İç dünyamızda olan bitenleri davranışlarımızda meydana getirdiği değişikliklerden anlayabiliriz. İman elbette ki kalptedir, varlığı veya yokluğu amellere bakılarak anlaşılmaz ancak amellerin yönü ve dozajı bize o kimsenin iman seviyesi hakkında bazı işaretler verir. Suyun kaynamaya yakın fokurdamaya başlaması veya bozuk yemeğin etrafa koku yayması bize içyapılarında bazı değişmelerin olduğu fikrini verdiği gibi kişinin pratik hayatında dinin etkisinin artması veya azalması da bize imanının kuvveti noktasında bir fikir verebilir.
Güçlü bir iman salih ameller doğuracağı gibi zayıf imanın da amelsizliği doğurduğu bilinen bir gerçektir. Örneğin hesaba çekileceğine inanan fakat Allah Azze ve Celle’nin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirme noktasında kendine (nefsine) söz geçiremeyen kimsenin düşeceği durumlardan biri yeis, yani ümitsizliktir. Yeis ise amelsizliği, olumsuz her türlü gidişata rağmen eylemsizliği doğurmaktadır. Müslümanların hazin durumu için üzülmemek, İslam için bir şeyler yapma, mücadele etme şuurunda olmamak da bir yönüyle bu ümitsizlik ve ilgisizlik halinin, yani zayıf imanın belirtilerindendir. Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin “Harekete geçirmeyen iman, (kâmil) iman değildir” diye tasvir ettiği durum da tam olarak budur.
İman, kalpte kapladığı alan kadar azalarımıza hükmedebilir. İman var fakat, arzuların işgali altında bir kalbin kıyısında, köşesinde kalmış seslense, kendisini vicdana veya azalara duyuramayacak kadar cılız bırakılmış bir iman yaşamın neresine tesir edebilir ki? Kalbin iktidarı hevanın, şehvetlerin, mal ve makam arzusunun, ideolojilerin elindeyken, devreye girmesi gereken yerde devreye giremeyen, sesini yükseltip sözünü geçiremeyen zayıf bir iman, kişinin veya bir toplumun hayatında neyi, ne kadar değiştirebilir ki? Ayrıca diktatörlüklerin oluşturduğu baskı ortamı da: “İnsan hayır işlemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir”1 ayetinin de ortaya koyduğu gibi kişi veya toplumları “başıma bir kötülük gelir” korkusuyla hayra yönelik amellerden uzaklaştırır. Bu durum öncelikle zayıf imandan kaynaklanır. Zayıf iman kişiyi veya toplumu ümitsizliğe, ümitsizlik amelsizliğe, amelsizlik de inançsızlığa doğru sürükler. İnsan amellerinin yeterli olmadığını hem kendi halinden hem de toplumun, ümmetin içerisinde bulunduğu durumdan rahatlıkla anlar ama amel işlemeyi göze alamadığından sorumluluklarını yerine getirmesi durumunda karşı karşıya kalacağı zorlukları göğüsleyecek derecede bir imana da sahip olmadığından, derin bir ümitsizlik ve amelsizlik (eylemsizlik veya tembellik) haline saplanıp kalır. Oysa iman sağlam bir güvene dayanan, uğrunda fedakârlık yapılması gereken en kutlu değer olmalıdır mü’min için.
Bir şeye inanç düzeyinde bağlanan kişi, bu bağlılığının gereğini ortaya koyabildiği ölçüde “mü’mindir.” Bundan dolayı Allah Azze ve Celle, bedevileri birtakım gereklilikleri kabul etme, teslim olma düzeyinde kalan davranışlarını iman etmiş olmaları için yeterli görememeleri noktasında uyarıyor ve “Bedevîler: ‘İman ettik’ dediler. Şunu söyle: ‘Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece teslim (İslam, Müslüman) oldunuz. Bununla beraber Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir”2 buyurarak “imanın gönüllerinde yerleşmesinin” bir işareti olacak itaat ve amellere teşvik ediyor. Devam eden ayette “Müminler ancak, Allah’a ve Rasulü’ne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir”3 buyrularak hiçbir şüphe ve tavize mahal verilmeksizin ortaya konulacak mücadele dolu bir yaşam ile (hakiki) “mümin” olmanın gerçekleşebileceği ortaya konulmuştur. Demek ki iman kupkuru teslimiyet ifadelerinden öte, lafta kalamayacak derecede ispat ve fedakarlıklar gerektirecek, en büyük değerdir ve bu yönüyle bir iddia da değildir aslında.
Kimimiz zayıf imanın belirtilerinden olan dünya sevgisine kapılmışken, kimilerimiz haramlara, zulme karşı hiçbir şey yapmıyor ama kendisini de cennetlik olarak görüyorken, ibadetlere karşı tembellik ediyor, olumlu yönde değişme kabiliyetini yitirmiş taş gibi, kaskatı bir kalp ile yaşıyorken, Allah Azze ve Celle’den çok, kullardan korkuyorken her şeyin çok iyi gitmesini beklemek fazlaca iyimser olmaktır. İman zayıflayınca dine ve hükümlerine karşı sorumluluk duyguları da azalır, artık kişi veya toplum haramlara karşı öfkeli değildir, ibadetleri terk edip şehvetlere dalmış olmak onun için bir problem olmaktan çıkmıştır, malı artınca sevinir, hayatın zevklerinden faydalanmak için ısrarcı olur, elde edemeyince de dünyası yıkılır. İmanı zayıflayan artık sevmede ve nefret etmede nefsini ölçü alır, korkak, sözünde durmaz ve menfaatperesttir, kendisine hakikat söylendiğinde yüz çevirir. Bütün bu özellikleri maalesef günümüz Müslümanlarının ekseriyetinde görmek mümkün.
İşte imanın zayıflamasıyla haramlara karşı mücadele ve hakka davet ortadan kalkmış, İslam’ın ve Müslümanların üzerinde bir çatı vazifesi gören cihad ruhunun son bulmasıyla da ümmetin sırtından zalimlerin kırbaçları eksik olmamış, İslam coğrafyası kan ve gözyaşına bulanmıştır. İslam binasının çatısı olan cihadın kalkması, İslam için her türlü meşru mücadelenin terkedilmesiyle, temelde yer alan iman, ibadet ve ahlak da zedelenmek hatta yitirilmekten nasibini almıştır. Kendisi olamayan, kendisini “insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet” yapan en öncelikli değerlerine sahip çıkmanın mücadelesini vermeyen, zalimlere ve İslam düşmanlarına itaat eden, dik durmayan (oysa ilk inen surelerde de yer alan “itaat etmeme” prensibiyle yeni oluşmakta olan İslam toplumu kurulabilmişti) bir toplumun ayakta kalabilmesi, onurlu bir şekilde varlığını sürdürebilmesi mümkün olmayacaktı elbette.
Kalplerde gerektiği kadar yer edinmemiş, zayıf bırakılmış bir imanın yaşadığımız şu çağda mesuliyetlerimizi yerine getirebilecek bir dinamizm üretmediği açık bir gerçektir. Haramların, tehdit ve tuzakların yoğun kuşatması altında yaşamak durumunda olan, hele de büyük idealleri dile getiren biz Müslümanların, çok daha yüksek bir mücadele azmi üretecek iman seviyesine ihtiyacımız varken kendimizi veya amellerimizi yeterli görecek bir konforu yaşamaya hakkımız olmadığını bilmemiz gerekmektedir. Zayıf imanın bize kaybettirdiklerini en temelde, Müslüman kimliğini, şahsiyetini kaybetmiş olmada toplayabiliriz ki; bu durum da ümmetin geleceği için oldukça vahim bir tablo ortaya çıkaracaktır. Çünkü ümmet öncelikle iman bağına bağlı sosyal bir yapıdır ve Müslüman kimliğinin özellikleri ile ilmek ilmek örülmesi gerekmektedir. O halde yapmamız gereken şey en temelde imanımızı kuvvetlendirmek ve bu taze imandan doğacak azim ve kararlılıkla bir mü’min olarak üzerimize düşen vazifelerimize dört elle sarılmak olmalıdır. Rabbimiz, bizlere ve neslimize taze iman nasip eyle! Âmin…
- Fussilet, 49
- Hucurat, 14
- Hucurat, 15