Makale

ÖNCÜLERİN ÖNCÜSÜNÜN DAVET YOLUNDAKİ ÇİLESİ

Paylaş:

YAZAR: GÜLHAN KAYNARPINAR

 

Tarih boyunca Rabbimiz Teâla insanlığa dinin hükümlerini anlatacak, kitabı ve hikmeti öğretecek ve onları hakka davet edecek peygamberler göndermiştir. Gönderilen tüm peygamberlerin çağrısı ortaktı ve aynı kelimeye davetti. Halklarını şirkin zilletinden kurtarmak için Allah’a kulluğa davet eden peygamberler, çeşitli imtihanlara tâbi tutularak sabır ve sebatta örneğimiz oldular. İslam’a davet eden öncü kadronun ilk silsilesi, peygamber olarak gönderilen Hz. Adem ile başladı. Ve ardından Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğerleri… Ve Âlemlerin Efendisi Peygamberimiz… Bu şerefli yolun öncüleri oldular.

 Peygamberlerin ortak vazifesini Kur’an- ı Kerim şöyle ifade eder: “Onlar öyle seçkin kimselerdir ki; Allah’ın buyruklarını tebliğ ederler,  O’ndan çekinir ve O’ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter.1 Yüklendiği vazifeye göre kıymet kazanan insanoğlu ancak aziz dini yaşayan ve anlatan olmakla onur ve şerefe ulaşır. Çünkü dine davet; Rabbimizin şerefli kullarından olanların vazifesi, Peygamberlerin ortak mirasıdır.

Ümmetinden olmakla şeref duyduğumuz Peygamberimiz, hayatının her anında örnekliğiyle beraber davetçi vasfıyla da en güzel örneğimiz olmuştur. Allah Rasulü’nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. Bir kez olsun yılmadı ve asla umudunu yitirmedi. Başına gelecekleri bilmezken de tavrı aynıydı bildikten sonra da aynı oldu. Varaka bin Nevfel: “Halkının seni yurdundan çıkardığı güne şahit olursam destekçin olacağım” dediğinde; “Halkım beni yurdumdan mı çıkaracak” diyerek şaşkınlığını ifade etmiş fakat o günlere şâhit olduğunda da asla ye’se düşmemişti. Sevdiği Mekke’sinden ayıracaklarını anladığı halde bile davetine asla ara vermemişti.

 Kur’an- Kerim’de Rabbimiz: “Ey Peygamber! Gerçekten biz seni bir şâhit, bir müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ve kendi izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan kandil olarak gönderdik.2 buyurarak, peygamberimizin insanlığa hangi gayeyle gönderildiğini açıklar.

Kalk ve uyar!” emri gereğince ömrünün son demine kadar toplumunu İslam’a davet eden Efendimiz(s.a.v), her türkü teklif, engel ve zorluğa rağmen asla geri adım atmadı. Öyle bir kalkışla kalktı ki; eşi Hz. Hatice (r.anha): “Ey Allah’ın Rasulü kendinizi çok yoruyorsunuz biraz uyusanız” dediğinde Peygamberimiz(s.a.v): “Ey Hatice, uyku devri çoktan geçti” diye karşılık vererek o kıymetli bedenini ömrünün sonuna kadar rahat ettirmedi. Dinin hâkimiyeti için çalışarak rahatını bozmak istemeyen Müslümanlar, peygamberimizi hakkıyla tanıyorlar mı acaba…

Kâinatta en büyük belâ ve musibete peygamberler düçâr olmuştur. Peygamberimiz ise, davet yolunda çektiği çile ve sıkıntıyı şöyle ifade eder:  Allah yolunda, hiç kimsenin görmediği eziyetlere katlandım. Benim düştüğüm hallere hiçbir kimse düşmemiştir. Öyle zamanlar oldu ki; üzerimizden otuz gün, otuz gece geçtiği halde ne Bilal ve ne de ben, onun koltuğu altında sakladığı az bir yiyecek dışında canlıların yiyebileceği hiçbir şey bulamadık.3 ‘Peygamber (s.a.v) döneminde yaşasaydık onu yalnız bırakmaz, her sözüne uyardık’ diyenlerin, bugün Peygamberin davasını sahipsiz ve yalnız bırakmalarının sebebi, Rasulullah’ın hayatta olmayışı mı? Oysa o gün Peygamber vardı ve dava sahipsiz değildi fakat bugün Peygamber de yok Ebubekir’de… O günden daha fazla bugün davayı sahiplenecek öncülere ihtiyaç var.

Öncülerin muallimi, en güzel eğitici Efendimiz(s.a.v), Rabbi’nin buyruğunu aralıksız irşat ediyordu. Üç yıl süren gizli davetin ardından “Sana emrolunan şeyi açıkça ortaya koy, müşriklere aldırma4 ayetinin nazil olmasıyla birlikte açık davet dönemi başladı. Böylece, başta Peygamberimiz olmak üzere iman edenlere eziyet ve işkencelerin açıktan yapılma dönemi de başladı. İlk açık davetini Harem-i Şerif’te yapan Rasulullah(s.a.v): “Ey insanlar, ben Allah’ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisiyim. Ki göklerin ve yerin mülkü sadece O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî peygamber olan elçisine iman edin. O da Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır. O’na iman edin ki; hidayete ermiş olursunuz.5 ayetini okuduğu esnada hakka karşı kör ve sağır olan müşrikler, yüce Nebi(s.a.v.)’ye saldırıya geçti. Tarih boyunca peygamberlere her türlü zulmü ve çileyi reva gören Ehl-i Küfür, Efendimizin de yoluna türlü engeller çıkarmaktan geri kalmadı.  Peygamberimize yapılan işkenceye şahit olan Amr bin As(r.a)  olayı şöyle anlatmaktadır: “Bir gün Peygamberimiz Makam-ı İbrahim’de namaz kılarken, müşrikler onu öldürmeyi kararlaştırdılar. Bunun üzerine Ukbe bin Ebi Muayt, Hz. Peygamberin yanına gidip, abasını onun boynuna dolayarak bütün gücüyle sıktı. Hz. Peygamber dizleri üzerine düşmüştü. Halk, ‘öldü’ diye bağırmaya başladı. Ve o esnada Ebu Bekir (r.a.) koşarak, Hz. Peygamberi kollarından tutup ayağa kaldırdı ve: “Rabbim Allah’tır dediği için mi bu kişiyi öldüreceksiniz?” diye haykırdı. Başka bir rivayette ise El Ezdî şöyle anlatır: “Cahiliye devrinde Hz. Peygamber  (s.a.v): “Ey insanlar Leileheillalah deyiniz kurtulunuz” diyordu. Bunun üzerine kimisi peygamberin yüzüne tükürdü, kimisi peygamberin üzerine toprak serpti, kimisi de ona küfretti. Bu durum öğleye kadar sürdü. Baktım ki kızı Zeynep(r.anha) gözyaşı içerisinde, su dolu bir testi ile peygamberimizin yanına yaklaştı. Peygamberimiz gelen su ile yüzünü ve ellerini yıkarken; “Ey kızım, babanın başına bir şey getireceklerinden korkma!” diyordu. Bu sözüyle kızını teselli ederken aslında bize cesareti, Rabbimize sonsuz güven ve teslimiyeti öğretiyordu. Çünkü çıkılan bu yol da O’nun, din de O’nundu. Ve bu uğurda yola çıkanlar da sadece O’nun için çıkmışken elbette onları yardımsız ve desteksiz bırakmayacaktı.

 En büyük destekçimiz olan Rabbimiz;  Rasulüne, başına gelenlere karşı sabrı telkin ederken; “Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz ‘izzet ve gücün’ tümü Allah’ındır. O, işitendir, bilendir6 buyurarak izzet ve kuvvete ancak kendi yolunun hizmetkârı olup çile ve sıkıntılara sabrederek erişeceğimizi haber eder. O halde bugün izzet ve kuvvetin yokluğu sebebiyle kıvranan İslam ümmetinin derdinin devâsı, kimsenin sözüne aldırış etmeksizin davasını dosdoğru bir şekilde anlatmak olduğunu bilmesi gerekmektedir. Rabbimiz, görevimizi hakkıyla bilip îfa edenlerden olarak, öncülerin öncüsü olan Efendimize lâyık ümmet olmayı nasip etsin…