Suriye’de 19 aydır süren iç savaş hepimizin içini kanatıyor. Şimdiye kadar 30 bin kişi hayatını kaybetti; 100 bin insan kayıp; 400 bin kişi hapishanelerde; 2,5 milyon insan kendi ülkesinde yer değiştirip mülteci durumuna düştü. Türkiye, Ürdün ve Lübnan’daki 250 bin mülteciyi zorlu kış şartları bekliyor. Su, elektrik, ulaşım vb. altyapı sistemi çökmüş durumda. Şam, Halep gibi İslam tarihinin, sanat ve medeniyet merkezleri belki de bir daha dirilmemek üzere harabeye döndü.
Halkı Müslüman bir ülke, göz göre göre yangın yerine dönmüş. Elbette haklı ve haksız var, elbette her iki taraftan da orantısız güç kullananlar, meşru sınırları aşanlar var. Bunun kritiğinin yapılması lâzım. Ama Suriye kan, gözyaşı ve ölüme terk edilmiş bulunuyor. Bunda herkesin, devlet ve hükümetlerin, bölgesel ve küresel güçlerin kendi müdahaleleri oranında sorumlulukları var.
İlk gün söylediklerimiz bugün için de geçerli. Otokrat, zorba ve baskıcı bir rejimi devirmenin yolu bu değil. Tunus ve Mısır (Tahrir) yönteminde ısrar edilseydi; bölge ülkeleri işbirliği yapsaydı; küresel/harici güçlere safça güvenilmeseydi dram bu boyutlarda olmazdı. En tartışmalı liderlerden Burhan Galyun bile: “Amerika bizi aldattı!” diyor. Amerika ve Batı’nın hiçbir zaman sözlerine güvenilmeyeceğini baştan bilmek lâzımdı.
Maalesef olan oldu. Suriye meselesi yüzünden bölge ülkeleri de birbirine düştü. Sıfır ihtilaf komşuluk ilişkisinden hasmâne ilişkiye geçtik. Her ülkenin kendince savunulabilir gerekçeleri olabilir ama Suriye’nin iç sosyo-politik dengeleri, bölgesel güç ilişkileri ve küresel yeni kamplaşmalar doğru biçimde okunamadı, Esed’in üç hafta içinde gideceği söylendi, aradan 19 ay geçti, ‘hemen’ gidecek gibi görünmüyor. En yakın, en iyi bildiğimizi zannettiğimiz Suriye konusunda bunca feci yanılgıya düşebiliyorsak, bunun bir parça sorumluluğunu kendimizde aramamız gerekmez mi?
Bunların tabii ki bir muhasebesi yapılacak. Bir an önce ateşi söndürmek gerekirken, yazık ki hâlâ ateşe benzin dökmeye çalışanlar var. Yetmiyormuş gibi bir yandan Türkiye’yi askerî müdahaleye, diğer yandan dört İslam ülkesini birbiriyle savaşmaya sürüklemek istiyorlar.
İlk günden bizim önerimiz şuydu: Türkiye, İran ve Mısır bir araya gelip olaya el koymalı. Bölge ülkeleri birbirlerine rağmen bir arada olamazlar. Sonunda Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, beklediğimiz çıkışı yaptı, Suudi Arabistan’ın da içinde yer alacağı dörtlü girişim grubunu sorunu çözmeye davet etti. Suudiler istekli olmadı ama Türkiye, İran ve Mısır bir araya geldi. Hamdolsun, “iyi bir nokta”ya gelindi diyebiliriz. Evet, eğer Türkiye-Suriye sınırında başlatılan provokasyonlar, Sünni-Şii/Türkiye-İran çatışması tuzağına düşülmeyecek olursa üç büyük İslam ülkesinin prensipte üzerine vardığı mutabakat bu kanlı savaşı sona erdirebilir. Buna göre:
1) Mümkün olan en kısa zamanda seçimlere gidilmesi. Bu 2-3 sene olarak düşünülüyor.
2) Seçimlere kadar Esed yerinde kalacak ama muhalif grupların temsilcileri idari-bürokratik kademelerde yer alacak.
3) Yeni bir anayasa yapılacak, seçimlere gidilecek. Esed yeni dönemde aday olmayacak. Kim sandıktan çıkarsa -gücü, aldığı destek oranında- yönetime katılacak.
Bu aşamada akla en uygun gibi görünen plânın yürümesi için Arap Birliği desteğinde Türkiye, İran ve Mısır’ın her aşamada birlikte gelişmelere fiilî olarak müdahil olmaları, hatta ortak askerî güç oluşturup plânın yürüyüşünü denetlemeleri gerekir, aksi halde her şey altüst olur, kalınan yerden iç savaşa devam edilir. Plânın zaaf noktaları 2-3 senenin uzunluğu; her üç ülkenin iş birliği yapma kabiliyetinin bugüne kadar test edilmemiş olması ve elbette gerek Suriye’nin içinden gerekse bölge ülkelerinden ve küresel büyük aktörlerden gelecek provokasyonların her şeyi altüst etme potansiyeli.
Bu aşamada başka görünür çözüm yok, bölgenin üç büyük ülkesine büyük sorumluluklar düşüyor. Son gelişmelere baktığımızda Türkiye’de hem hükümet çevrelerinde hem kamuoyunda bu yönde güçlü bir iradenin belirmiş olması en büyük umudumuzdur. R. Tayyip Erdoğan; Ayetullah Hamaney ve Muhammed Mursi’nin göstereceği dirayet ve kararlılık, sonucu tayin edecek kadar belirleyici.
Suriye’de Hatalar (1):
Yanlış Okuma
Başından beri altını çizmeye çalıştığımız hataları beş ana noktada toplayabileceğimizi düşünüyorum:
1) Türkiye, Suriye’nin farklı dini, mezhebi ve etnik unsurlardan müteşekkil sosyo-politik yapısını yanlış okudu. Suriye’nin nüfusu ağırlıklı olarak Sünni Arap, Kürt ve Türkmenlerden ibaret olmakla beraber, yüzde 25-30 arası Nusayri ve Hıristiyanlardan oluşmuş bulunuyor. Esed yönetimine karşı sivil-silahsız gösteriler başladığında Nusayri ve Hıristiyan unsurlar kimi zaman kaygılandı kimi zaman umutlandı. Ne zaman ki Körfez ülkelerinin aktif katılımıyla sivil muhalefet silahlı mücadeleye ve arkasından ülke iç savaş girdabına girdi, Nusayri ve Hıristiyan nüfus yönetimin yanına geçti. Ayrıca Sünni nüfusun kayda değer bir bölümü Esed’in yanında yer aldı, hâlâ da yer yer desteğini sürdürüyor. Oysa Türkiye, muhalefete bu iki unsura hukuk temelinde ve inandırıcı yollarla kontra teminatlar vermeyi telkin etmeliydi. Buna teşebbüs etmedi değil, ne var ki Körfez ülkelerinin silahlı provokasyonu bunu mümkün olmaktan çıkardı.
2) Suriye, Esed ve yönetiminden ibaret değil. Yıllardır İsrail’e karşı Filistin davasını ve Hizbullah’ı fiilen desteklemiş olan bu ülkenin İran, Irak ve Lübnan’la sıkı ve organik bağları var. Irak işgali ve Amerika’nın çekilmesinden sonra bölgede bu ülkeler arasında bir ittifak hattı oluştu ki, İran’ın Suriye ile imzaladığı stratejik savunma işbirliği gereği bu ülkeyi yalnız bırakması beklenmemeliydi. Irak da elbette İran’la birlikte hareket edecekti. Lübnan’da ise Hizbullah olmadığı kadar etkin, Hizbullah’a rağmen Lübnan’ın Suriye’de muhaliflerin yanında yer alması hayli zor.
Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte hareket edip iç savaşta taraf olunca, İran, Irak ve Lübnan’ı da karşısına almış oldu. Türkiye, sivil-silahsız muhalefetin koruyucusu pozisyonunda kalıp Körfez ülkeleriyle arasına mesafe koysaydı hem muhalefet, hem yönetim ve hem bölge ülkeleriyle diyaloğunu sürdürür, şimdi sahneye giren Mısır’la her iki tarafın şahinlerini ve dış destekçilerini köşeye sıkıştırabilirdi. Gelinen noktada görünen gerçek şu ki, Suriye’de bu üç aktöre (İran, Irak, Lübnan) rağmen bir değişiklik yapılamaz, olsa da iç savaş devam eder, duruma göre bölgesel savaş çıkar.
3) Küresel düzeyde, tam değilse de görece Soğuk Savaş dönemine dönmüş olduk. Bir yanda ABD ve Avrupa, diğer yanda Rusya ve Çin, iki kutupta toplanıyor. Suriye yeni kutuplaşmanın kendini test ettiği kritik sahadır. Rusya ve Çin hiçbir şekilde Esed sonrası Suriye’nin tamamen ABD, Anglo-sakson ve İsrail kampına geçmesine rıza göstermeyeceklerini açıkça ortaya koydular. Gerekirse bu “üçüncü bir savaş”a sebep olsa bile. Türkiye, bu küresel yeni kamplaşmanın varabileceği tehlikeli boyutları hesap edebilmeliydi. Doğru hesap edemediği gibi, Malatya’ya radar sistemini kurmakla Rusya’yı daha aktif ve kararlı bir biçimde Suriye’ye celbetmiş oldu. Türkiye, radar sistemiyle hem kendi başına hem bölge ülkelerinin başına yeni dertler açtı.
Suriye’nin önemli beşeri unsurlarından biri de Kürtlerdir. Kürtler ilk günden Irak Kürdistanı ve PKK ile iletişim halinde kendilerini ayrı tuttular, Kuzey Suriye’de yoğun olarak yaşadıkları bölgeyi özerkleştirmeye çalıştılar. Kuzey’de tampon bir bölge ilan edilmesi her halükarda Kürtlerin işine yarayacaktır. Bu aşamadan sonra -Esed gitsin veya kalsın-, Kürtler eski statülerine razı olmayacaklardır. Türkiye, içeride PKK, bölgede Kuzey Irak konusunda kalıcı bir mecra bulamamışken bir de “Kuzey Suriye Kürdistanı” olgusuyla karşı karşıya gelmiş oldu.
Suriye’de Hatalar (2): Temkinden Hariciliğe
İslamî ve ahlakî insanî değerlere sahip hiç kimse Baas türü baskı rejimini onaylamaz. Bu türden rejimleri savunanlar insan haysiyetine ve eşref-i mahlûkat olmaya aday olarak yaratılmış insanın izzetine saygısızlık gösterirler.
Ancak İslam bilginleri zorba yönetimleri değiştirme konusunda tek bir yol-yöntem üzerinde anlaşabilmiş değildirler. Bu konuda İslam tarihinde üç ana akım teşekkül etmiştir: “Sünni temkin modeli”, “Şii intizar anlayışı” ve “Harici kıyam” yolu. Bunların birer siyasi tutum ve mücadele yöntemi açısından ne anlama geldiklerine kısaca bakalım:
1) Sünni-Temkin Modeli: İtikadî ve fıkhî mezhepleri itibarıyla “Sünni şemsiye” altında toplanan mezhep imamları ve bilginleri, açık inkârcı yönetime, İslam yurdunu işgal eden yabancı güçlere fiili savaş üzerinde ittifak ederler. Ancak yönetici (imam) zorba-zalim ise bakılır: Eğer ona kıyam edildiğinde maddî-askerî olarak devirmek mümkünse, kıyam edilir ve yerine İslamî hükümleri tatbik eden adil bir yönetim getirilir. Ama yönetimi devirmek mümkün değilse, hatta galip zanla ayaklanma kargaşa, hesapsız kan akıtmaya yol açacaksa temkin yolu seçilir, meşru muhalefet güç toplayıp yönetimi devireceği zamana kadar bekler. Bu çerçevede toplumsal kargaşa çıkmasın, zaruri kamu ve medeni hizmetler-işler aksamasın diye “zalim (cair) de olsa yönetici”ye sabredilir. Ancak Sünni âlimler asla kalben zulme ve baskıya rıza göstermez; iki yolla hem inisiyatifi ellerinde tutmaya hem muhalefete devam ederler: Biri tavizsiz biçimde meşru imamın, yani idealdeki yöneticinin şartlarını fıkıh ve kelam zemininde hatırlatırlar -ki fıkıh ve kelama göre tasvir edilen yönetici ile baştaki yöneticinin aynı olmadığı kolayca anlaşılır; diğeri sivil-medeni hukuk yapımını ellerinde bulundurur, hukukun yapımını merkezi yönetime devretmezler. Böylelikle yönetimin zorba müdahalelerinin sınırlarını daraltır, Müslim-gayrimüslimin sivil hayatını rahatlatırlar.
2) Şii-İntizar Anlayışı: Zannedildiğinin aksine Şiilik ihtilalci, darbeci, kıyamcı veya isyancı bir siyasi doktrine dayanmaz. Aksine, kurtuluşu kayıp imam El Mehdi’nin gelişine bağlar; Mehdi (İmamu’l-Muntazar) zuhur edinceye kadar zorba yönetimlere karşı sabrı tavsiye eder, cemaat olarak içine kapanır, hayati tehlike sezdiği zamanlarda ve durumlarda takiyye yapar –inancını gizler ki bu azimetin yerine ruhsatı tercihtir- ve fakat Sünni müçtehitler gibi sivil-medeni hayatın İslamî hükümlere göre yürümesi için müntesipleri ile müçtehit imamları arasında zorunlu bağ kurar. Bu yüzden Şia’da müçtehit öldüğünde içtihadı da kendisiyle ölür, bir Şii kendine yeni Merci-i Taklid, yani yeni bir müçtehid bulmak zorunda kalır. Bu içtihat anlayışı Sünni fıkha göre Şii fıkhını daha dinamik ve güncel kılar, müçtehitleri birer toplumsal önder konumuna çıkarır, fıkhî olarak sorunlar müçtehitlerce ele alındığından ulemanın önüne “aydınlar ve akademisyenler” geçemez. Şia tarihinde İmam Humeyni, ilk defa köklü bir içtihatla “cihad” ilan etmeden, Mehdi’nin gelişini beklemeye (intizar) değil, İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşuna bağlayıp devrime dini temel bulmuştur.
3) Harici-Kıyam Yolu: Bu tarza göre siyaset, yönetim ve hükümlere lafzî bakılır. Yönetim (imam) zorba ise silahlı mücadele ile devrilmesine bakılır. Sonucu tayin eden Allah’tır; dilerse zafer verir dilerse vermez. Bu yolu, tarihte başta Hz. Ali’ye destek vermişken, hükümleri lafzî olarak yorumlayan Arap yarımadası bedevilerinin “Haricilik” adı altında toplanıp silahlı ayaklanmaya başvuranlar seçmişlerdir. Zannediliyor ki, Haricilik mezhep tarihi kitaplarında kalmıştır. Öyle değil, modern zamanlarda yine Arap yarımadası kaynaklı Vehhabi-Selefi hareketlerin önemli bir bölümü –şüphesiz hepsi değil- Harici kıyam yolunu takip ediyor. Pakistan Cemaat-i İslam ve Arap âlemindeki İhvan hareketi özü itibarıyla “Sünni temkin” modelini takip eder; ama zaman zaman Harici yöntemi benimseyenler çıkar ve bunlar İhvan’dan ayrılır.
Suriye’de eğer Sünni temkin modeli uygulansaydı –ki Türkiyeli Müslümanların modeli budur- belli bir süreçte Baas yönetimi değişecekti. Yazık ki Batı, Arap yarımadası ve Körfez ülkeleri Suriye’nin meşru, haklı muhalefetini maliyeti hayli yüksek silahlı mücadeleye ve oradan iç savaşa çevirdiler. Türkiye’nin hatası kendi asli yöntemini bir kenara bırakıp bu yönteme, “Harici radikalizm”e itibar etmesi oldu.
Ali BULAÇ