Selçukluların ve onlardan doğan diğer İslam devletlerinin, İslam medeniyetine yaptıkları büyük hizmetlerden biri de Tuğrul Bey’den itibaren İslam dünyasının her tarafını cami, medrese, kütüphane, hastane, imarethane, zaviye han ve kervansaraylarla doldurmaları ve bunlara zengin vakıflar tahsis etmeleriydi. Özellikle medreselerin kurulması ve bu müesseselerin devletin himayesine alınması eğitim ve öğretim tarihi bakımından son derece önemli bir dönüm noktası olmuştur. Böylece daha önce dağınık bir şekilde yürütülen eğitim öğretim hizmetleri, Selçuklularla beraber daha teşkilatlı derli – toplu bir şekle bürünmüş, öğretimin parasız ve yatılı olması ilmin eskiye oranla daha da yaygınlaşmasına imkân vermişti. 1
İlk Selçuklu medresesi Tuğrul Bey zamanında Nişabur’da kurulmuştu. Rey şehrinde de bir medrese vardı. Fakat Selçuklular devrinde her tarafa medreseler yapımına Sultan Alparslan zamanında başlandı. Bir gün Sultan Alparslan Nişabur’da caminin kapısında elbiseleri perişan gençler görünce veziri Nizamülmülk’e bunun sebebini sormuş. O da: “Bunlar insanların en şereflileri olup, dünya zevklerine kanmayan ilim talipleridir” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Sultan kendilerine bir yurt yapılmasını ve maaş verilmesini emretmiştir. Esasında Sultan Alparslan devrinin asıl teşkilatlı öğretim müesseseleri 1067’de Bağdat’ta yapılan Nizamiye medreseleridir. Vezir Nizamülmülk tarafından sistemli hale getirilmiş olan ve onun adıyla şöhret bulan Nizamiye medreselerine çarşılar, han, hamam ve çiftlikler vakfedilmiş; böylece devlet desteği ve himayesinde parasız – yatılı eğitim ve öğretim dönemi başlamıştır. Devrin parasıyla 60. 000 altın dinara yaptırılan Nizamiye medreseleri, ilim ve fikir hayatının gelişmesinde çok önemli rol oynamıştır. Daha sonraları sultanlar, vezirler, beyler vs. aynı şekilde medreseler yaptırmış ve bunlara da Nizamiye medreseleri adı verilmiştir.2 Nizamülmülk’ün medreselere dönüştürülmesiyle; âlimlerin, sufîlerin ve talebelerin korunmasında ve ilmin yayılmasında eşsiz hizmetleri olmuştur. Tabii bunun için büyük harcamalar yapılıyordu. Hatta bu konuyla ilgili olarak bazı kişiler Selçuklu sultanlarından Melikşah’a, buraya harcanan paralarla yeni bir ordu kurulabileceğini söyleyerek şikâyette bulunmuşlardı. Bu şikâyetlere karşı vezir Nizamülmülk: “Ey âlemlerin Sultanı! Orduna bunun birkaç misli para harcıyorsun, bu askerlerin okları bir milden öteye varmaz; hâlbuki ben sana öyle bir manevî ordu hazırlıyorum ki; onların duaları (ok gibi) arşa ve Allah’a yükselir” diyerek bunun önemini açıklamıştır.3 Nizamiye medreselerinde yalnız dinî ilimler ve fıkıh değil aynı zamanda matematik, tıp, astronomi, felsefe ve filoloji gibi müspet ilimler de okutuluyordu. Bu anlayış sebebiyle özellikle tıp ve astronomi alanında yeni çalışmalar yapıldı. İlk Selçuklu hastanesi Nizamülmülk’ün Nişabur’da yaptırdığı Bimaristan idi. Yapılan hastanelerde aynı zamanda tıp eğitimi de veriliyordu. Böylece sadece teorik değil aynı zamanda pratik eğitim de gerçekleşiyordu.
Tıp eğitimi nasıl ki; hastanelerde veriliyorsa astronomi eğitimi de daha ziyade rasathanelerde yapılıyordu. Melikşah; İsfehan ve Bağdat’ta birer rasathane yaptırmıştı. Ömer Hayyam gibi pek çok ilim adamı burada çalışmış ve hatta Melikşah adına bir de takvim hazırlamışlardı. Celali takvimi olarak bilinen bu takvim, ilmî açıdan Gregorian sisteminden daha sağlam ve güvenilirdi. Sultan Sancar devrinde ise Ebu Mansur Abdurrahman Hazini yetişmiş; Selçuklu şehirlerinin enlem ve boylam derecelerini ve kıblelerini hesaplamış, Ziyc-i Sancari’yi tertiplemiştir. Ayrıca fizik alanında da çalışmış, suyun yoğunluğunun dünyanın merkezine yaklaştıkça artacağını söylemişti. Daha sonraları Nasuriddin Tusi gibi büyük ilim adamları da bu rasathanelerde astronomi alanında çalışmalar yapmıştır.4
XIII. yüzyıla gelindiğinde hemen hemen bütün Selçuklu şehirleri bir veya daha fazla medreseye sahip bulunuyordu. Bu yüzyılda Selçuklu Türkiyesi manevî kültür bakımından oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmıştı. Çocuklara okuma yazma öğretmek amacıyla her mescit yanında yapılan ilkokullardan başka, her taraf medreselerle dolmuştu. Bunlardan başlıcaları Konya’da Karatay, Sivas’ta Gök Medrese, Tokat’ta Yağıbasan Medrese’si, Erzurum’da Çifte Minareli Medrese ve Yakutiye Medresesi olarak sayılabilir. Ayrıca Selçuklular devrinde her medresenin genellikle bir kütüphanesinin olduğu da unutulmamalıdır. (Ancak Türkistan, İran hatta Bağdat kütüphaneleri Moğol istilası sırasında tahrip edilmiş, kitaplar yakılmış, zayi olmuş veya yağmalanmıştır.)
Selçuklularda ilim ve kültür hayatındaki bu büyük gelişmelerde şüphesiz sultan ve diğer devlet adamlarının, ilim adamlarını himaye etmeleri ve destek olmaları çok etkili olmuştur. Maddî bakımdan desteklenen, itibar ve hürmet gören Selçuklu devri ilim adamlarının sultan ve halk üzerinde etkili oldukları çeşitli olaylardan da anlaşılmaktadır.
Zahit bir hayat süren Ali Bin Hasan es Sandali’nin Cuma namazında kendisiyle karşılaşan Melikşah’ın neden ziyaretine gelmediği şeklindeki sorusuna verdiği cevap, o devir ilim adamlarının düşünce yapısını gayet güzel anlatmaktadır. Sandali Melikşah’a şöyle demişti: “Sizin hükümdarların en iyisi olmanız için; benim de âlimlerin en kötüsü olmamam için gelmedim. Zira hükümdarların en iyisi âlimleri ziyaret eden, âlimlerin en kötüsü de hükümdarların ziyaretine koşandır.”
Gazali ile Sultan Sancar arasında geçen bir olay da âlim – hükümdar münasebetleri bakımından dikkat çekicidir. Sancar, diğer Selçuklu sultanları gibi samimi bir Müslüman ve İmam-ı Âzam Ebu Hanife’yi seven bir insandı. Kendisine Gazali’nin Ebu Hanife aleyhtarlığı yaptığı bildirilince, Gazali’yi meseleyi görüşmek için yanına davet etti. Fakat Gazali hükümdarların huzuruna çıkmamaya yemin ettiğini, yeminini bozamayacağını, ancak orta bir yer olan Meşhed’e kadar gelebileceğini bildirdi. Sancar da Meşhed’de büyük âlimi karşıladı. Kendisine hürmet ve itibar gösterdi. Meselenin aslını öğrendikten sonra Gazali’ye medresede ders verip halkı irşat etmesi ve talebe yetiştirmesi ricasında bulundu. Sonuçta o da bu isteği kırmayarak Nişabur Nizamiye Medresesi’nde ders vermeye başladı.5
Tarihimiz incelendiğinde Orta Çağ karanlığı diye bir şeyin kesinlikle olmadığı, tam tersine ilmî açıdan, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan tam bir gelişmişlik içerisinde olduğumuz görülecektir. Fakat aynı dönemde Avrupa’da Skolâstik düşüncenin hâkim olduğu, kilisenin insanlara cennetten yer sattığını söyleyip ekonomik açıdan sömürdüğü, ilmî gelişmelere engel olduğu, kendisine karşı çıkanları engizisyon mahkemelerinde yargıladığı, aforoz ettiği (dinden kovduğu) veya idam ettiği bilinmektedir. Kısacası akla, bilme ve insanın fıtratına tamamen aykırı; rahiplerin keyfine göre şekillenen bir din anlayışı Orta Çağ Avrupa’sını karanlık bir çağa dönüştürmüştü. Ne gariptir ki içimizden çıkan, izzeti yanlış yerde arayan bazı aydın (!) geçinen cahiller, (kültürünü, medeniyetini, köklerini unutup) o kadar Avrupa hayranı oldular ki İslam ve Müslümanlar hakkında (Avrupalılar için geçerli olan) Orta çağ karanlığından bahseder hale geldiler.
Kendi medeniyetimizi okumak, yaşamak ve anlatmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
1. Algül H. İslam Tarihi
2. Algül H. İslam Tarihi
3. Turan O. Selçuklular Tarihi
4. Turan O. Selçuklular Tarihi
5. Turan O. Selçuklular Tarihi