Hatıra

Yardım Olarak Bir Tır Kefen Geldi…. (Acıyaman)

Paylaş:

Şehrin sokaklarına girdiğimizde karşılaştığımız manzara dehşet vericiydi…

Adına şiirler, türküler yazılan Adıyaman karanlığa gömülmüş, bir hayalet şehre bürünmüştü. Bir zamanlar insanın içini ısıtan, huzur ile dolduran sokaklar, caddeler yaşanan felaketin gecesinde ürperti ve korkudan başka bir şey hissettirmiyordu.

Depremin yaşandığı o zifiri karanlık gecenin sabahında dünya, bilinen tarihte hiç karşılaşılmamış olan bu denli büyük bir afetin acı bilançosuyla karşı kaşıyaydı. Kahramanmaraş merkezli 7,7 şiddetinde gerçekleşen deprem Antakya’yı, Adıyaman’ı ve Kahramanmaraş’ı enkazlar altında bırakırken toplamda 11 şehri derinden etkilemişti. Aslında ne Türkiye ne de Dünya yıkımın bilincinde değildi henüz. Saatler geçtikçe acı tablo ortaya çıkmaya başlıyordu. Duyduklarımız bizi harekete geçiriyor ve acil olarak bir şeyler yapmamız gerektiği endişesini bizlere veriyordu. Alelacele bölgede yaşayan arkadaşlar ile irtibat kurup en önemli ihtiyaçları tespit etmeye çalıştık. Ben ve birkaç arkadaş bir transite ekmek, su, kek, bisküvi ve battaniye doldurarak yola koyulduk.

Aldığımız haberlere göre Nurdağı’ndaki Viyadük yıkılmış ve Adıyaman’a giden yollar kapanmıştı. Ancak orada insanlar ölüyordu. 6 Şubat depreminde şehirler arasında bir başına bırakılan, terk edilen ve resmi yardımların günler sonra ulaştığı Adıyaman’da insanlar sadece enkazın altında yaşam mücadelesi vermiyordu; saatler geçiyor ve artık yardımsızlıktan ve müdahalesizlikten kimi soğuktan ve kimi açlıktan ölme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu. Bunların şahidi olarak gücüne bakmaksızın “bizim ne yapıp edip bir yol bulup oraya kavuşmamız lazım” düşüncesi içimizi yakıp kavuruyordu. Benzerine filmlerde rastlayacağımız zorlu şartları yaşayarak karlı dağlardan, engin yamaçlardan, tehlikeli olarak bilinen yollardan geçmek zorunda kalarak, normal zamanda 5 saatte ulaştığımız Adıyaman’a o gün o şartlarda 11 saat sonra varabilmiştik… Saatler gece yarısını gösteriyordu. Hüzün ve kederle girdiğimiz şehrin sokaklarında ihtiyaç sahiplerini aradık. Her enkazın başında ateş yakmış bekleyen insanlar ve yine her ateşin başında da kederin kendisini yıktığı, kaldırımlara iki büklüm oturmuş ve başını eğmiş genç, yaşlı, çocuk, kadın ve erkekler vardı.

Gördüğümüz sahneler gözümüzden yaş olarak süzülüyordu ancak bilmiyorduk ki göreceğimiz daha nice sahneler olacaktı ki dizimizin bağını çözecek, yüreğimizi parçalarcasına içimizde keder olarak büyüyecekti…

Henüz yoldayken amcamın ardından amcamın oğlunun, eşinin ve daha 1 yaşında bile olmayan bebeğinin ölüm haberini almıştım. Bununla kalmayacaktı acı haberler. Bu hüzünle şehrin sokaklarını dolaştık. Sabah olunca insanların toplandığı bir alanda elimizde bulunan yardım malzemelerini dağıtmaya başladık. İnsanlar su istiyordu, ekmek istiyordu birazcık ısınabilmek için battaniye istiyordu. Hayatım boyunca hiç bu kadar muhtaç bir şekilde bir şeyler isteyen insanlar görmemiştim. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Güçlü olmaydık, insanlara umut vermeliydik. Ancak insanlar bizden bir şeyler alırken ağlıyordu. Çünkü aslında onlar da hayatlarında belki hiçbir zaman bu kadar muhtaç bir duruma düşmemişlerdi.

Her şeye rağmen bir ekmeğe, bir şişe suya çokça mutlu oluyorlardı. Nasıl olmasınlar ki 2 günden beri soğuk ve yağmurlu havada aç ve susuz kalmışlardı. Deprem sabahı çok şiddetli bir yağmurda ıslanmışlardı. Neredeyse birçok insan hastaydı. Çocuklar çok daha fazla kötü durumdaydı. Sokakları gezerken 5-6 yaşlarında bir çocuğa bir bisküvi uzattım, o kadar çok sevindi ki sevincinden yerinde zıplamaya başladı. Kahroldum….

İnsanları gördükçe daha fazla yardıma ihtiyaç olduğunu ve acil bir şekilde yardım gelmesi gerektiğini duyurabildiğim herkese duyurmaya çalıştım. İnsanlar büyük büyük enkazların arasında bir başına bırakılmış, zorluğa terk edilmiş gibiydiler. Herkes kendi cenazesini kendisi çıkarıyordu. Birçok enkazın başında 3’erli 5’erli gruplar ile karşılaşıyorduk. Ancak bazı enkazlar vardı ki onların başında hiç kimse yoktu. Çünkü arkalarında “Gelin yardım edin! Burada ailem, akrabalarım var” diyebilecek kimseleri kalmamıştı. İnsanların ilk gün yağmur altında, enkazların altından yükselen çığlıklar üzerine, hırçın bir şekilde elleriyle enkazı kazdığına şahit oldum. 3. gün olmasına rağmen gerçekten yardım edebilecek deneyimde hiç kimse yoktu henüz. Bulabilen bulduğu birkaç kişi ile sevdiklerine ulaşabilmek için tırnaklarıyla, parmaklarıyla kazıyordu enkazları. Kimisi canlı olarak kurtarabilmişti birkaç yakınını, kimisi her geçen saat giderek daha korkunç sahnelerle karşılaşıyordu.

Bir adam yıkılan evinin enkazında sadece elleri ve ayakları dışarıda olan karısına yanaşarak “hakkını helal et” dedi. Çünkü çaresizce kurtaramayacağını ve öleceğini anlamış, yapabileceği son şeyi yapıp karısıyla helalleşmişti, çok geçmeden eşi orada can verdi... Saatler, dakikalar geçtikçe her enkazın başına bir bir kara bulutlar çöküyor, enkazların başında yeni ağıtlar yükseliyordu. Yine başka bir adam enkazın başında, yanında battaniyeye sarılı iki cenaze ile yağmurun altında bekledi ve birden yerde ıslanmış bir ekmek parçasını görüp, alıp yemeye başladı. Yas mı tutmalı yoksa hayatta kalmaya mı çalışmalı, karma karışık duygular içerisindeydi insanlar… Daha sonradan anlaşılıyor ki yerde serili duran iki cenazeden biri hanımı diğeri ise oğluymuş…

Adıyaman, ‘Acıyaman’ olmuştu bir kere…Her yerde ayrı bir hüzün, ayrı bir hikâye ve keder var. Gün içerisinde yolumuz mezarlığa düştü; birçok insan gibi cenazemiz değil cenazelerimiz vardı, gömülmesi lazımdı. Mezarlık yoluna girer girmez kalabalık bir trafikle karşılaştık. Ancak trafiği işgal eden araçların her biri ceset taşıyordu, ölüler diyarı gibi bir görüntü vardı karşımızda. Kimisi aracının bagajına kimi arka koltuğuna ve hatta kimisi yan koltuğuna da bir ceset sığdırmış şekilde geliyordu. Kimisi 5-10 cenazeyi bir pikabın kasasına kimisi çekicinin üzerine üst üste veyahut yan yana dizmiş ve usul usul aracın yanında ağlayarak, feryat ederek defnedileceği yere doğru getiriyordu. Mezarlığın girişinde yaklaşık 500 metrelik bir kuyruk oluştu, kuyruktaki herkes ya elinde ya kucağında ya sırtında cenazesini battaniyeye sarmış şekilde bekliyordu. Ölülerini bulduklarına, bir mezara gömebileceklerine şükredercesine… Cenazeler mezarlığın girişinde, araçtan indirilmeden cenaze namazları kılınıp devam ettiriliyordu. Namaz kılınan mevkide yerlere konulmuş 40-50 tane kimsesiz cenazelerin fotoğrafları çekilerek ceset torbaları üzerlerine çekiliyordu. Mezarlığın girişinden itibaren tarif etmemin mümkün olmadığı ve alındığı andan itibaren kusacak duruma gelebileceğiniz ağır bir koku vardı. Hayatımda hiç duymadığım, koklamadığım, başımızı ağrıtan çok kötü ve ağır bir koku…

Defin yapılan yere doğru yavaş yavaş ilerledim. Bir kepçe belirdi ilk önce, boylu boyunca yeri kazıyordu. Ardından cenazeler yan yana diziliyordu. Cenazelerin yeri kaybolmasın diye başında, çubuklarla ya da envai çeşit eşyalarla (yazma, bebek kıyafeti, toka, gelinlik, fotoğraf…) hüzünlü yakınlar bekliyordu. Kimi sahipli kimi sahipsiz, kiminin kimliği belli kiminin değil… Ağıt yakan analar, mezarının yanına uzanıp toprağa sarılan kadınlar... Ardından kepçe geliyor yan yana dizilen cenazelere toprak atıyor ve kabir hayatı başlıyordu…

Asrın felaketi, Adıyaman’ı acımayana dönüştürmüştü. Artık eski Adıyaman yoktu, acı ile keder ile dolu enkaz yığınları kalmıştı geriye. Ve yine hayaller, ümitler, sevdalar yarım kalmıştı. İnsanlar canlı cansız hayata tutunmaya çalışıyordu. Ölülerine yas tutamadan, tutacak fırsatı bulamadan başlarını sokacak bir çadır, yiyecek bir ekmek, içecek bir su telaşına düşmek zorundaydı… Ölümüne dahi yas tutacak fırsatı vermeyen dünya ne kadar boştu; işte herkesin ortak paydada benimsediği gerçek buydu… İnsan geçiciliği hissettikten sonra böyle bir dünya ile nasıl sevinebilirdi ki? Allah Azze ve Celle salih kullarının dünyayı gördükleri gibi görmeyi bizlere nasip etsin.

Bu saatten sonra yapabileceğimiz bir şeyler daha vardı; geride kalanların acısını, derdini paylaşmak, ibret nazarıyla bakmak ve ibret almak, manevi enkazlarımızdan da hep birlikte çıkmaya çalışmak... İmkânı olan, vaktini ayarlayabilen deprem bölgelerine gitmeli... Çünkü ne televizyondan seyrettiğimiz ne de sosyal medyadan gördüğümüz gibi, gidenler anlayacaktır… Acaba giden mi yoksa kalan mı gerçekten ölüydü…