İslam dininin bütünüyle yaşandığı toplumlarda bu dinin, ne denli insana uygun bir din olduğu geçmiş dönemlerde tecrübe edilmiştir. İnsanı yaratanın insana uygun bir medeniyetin yolunu göstermesi ve o medeniyeti inşa eden toplumların gerçek manada medeniyetin zirvesine ulaşmaları elbette mümkündür. Bunu akıl da vicdan da kabul eder. Aslına bakılırsa, bugünün dünyasında kaosların, savaşların, insan ölümlerinin devam etmesinin gerçek sebebi, Allah’ın istediği hayat nizamının dünyaya hâkim olmayışıdır.
İnsanlığın kurtuluşunu hakikaten isteyenlerin, Allah ve Rasulü’nün insanlık için gösterdiği hayat nizamını nefislerinde, ailelerinde ve toplumlarında, kısacası hayatın tüm alanlarında hâkim kılmanın mücadelesini vermeleri gerekir. İslam, hayata dair her ne varsa o konuda insanı başıboş bırakmamış, yolu göstermek için hükümler va’z etmiştir. İslam’daki her bir emrin ve yapılması istenen her bir ibadetin ferde yönelik faydalarının yanında toplumsal faydaları da çoktur. Bu anlamda diyebiliriz ki her ne kadar ferdî emirleri içerse de İslam, cemaat ve toplum dinidir. İslam toplumu ne kadar birbirine kurşundan kaynatılmış gibi sımsıkı kenetlenebilirse, aynı oranda o toplumun fitne kasırgaları karşısında dimdik ayakta kalması mümkün olabilecektir. Bu yazımızda toplumun manevî dinamiklerini sağlamlaştırıcı unsurları bünyesinde barındıran, adeta bir çimento görevi gören Ramazan ayının ve bu ayda tutulması emredilen orucun toplum dayanışmasına yapacağı katkılar üzerinde duracağız.
Orucun Toplumsal Dayanışmaya Katkıları
Ramazan ayı rahmet ve bereket ayı olması hasebiyle, Müslümanlarda manevî atmosfer daha kuvvetli olur. Oruç mevsimi gelirken gönülden gelen iştiyakla hem maddî ve hem de manevî anlamda bir hazırlık yapılır. “İyilik ve takvada yarışınız”1 emrinin bir gereği olarak da Müslümanlar bu ayda bir yarış havasında ibadetlerini ve ziyaretleşmelerini artırırlar. Birlikte yapılan iftarlar ile zengin sınıfından sayılanlar fakirlerin sofralarına oturmakla onların halini yakından görmüş olurlar. Bu şekilde sınıfsal ayrımların bir süreliğine bile olsa ortadan kaldırıldığı kutlu bir zaman dilimine girilmiş olunur ve beraberinde bir ülfet ve muhabbet meydana gelir. Bu şekilde toplumla hemhal olunarak onların maddî-manevî problemleri tespit edilip bu problemlere çözümler bulunabilir.
Dinimizin bize kazandırdığı sosyal dayanışma türü olan imece, zekât, infak, sadaka gibi dinî ve sosyal hasletler, batı kültürünün kimliğimizde ve toplumumuzda meydana getirdiği yozlaşma neticesinde son zamanlarda zayıflamaya yüz tutmuştur. Başkasını kendisine tercih etme anlamına gelen fütüvvet ve îsar ahlâkı kaybolmuş, yerine “benim karnım tok, başkalarından bana ne, onların başına gelenler kendi suçları” gibi cümleler lügatlerimizde yer eder olmuştur. Hâlbuki İslam bize öyle bir dayanışma anlayışı vermişti ki, yöneticisinden en alt tabakadaki insanına kadar her fert bu sorumluluğu iliklerine kadar hissetmeli, toplumu ilgilendiren bir mesele özellikle yöneticileri etkilemeli, oradan yayılan sorumluluk bilinci dalga dalga en alt tabakadaki insana yansımalıydı…
Sahabi arasında geçen şu olay konunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktadır. Hz. Ömer bir gün vali iken kendisine bir köşk yaptıran ve çarşının gürültüsünden kurtulmak isteyen Sa’d b. Ebi Vakkas’ı teftiş için, Muhammed b. Mesleme’yi azıksız olarak Kûfe’ye gönderir. On dokuz günlük bir yolculuktan sonra Medine’ye dönen Muhammed b. Mesleme, Hz. Ömer’e niçin kendisini azık vermeden yola çıkardığını sorar. Ömer Radıyallahu Anh ona şu cevabı verir: “Medine’de Müslümanlar açlıktan kırılmak üzereyken sana bir şeyler verip de nimeti sen, vebalini de ben yüklenmek istemedim. Zira ben Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i şöyle buyururken dinlemiş bulunmaktayım: “Komşusu açken mü’minin tok dolaşması yakışık almaz.”2 Bu hadis çok bilinen ve dillere pelesenk edilen bir hadis olmakla beraber gereği yerine pek getirilmez. Bu hadis bize en yakın çevremizden başlayarak, toplumumuzda olup bitenle ilgilenmemizin imanımızın gereği olduğunu hatırlatıyor. Komşuluk denince sadece aynı mahallede oturmak akla gelmemeli, sınırların ötesine uzanabilmeliyiz. Örneğin, komşu ülke Suriye’de Müslümanların evleri barkları yıkılmış ve milyonlarca insan yerinden yurdundan edilmiş bir durumda iken, hatta çoğumuz etrafımızda bu insanların çaresizliğine şahit olurken, onları yardımsız bırakan bir zihniyeti hangi kefeye koyacağız? Müslüman olmamızın gereği ve ümmet anlayışımızın bir tezahürü olan evrensel komşuluk ilkemize ne oldu? Görülen o ki, batı kültürü sadece kılık kıyafetimizi değil, İslamî hassasiyetlerimizi de değiştirdi. Önce ümmet anlayışımızı kaybettik, sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi ve sonunda bu durum en yakın komşuluğumuza kadar dayandı. Ümmet iken, ta Medine’den Dicle’deki bir koyunun hesabını Allah’ın bize sormasından çekiniyorduk. Öyle bir hâle geldik ki, yanı başımızda şehirler birer harabeye çevriliyor, insanlar koyun gibi kesiliyor, küçücük çocuklar gaz bombalarına maruz bırakılıyor. Fakat bunun hesabını Allah’a nasıl vereceğimizin endişesi maalesef yüzlerden okunmuyor. Meseleye bu cihetten bakıldığında Ramazan ayı, bu yönüyle bir nebze olsun ümmet anlayışını hatırlayabilmek için fırsattır. İftar sofralarımızı bu kardeşlerimize de açabilir, onların az da olsa gurbette değil de kendi evlerindeymiş duygusuna kapılmalarına vesile olabiliriz. Bu vesile ile ümmetin yetimlerini temsil eden Suriyeli çocukların yüzlerini bir nebze olsun güldürebiliriz.
Yine Ramazan ayında oruç tutulduğunda, Türkiye şartlarında günde yaklaşık 16-17 saatlik bir açlık çekileceğini biliyoruz. Tabi ki oruç sadece mide ile tutulmamalıdır. Ancak bu kadar aç kalmak bile kişiyi nimete karşı bir şükür anlayışına götürebileceği gibi, toplumdaki fakir insanların halini anlamasına da vesile olacaktır. Yine bu ayda tutulan oruç, insan ve toplum için bir kalkan görevi görür. Nitekim Efendimiz; “Oruç kalkandır. Oruçlu kötü söz söylemesin. Oruçlu kendisine ilişmek isteyenlere iki kez “ben oruçluyum” desin”3 buyurmuştur. Söz konusu tavır, kimseye kötü söz söylememek, kendisine kötü söz söyleyen olursa, ona da nazikçe “lütfen bana ilişmeyin, ben oruçluyum” diyerek, kendisini oruç kalkanıyla korumaktır. Çünkü oruç, oruçlu için dünyada günahlara, âhirette cehennem azabına karşı koruyucu kalkan konumundadır. Hem kişiden başkalarına gidecek kötülük veya zararlara karşı, hem de başkalarından kişiye gelecek kötülük veya zararlara karşı bir siperdir. Bu yönüyle oruç toplumu ayakta tutan en temel dinamiklerden birlik, uzlaşma, bütünleşme ve barışın sağlanması veya devam etmesinde vazgeçilmez bir rol oynar. Orucun bedenî ve manevî birçok faydalarının yanında böylesi toplumsal faydası da vardır. Şu noktaya da işaret edelim ki, orucun koruyuculuğu sadece Ramazan ayına mahsus değildir. O, kendisine başvurulan her gün ve şartta koruma işlevini, kalkan görevini yerine getirmektedir. Ramazanda bu durum, bütün bir toplumu kapsadığı için çok daha belirgin olarak görülebilmektedir.
Yine zekât ve sadaka gibi infaklar her zaman yapılsa da bu ayda daha fazla yapılmakta hatta insanlar zekâtlarını özellikle bu ayda vermeye özen göstermektedirler. İslam toplumunun direği sayılan zekâtın da bu ayda verilmesi yine fakir zengin arasında bir ülfet ve kardeşlik anlayışı getirecek, böylelikle fakir, zenginlere düşmanlık besleyip anarşist fikirlere tevessül etmeyecek, zengin de malında fakirin hakkı olduğunu bilecek ve fakiri ihmal etmeyecek. Şu hâlde toplumun hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi zekât ve fitre gibi sadakalar ile zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi ve iman kardeşliği bağının kurulmasıyla mümkündür. Gerçek ve olgun müminler, çevrelerine karşı ilgisizliğe ve duyarsızlığa düşemezler. Muhtaç kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak, imanın kemaline işarettir. İşte bu yönüyle de Ramazan ayı, Müminler arası hayırda yarışmanın, yaraları sarmanın, Müminin derdiyle dertlenmenin zirveye çıktığı bir aydır. “Vermek” ve “infak” ile sadece maddî yönden varlıklı müminler sorumlu değildir. Evet, nisap miktarı mala sahip olan kişi malının zekâtını vermekle yükümlüdür. Bu, onun ümmete karşı sorumluluğudur. Ama yüreğinde mümin kardeşi için yüzüne yansıyacak bir tebessümü bulunan da ondan sorumludur. “Kardeşine gülümsemen sadakadır” buyuran Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem küçücük de olsa, bizi birbirimize yaklaştıracak, kardeşliğimizi pekiştirecek vesilelere sarılmamızı istemektedir. Rabbim ümmet olarak idrak edeceğimiz Ramazanları ve akabinde gelen hakikî bayramları yaşamayı bizlere nasip etsin inşallah.
1) Maide, 2.
2) Ahmed b. Hanbel, I, 55.
3) Buharî, Savm 2, Tevhid 35.