Türkiye tarihinin darbe ve muhtıra dönemlerini içeren, bu döneme ışık tutan kitaplara bakıldığında genellikle 27 Mayıs 1960 tarihinin baz alındığı görülür. Oysa darbe olarak tanımladığımız olgu; seçilmiş olanın hakkını gasp etme, halkın taleplerini askıya alma, kendinden olmayana zulmetme ve sistemi kendi ideolojisi çerçevesinde dizayn etme girişimi ise o takdirde daha eskilere gitmekte fayda vardır.
1900’lü yılların başında esen Meşrutiyet rüzgârının Osmanlıyı da etkisi altına almasını isteyen bir takım güçlerin, bunu İttihat ve Terakki Cemiyeti eliyle gerçekleştirmeleri de bir nevi 2. Abdulhamid’e ve o günün Müslüman halkına yapılan bir darbeydi denilebilir. O günlerde İttihat ve Terakki ordu içerisinde çıkardıkları ayaklanmayı “ordu merkezli ihtilâl” olarak isimlendirmiş, bu anlayış daha sonraki ihtilâllere de zemin hazırlamıştır. Meşrutiyetin ilanından önce 1906’da 4, 1907’de 13, 1908’in ilk altı ayında 28 ayaklanma olması, o günkü şartlarda nasıl bir kaosun olduğunu, dışardan ve içerden fitne odaklarının nasıl çalıştıklarını daha iyi ortaya koymaktadır. 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle yine de yönetimde tam bir nüfuz sağlayamayan İttihat ve Terakki, tezgâhladığı 31 Mart Vakası’yla 2. Abdulhamid’i tahttan indirmeyi başardı. “Özgürlük, meşrutiyet” gibi sloganlarla kitleleri etkiliyor ve meşru halifeye karşı gelmelerini sağlamaya çalışıyorlardı. Sonuçta 2. Abdulhamid gibi bir siyasi dâhiyi tahttan indirdiler. Sonrasında İttihat ve Terakki, 1913 yılındaki Bab-ı Âli baskınıyla tümden Osmanlı İdaresini ele geçirdi, tek başına iktidar oldu. Sultanın konumu artık sembolik bir hale geldi.1 Böylece Osmanlıyı 1. Dünya Savaşı’na sürükleyen sürecin fitili de ateşlenmiş oldu.
Alman hayranı Enver Paşa gibilerin yüzünden Almanya’nın safında yer aldığımız 1.Dünya Savaşı’nı kaybettik. Sonrasında İtilaf Devletleri ülkemizi paylaşmaya başladılar, aynı zamanda da yurdun dört bir yanında Kurtuluş mücadelesi başladı. Bu zorlu yıllarda, Allah Celle Celaluhu’nun yardımı ve imanlı halkın mücadelesi akabinde durum zaferle sonuçlandı. Sonrasında 600 yıl İslam’la yoğrulmuş olan bu memlekette Allah’ın dini ile hükümleriyle ve Müslümanların inancıyla mücadeleye başlanıldı. Bir nevi Allah Celle Celaluhu’nun hükmetme hakkı, halkın dinini istediği gibi yaşama hakkı ve diğer haklar gasp edildi. Kanunlar değiştirilirken, devrimler yapılırken Allah’ın hakkı dikkate alınmadığı gibi, Müslüman halka sorma gereği de duyulmadı. Hatta hilafetin kaldırıldığını, toplum yapısının giderek bozulduğunu, her geçen gün daha bir Avrupalılaştığımızı gören ve bu duruma itiraz eden âlimlerimiz o dönemde asıldılar. Adeta tüm yetkilerin tek elde toplandığı bir dikta yönetimi söz konusu olmuştu. Harf inkılabı ile bir anda bütün memleket okuma yazma bilmeyen, latin alfabesiyle yeniden okuma ve yazmaya başlayan bir toplum oldu. Böylelikle, Osmanlıca olan kitaplardan, İslami eserlerden ve en önemlisi Kur’an’dan uzaklaştırıldık. 1945 yıllarına kadar (gerek Mustafa Kemal, gerek İsmet İnönü) tek parti ve tek lider ile gelindi. 1946’da çok partili hayata geçildi. Bunda, o yıllarda Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında gerginlik olmasının (Stalin, Türk-Sovyet saldırmazlık anlaşmasını feshetmişti) getirdiği şartlar ve bu süreçte Avrupa’ya yanaşabilmek için onlara şirin gözükme çabası vardı. İsmet İnönü, 2. bir partinin kurulmasına başında Celal Bayar olması şartıyla razı olmuştu. Bunda Celal Bayar’ın nede olsa eski bir CHP’li olmasının, laik-kemalist anlayışın dışına çıkmayacak bir yapıda olmasının payı vardı.2
1950 yılında yapılan seçimlerde, tek parti iktidarının baskılarından (ezanın Türkçe okunması, İslami neşriyatların ve radyolarda dini programların yasaklanması, câmilerin ahırlara çevrilmesi, Kur’an öğretilmesinin yasaklanması gibi) ve ekonomik sebeplerden (yoksulluk ve bazı ağır vergiler) usanmış olan halk Demokrat Parti’yi bir can simidi görmüş ve iktidara taşımıştı. İnkılapların yapıldığı yıllarda halk ağır bedeller ödemişti ve yıllarca bunun acısını taşımıştı. Örneğin, 25 Kasım 1925’te TBMM’de meşhur Şapka Kanunu kabul edilmiş, akabinde yaşananlar ise tarihimize kara leke olarak geçmiştir. Şapka giymeyenlere karşı baskı uygulanacak gerekirse asılacaktı. Yaşanan şu olay durumu güzel bir şekilde özetliyor:
“Rize Ulu Camii imamı Hafız Şaban Hoca cemaate “Biz dinimize bağlılık isteriz inanmayanlar inanmasın fakat inananlara zulüm yapılmasın, tek isteğimiz sarığımıza, sakalımıza, cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giyenler giysin ama giymeyenler hapse atılmasın.” şeklindeki sözleri Rize’de şapka yasasına karşı protestoları başlatmıştı. Bu protestolara karşı hükümet halkı sindirmek için Rize limanına dönemin en büyük savaş gemisi “Hamidiye Zırhlısını” demirleyerek Rize’yi bomba yağmuruna tutmuştu.”3
Aslında bir nevi ikinci bir parti kurulması ile sisteme muhalif olan kesim, İslami bir yönetim vs. isteyip başka mecralara yönelmesin, sistem içerisinde kalsın istenmiştir. Demokrat Parti’nin birinci iktidar döneminde (1950-54) liberalleşmede önemli adımlar atılmış, yabancı yatırımlar desteklenmiştir. Bu arada ezanın Arapça okunması ve radyoda dini program yapılması yasağı kaldırılmış ve okullara din dersi konulmuştur. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 1950’de ezanın tekrar Arapça olarak okunmasına izin verildiği dönem için şunu söylüyordu: “Bir barajın önünde biriken sular alt kanallardan tahliye edilmezse nasıl ki bendini yıkacaksa, İslami birikim de bu küçük işlerle deşarj edilmemesi halinde Atatürk devrimlerini yerle bir edecektir.”4 Bu dönemde Türkiye, NATO'ya girişini hızlandırmak için 1950’de başlayan Kore Savaşı'na tugay büyüklüğünde birlik göndermiş ve Kuzey Kore’ye karşı fiilen savaşmıştır. Böylece Türkiye ile Batı Bloğu arasındaki yakınlaşma hızlandırılmış ve 18 Şubat 1952'de Türkiye bir NATO üyesi olmuştur.5
27 Mayıs 1960 Darbesi
27 Mayıs 1960'ta yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbedir. 27 Mayıs Askerî Müdahalesi ya da 27 Mayıs İhtilâli olarak da anılır. Darbe emir komuta zinciri içinde yapılmamış, 37 düşük rütbeli subayın planları ile icra edilmiştir. Kritik mevziler bu subayların ellerindeki asker ve silahlarla önce ordudaki komuta kademesinin etkisiz hale getirilmesi ile ele geçirilmiştir. Sonra Cumhurbaşkanı ve hükümet üyeleri tutuklanarak, 235 general ve 3500 civarında subay (daha çok albay, yarbay, binbaşı) emekliye sevk edilerek, 1402 üniversite öğretim görevlisi görevden alınarak, bazı üniversiteler kapatılıp el konularak, 520 hâkim ve savcı görevden alınarak, tüm bu kurumlar kontrol altına alınmıştır. 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın, eğer darbenin lideri kendisinden daha kıdemli değilse ordusuyla Ankara'ya yürüyüp isyancıları yakalayacağını söylemesi üzerine darbeden haberi olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel Milli Birlik Komitesi'nin başına getirilmiştir.6
Darbenin gerekçesi olarak 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü ileri sürülse de asıl sebep neydi? Bu ülkenin tarihi yapı taşlarından olan militer (askeri) sistem, Tek Partili Dönemden, Çok Partili Dönem’e geçişi bir türlü hazmedememiş, jakoben (baskıcı, dikta) yönetimlerin devamını sağlamak isteğiyle Çok Partili Dönem’e geçişin hemen ardından bu durumu değiştirme niyetiyle ordu içerisinde klikleşmeye (gruplaşma), cuntalar oluşturmaya başlamıştır. 1960’ta ülkedeki ekonomik krizi aşmak için ABD’ye bir ziyaret gerçekleştiren Başbakan Menderes, daha fazla yardım talep etmiş fakat isteği kabul görmemişti. Bunun üzerine o zamana kadar Amerika’ya koşulsuz destek veren Menderes, gereken yardımı alabilmek için SSCB’ye yönelmişti. İki ülke arasındaki yakınlaşma ise ABD ve NATO üyesi ülkeleri son derece rahatsız etmiş, kontrolden çıkmak üzere olan bu iktidara son vermek için artık düğmeye basılmıştı. Aldıkları dış destekle ihtilal komitelerinin hızı daha da artmış ve darbeyi gerçekleştirmişlerdi. Sonuçta olan yine millete olmuş, hür iradesi bir nevi elinden alınmış, seçtiği Başbakan asılmış ve tekrar eski baskı dönemleri geri gelmiştir. O dönemlerde geçen ve askerin mantığını yansıtan şöyle bir olay nakledilir: “1955’te Hipodrum’da 29 Ekim törenleri sırasında Milli Savunma Bakanı, parmağını oynatarak Genelkurmay Başkanı Nurettin Baransel’i yanına çağırıyor. Baransel’de buna tepki gösterince olay tören kolordusuna yansıyor. Subaylar toplanıp Baransel’e geliyorlar ve: “Müsade edin, Celal Bayar dâhil hepsini toplayıp içeri tıkalım” diyorlar. Baransel, “ben hallederim” diyor.7 Görüldüğü gibi askerler kendilerini hükümetin ve halkın üzerinde imtiyazlı bir sınıf ve aynı zamanda da ülkenin gerçek sahibi gibi görüyorlar.
27 Mayıs 1960’tan, seçimlerin yapılarak normal yaşama geçildiği 15 Ekim 1961 yılına kadar geçen süre, askerin Milli Birlik Komitesi eliyle cunta olarak iktidarda olduğu dönemdir. Daha sonra 9 Temmuz 1961'de kabul edilen 1961 Anayasası olarak bilinen anayasa değişikliği, 1924 Anayasası'nı yürürlükten kaldırmıştır.
12 Mart Muhtırası
Seçimleri kazanarak tek başına iktidar olan Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel hükümetinin bir ‘Hafif Yoğunluklu Hükümet Darbesi’ şeklinde düşmesine yol açtığı için adına ‘Darbe’ de denilen Genel Kurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanının imzasıyla verilen muhtıra, ülkede sürüp gitmekte olan anarşi (şiddet olayları), sosyal ve ekonomik huzursuzluklar sebebiyle bunların giderilmesi için parlamento ve hükümete karşı veriliyor, kuvvetli ve inandırıcı yeni bir hükümet kurularak (Milli Birlik Hükümeti isteği), Anayasa’nın öngördüğü reformların, Atatürkçü bir görüşle, inkılap kanunlarının uygulanarak yürürlüğe konulması isteniliyor, aksi takdirde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime doğrudan el koyacağı hususları yer alıyordu. Muhtıranın verildiği gün Başbakan Demirel, “Bu muhtıra bana karşı verilmiştir” diyerek görevinden istifa edince, hükümeti düştü.8 Aslında çoğu zaman darbeye zemin olması açısından kimi toplumsal olayları kışkırtıyorlar, belki de tezgâhlıyorlardı. Belki de dış mihraklar bunu planlıyordu. “21 Ocak 1972 tarihli The Daily Telegrapy gazetesi ‘Where The CIA Has Worked’ başlıklı haberinde yayınladığı listede; CIA’nın 1960 ve 1971 yıllarında olmak üzere iki kez Türkiye’deki siyasi gelişmelere müdahalede bulunduğunu iddia ediyordu.”9
12 Mart 1971’de saat 13.00′u gösterdiğinde darbe TRT Radyosundan şu şekilde bildirilmiştir:
“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.”10
12 Eylül 1980 darbesi
12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği bir darbedir. Sebep olarak toplumun (özellikle gençlerin) sağ-sol gibi gruplara ayrılması ve çatışması, toplumda anarşinin ve kaosun olması, ekonomik buhranlar vs. gösterilmiştir. Bu darbenin gerçekleşmesinde ABD’nin de önemli bir etkisi olduğu bilinmektedir. Faili meçhul cinayetler giderek artmaktaydı. Öğleden önce sağcı birini vuran silahla, öğleden sonra solcu birinin vuruluyor olması bu karışıklıkta birilerinin işi daha da dönülmez mecralara sürüklediğinin, darbe yapılmasına zemin hazırladığının en çarpıcı kanıtı oluyordu. Öyle bir hâle gelinmesi isteniyordu ki halk artık ordunun bu duruma el koymasını ister hâle gelmişti. NATO güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye'nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından gözleniyordu. 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi, ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi üzerine Türkiye'nin ABD politikaları için istikrarlı hale gelmesi önem kazandı. Buna bir de 6 Eylül günü Konya'da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi bahane olarak gösterildi. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü. Darbenin ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Ülke, 1983 seçimlerine kadar Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi tarafından yönetildi. TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu. 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, bunlardan 50’si asıldı, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı, 171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi, 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
Ve 28 Şubat…
Sonrasında 28 Şubat 1997’deki “postmodern darbe”, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin "irticâ"yı ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti için öncelikli tehdit’ olarak gören raporuyla başlamıştır. Bu dönemde iktidarda olan Refah Partisi’ne yönelik yapılan bu darbenin öncesinde zemin yine hazırlanmış, medyada sergilenen bazı tezgâhlarla (Ali kalkancı, Fadime Şahin gibi) kamuoyu ülkenin irtica tehdidi altında olduğuna inandırılmış ve ortam askeri müdahaleye hazır hale getirilmiştir. Sonuçta Refah Partisi ve partiye bağlı vakıflar (MGV) kapatılmış, İslami kesimden olanlar üzerinde ciddi baskılar ve fişlemeler başlamış, Müslümanlar sindirilmeye çalışılmıştır.
Sonuç olarak, her bir darbe “laiklik elden gidiyor” gerekçesiyle kendisini laik sistemin teminatı gören askerlerce yapılmış, halk üzerinde baskıyı, dayatmayı ve zulümleri beraberinde getirmiş, toplumda tedavisi zor travmalara yol açmıştır. İslami çalışmaları da sekteye uğratması, halkı pasifize etmesi dolayısıyla sivil ya da askeri hiç bir darbeyi tasvip edemeyiz ve etmiyoruz. Allah’a emanet olun…