalnız iki gecesi vardı; biri evlendiği, diğeri babasının vefat ettiği gece. Yine İslam Medeniyeti’nde önemli bir yeri olan, Arap dilinin önemli simalarından Câhız, ömrünün sonlarına doğru felç olmuştu ama yine de kitap okumaktan geri kalmıyordu. Hatta ölümü (95 yaşında) kütüphanesinden bir kitap alıp okumak isterken üzerine kitapların düşmesi sonucunda olmuştur.5 Misalleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü gibi âlim olmak da, bu devasa ilim ve kültür mirasının bu günlere ulaşması da kolay olmamıştır.

Hedefi, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve otorite Allah’ın oluncaya kadar mücadele etmek olan Müslümanların, elbette ki okuması, Rabbanî metot dâhilinde bir eğitimden geçmesi, hem kendilerini hem de geleceğin nesillerini yetiştirmesi zaruridir. Çünkü okuyan toplumda dinamizmle beraber davet ve irşat faaliyetleri daha verimli olur. Okuyan ve kendini geliştiren fertlerin özgüvenleri artar ve kompleksli olmaktan kurtulmuş olurlar. Bu da faaliyetlerine pozitif etki yapar. Okuma faaliyetinin de bir plân dâhilinde olması, ihtiyaca göre okunacak kitapların seçilmesi ve fertlerin seviyesine hitap etmesi gerekmektedir. Bir kısım insanların seçilip daha ileri düzeyde ilmî eğitimden geçmesi de gerekecektir. Tüm bunları plânlarken bir gerçeğin altını çizmekte fayda vardır. Rahlenin önünde diz çökmek ve yıllarını ilme ve hizmete adamak o kadar da kolay değildir. Tıpkı Suriyeli düşünür Cevdet Said’in dediği gibi: “Müslüman dünyanın genç kuşağı İslam uğruna malını ve canını fedaya hazır; ne var ki, içlerinde yıllarını kapsamlı araştırmalar yapmaya, bir konuyu kotarmak ya da aydınlatmaya adamak isteyenler pek nadir.”6

 Yani uzun soluklu eğitimlere talip olanlar maalesef çok az oluyor. Buna talip olanların büyük bir kısmı da yarı yolda tökezliyor. Nedeni de en başta belirttiğim gibi bu işi yapabilecek zeki gençlerin İslamî ilimlerden çok, pozitif ilimlere yönlendirilmelerinden kaynaklanıyor. Geriye kalanların çoğu bu yükü kaldıracak çapta olmayınca istenilen düzeyde âlim-aydın vasıflı kişiler yetişmiyor. İslamî hareket bir yandan toplumu bilinçlendirici faaliyetler yaparken, diğer yandan ilmî faaliyetlere de önem vermeli ki, hareket içerisindeki fertlerde ilme ve okumaya karşı genel bir istek oluşsun. Okuma, yaşama ve anlatma kültürü yaygınlaştıkça da bu ortamda büyüyen geleceğin nesilleri çocuklarımız da ilme ve okumaya kanalize olacaklardır inşallah. Burada kastedilen sadece ilmî bir hareket olmak değil, hareket içerisinde ilme değer verilmesidir. Hareketin tüm fertleri; esnafı, memuru, talebesi yanında okuduğu bir kitapla dolaşırsa (kitabı okumak kaydıyla), icabında yanındakilere de o kitaptan bazı bölümleri okursa ve anlatırsa, o zaman arzulanan cemaat ve hareket meydana gelmiş olacaktır. Son olarak topyekûn bu işe sarılmayla ilgili bir hadisi hatırlatmak istiyorum: “Ya âlim ol, ya öğrenci veya dinleyici ya da bunları seven ol. Beşincisi olma helak olursun.”7