Kapak

Adalet Arayışımız Sürüyor

Paylaş:

30 Ocak 2018’de Furkan Eğitim ve Hizmet Vakfı’na, Alparslan Kuytul Hocaefendi ve Furkan Gönüllülerinin evlerine yapılan baskının, onları bir terör veya suç örgütü gibi göstermenin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre zarfında medyanın da desteğiyle sürekli iftiralarla dolu bir karalama kampanyasına maruz kalındı. Oluşturulan algıyla sanki bu operasyonun haklılığına, baskın sırasında koparılan fırtınanın lüzumuna kamuoyu ikna edilmeye çalışılıyordu. İddianame dosyasında gizlilik kararı varken, müdâfi avukatların bile dosyaya bakması mümkün değilken gizli ve karanlık bir el medyaya bir iki gün arayla dosyayla ilgili gizli belgeleri(!) sızdırıyor, kopan fırtınanın tesirinin devamını sağlıyordu. Bu süreçte Furkan Gönüllüleri gerek halktan ulaşabildiklerine gerek sivil toplum kuruluşları, bazı siyasiler ve kanaat önderleriyle bire bir görüşmeleriyle yapılan hukuksuzluğu izah etmişler, Furkan Vakfı ve yaptıkları hayırlı hizmetleri anlatma zemini bulabilmişlerdi. Bu zorlu süreçte yapılan hukuksuzluğu gözler önüne sermek, hak ve özgürlüklere toplumun dikkatini çekmek için üzerinde özgürlük yazılı balonları uçurmak, lokum dağıtmak, özgürlük atkılarıyla yürümek gibi meşru dairede yapılan (tüm engellere rağmen) faaliyetlerin de ayrı bir yeri oldu. Şer gibi görünen bu durum Allah Azze ve Celle’nin yardımı, samimi kardeşlerin gayretiyle bir yönüyle hayra dönüşmüş oldu. Alparslan Kuytul Hoca’nın kurucusu olduğu Furkan Vakfını ve faaliyetlerini kamuoyunda duymayan neredeyse kalmadı. Ancak bununla birlikte süreçte yaşanan hukuksuzlukları ve davanın hukuki olmaktan ziyade siyasi olduğunun emarelerini gözler önüne sermemiz lazımdır.

Hayatları tertemiz olan Hocaefendi ve Furkan Gönüllülerine terör/suç örgütü, evrakta sahtecilik ve dolandırıcılık gibi olmadık iftira ve iddialarla açılan davanın duruşması ancak bir yılın sonunda yapılabildi. 4. Ağır Ceza’da görülen dava, 22-24 Ocak 2019 tarihleri arasında üç gün sürdü. Duruşmanın sonunda mahkeme hâkimi, yaklaşık bir yıldır tutuklu bulunan Alparslan Kuytul Hocaefendi ve Vakıf Başkanı Ali Alagöz ile 8 aydır tutuklu olan Veysel Dörtgöz’ün tahliyesine ve diğer sanıkların ise adli kontrol şartlarının kalkmasına karar verdi. Aslında normal şartlarda hukuk kurallarına göre olması gereken karar geç de olsa gerçekleşmişti. Yaklaşık 5-6 aydır dosyayı ve delilleri incelemiş bulunan, dosyaya vakıf olan, duruşmalarda da üç gün boyunca sanıkları ve müdafilerini dinleyen Mahkeme Başkanı tahliye kararını vermişti. Bu kararla, başından beri süregelen bunca hukuksuzluğa haksızlığa rağmen adil yargılamanın olduğu, hukukun gereğinin yapıldığı kanaatleri tam oluşmaya başlamıştı ki 5. Ağır Ceza’dan gelen yeniden tutuklama kararı tüm bu olumlu havayı dağıttı. Haksız ve hukuksuz süreç yeni baştan başladı ve tekrar başa dönüldü.

HAKSIZ VE HUKUKSUZ SÜREÇ YENİDEN BAŞLADI

Tahliye ve tekrar tutuklanma arasındaki saatlerle ifade edebileceğimiz o zaman diliminde (bir gün bile değil) neler olduğunu hatırlayacak olursak nasıl bir hukuk garabeti tablosuyla karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılmış olur.

- Bir yıl tutukluluğunun ardından 22 Ocak’ta başlayan ve 3 gün süren duruşmada yaklaşık 120 sayfa iddianame, 45 klasörden oluşan dosya ve 44 sanığın ve onların müdafi avukatlarının ifadelerinin akabinde 4. Ağır Ceza Mahkemesi, tutuklu bulunan Alparslan Kuytul Hoca, Ali Alagöz ve Veysel Dörtgöz’ün tahliyesine ve diğer sanıkların adli kontrollerinin kalkmasına hükmetti. Alparslan Kuytul Hocaefendi ve Ali Alagöz, 24 Ocak akşamı saat 22.00 civarında 1 yıldır kaldıkları Bolu F Tipi Cezaevi’nden tahliyelerinin ardından yola çıkmış ve 25 Ocak Cuma günü sabah 08:00 sularında Adana otoban gişelerine varmışlardı. Ancak Hocaefendi Adana gişelerinde durdurulmuş, kendisini bekleyen sevenlerinin yanına gitmesine izin verilmemiş ve Emniyet mensupları tarafından iki saat bekletilmiştir. Emniyet mensupları ile yapılan müzakereler sonrasında Alparslan Kuytul’un bir sonraki tesiste bekleyen yüzlerce seveniyle kısa bir konuşma yapmasına müsaade edildiği söylendi. Ancak Alparslan Hoca’nın bu kısa selamlama konuşması esnasında, izin verildiği halde, sanki izinsiz bir konuşma yapıyormuşçasına konuşması anonslarla kesilmeye, engellenmeye çalışıldı. Kendisi oradan ayrılırken sevenlerinin geçişine izin verilmedi, insanlar yaklaşık bir iki saat daha orada alıkonuldular.

-25 Ocak Cuma günü sabah saatlerinden itibaren evinin etrafı Çevik Kuvvet otobüsleri, akrepler ve TOMA’lar ile çevrilmiş, apartmana giriş çıkışlar kontrol altına alınmıştı. Hocaefendi’nin kendisini bekleyenlere kısa bir hoş geldiniz demesini bile engellediler, evinin balkonundan barikatların gerisindeki sevenlerine el sallamak, kısa bir konuşma yapmak istemesini bile çok gördüler. Buna rağmen evinin balkonundan hiç olmazsa sevenlerine bir görünmek ve bir iki cümleyle hoş geldiniz demek istedi. Tam konuşma yapacağı sırada beklenmedik bir şekilde polis araçları siren seslerini açarak sesin duyulmasını engelledi. Aslında bu tavırlarıyla hem kendilerini hem de temsil ettikleri makamları çok küçük duruma düşürdüler. Alparslan Hocanın yaklaşık sekiz dakikalık balkon konuşması süresince siren seslerini hiç susturmadılar, tam bir tahammülsüzlük örneği sergilediler. Onlar belki de böyle yaparak bir yandan üstlerine şirin gözükmek, diğer yandan hakkın sesini kısmak istediler ama farkında olmadan kısmak istedikleri sesi nara yaptılar.

-Adana Merkez Camii’nde kılınan Cuma namazını müteakip merkez parkta oturup şehir dışından kendisini görmeye gelenlerle hasbihal etmesine izin verilmemesi, orada bulunanların Emniyet güçlerince agresif tavırlarla dağıtılmak istenmesi olayların ta başından beri yapılanların hiç de iyi niyetlerle olmadığının açık bir göstergesidir.

-Tüm bunlar yetmezmiş gibi daha evinde bir gün bile geçirmeden, duruşma savcısının itirazı ve 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin jet hızındaki kararıyla Alparslan Hoca’nın tekrar tutuklanması yönünde karar çıkmış, akabinde TEM polisleri evine geçmiş olsuna gelen misafirlerinin yanından Hocaefendi’yi almış, evin içi muhtar veya başka bir hazirun olmaksızın usulsüz bir şekilde aranmış, eşyalar rastgele dağıtılmış ve evde bulunan misafirler yaka paça dışarı atılmıştır. Ayrıca müvekkilinin durumunu sormak, konu hakkında bilgi almak maksadıyla Emniyet binasına giden Alparslan Kuytul Hoca’nın avukatı, müvekkili hakkında herhangi bir bilgi alamadığı gibi orada bulunan Emniyet yetkililerince sözlü ve fiziki saldırıya maruz kalmıştır. Sonrasında Alparslan Kuytul Hoca ve Furkan Vakfı Başkanı Ali Alagöz tekrar Bolu F Tipi Cezaevine gönderilmiş, haksız ve hukuksuz dava süreci tekrar başa döndürülmüştür. Tüm bu yaşanan hukuk garabeti kafalarda birçok soru işareti bırakmıştır. Örneğin; 120 sayfa iddianameden ve 45 klasörden oluşan, yargılaması 3 gün süren, 44 kişinin ve onların avukatlarının yaptığı savunmaların henüz dökümü yapılıp zapta geçirilmemişken, davayı 5-6 aydır inceleyen 4. Ağır Ceza’ya mukabil, davayı ve dosyayı ilk kez inceleyen 5. Ağır Ceza Mahkemesi kısa bir sürede nasıl oldu da karara varabildi? Dosyaya bu kadar kısa sürede nasıl vakıf oldu ve böyle bir hüküm verdi?

-Yine 5. Ağır Ceza, hangi gerekçeye göre davaya, dosyaya asıl vakıf olan ve üç gün savunmaları dinleyen 4. Ağır Ceza’nın mahkeme kararının tersine bir karar verdi? 5. Ağır Cezanın hiçbir tesir altında kalmadan böyle bir karar verdiğine kim inanabilir? Bu durum memlekette hukuka ve adalete olan güveni sarsmaz mı? Yargının talimatla çalıştığı fikrini zihinlere kazımaz mı?

-Diğer yandan Alparslan Kuytul Hoca’nın tahliyesinden tekrar tutuklandığı süreç boyunca Adana Emniyeti’nin aldığı olağanüstü önlemlerini (TOMA, akrep ve polis barikatı), topluluğa karşı adeta onları provoke etmeye dönük menfi tutumlarını nasıl anlamalıyız? Acaba tüm bu çabalar içi boş olan suç davası dosyasını kabartma, polise karşı oluşabilecek bir iki mukavemet görüntüsünü elde edip onları medyaya servis etme veya dosyaya ekleme çabası mıdır? Böyle değilse neden Alparslan Kuytul Hoca 24 saat geçmeden tekrar tutuklanıp Bolu’ya gönderildiği halde olağanüstü önlemler (evinin önünde TOMA, akrep ve polis barikatı) üç gün daha bekletilmiştir? Terörle ve suçla ilişkisi olmadığı halde bu yönde hazırlanan içi boş dosyanın içine bir şeyler ilave etmek için Furkan Gönüllüleri veya çevredeki halk tahrik mi edilmek istendi? Bu gibi soruları daha da arttırmak mümkündür.

TOPLUM İSLAMİ HASSASİYETLERİNİ GİDEREK KAYBEDİYOR

Bir yıllık süreçte Furkan Vakfı, Muhterem Hocası ve gönüllülerinin tertemiz olduğu (daha önce TEM’in, MİT’in ve Vakıflar Müdürlüğü gibi resmî kurumların belgelerinde tescillenmişti) daha iyi anlaşılmış oldu. Haklarında açılan dava dosyasının da temelde boş olduğu ilk duruşmada alınan tahliye ile belli oldu. Bu süreç, Alparslan Kuytul Hoca’nın kendisi ile ilgili davanın “Suç değil sus dosyası” olduğu şeklindeki ifadesini de ispat etti. Yapılan baskının temel sebebi Tevhidi söylem ve hakkı ortaya koyan tenkitlerdir. Alparslan Kuytul Hoca’nın çıkar çıkmaz yaptığı kısa konuşmalar, hakkı ve hakikati konuşacağının ipuçlarını verdiği için ve birileri de bu durumdan rahatsız olduğu için yeniden tutuklanmasına karar verildi. Memleketin geldiği nokta, hukuk ve adalet açısından bakılırsa, bu dava tarihe geçti ve belki de yıllarca konuşulacak.

Bir yandan ülkenin yükselişinden, çağdaş ülkeler seviyesine geldiğinden, 28 Şubat gibi hukuksuzlukların artık son bulduğundan bahsedilecek diğer yandan durumun hiç de öyle olmadığı, adaletsizliğin kol gezdiği, binlerce mazlum ve mağdurun olduğu, 28 Şubat zulmünün daha katmerlisinin yaşandığı gerçeğiyle yüzleşmeye devam edilecektir. Tüm bu yaşananlar toplumun, STK’ların ve kanaat önderlerinin gözü önünde gerçekleşiyor. Kimler yapılan bunca zulme razı ve seyirci, kimler mazlum ve mahzun hepsi kaydediliyor. Bu toplum İslami hassasiyetlerini giderek kaybediyor. Hâlbuki Kur’an ne buyuruyor: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın...”1

Toplumun medeni sayılabilmesinin önemli bir esası, o toplumda işleyen bir hukuk mekanizmasının varlığı ve bu mekanizmanın adalet üzere işlemesidir. Buna mukabil ilkel toplumlarda daha çok kaba kuvvet ve sayı üstünlüğü ön plandadır. Toplumsal yapı ve işleyiş, her türlü hak-hukuk bu hâkim gücün etrafında şekillenmektedir. Elbette ki bir toplumun medeni sayılmasının tek parametresi adalet değildir. O toplumdaki kuralların insan fıtratına, yaratılış gayesine uygunluğu, insanı alçaltan haramlardan ve isyanlardan muhafazası, karşılaşılan sorunlara çözüm üretebilmesi ve her şeyden evvel o toplum tarafından kurallara gönülden bağlanılması önem arz eder. Medeni toplumlarda insanlar sorunlarını tartışarak, fikir üreterek ve birbirlerinin yapıcı fikirlerine saygı duyarak çözmeye çalışırlarken, bedevi toplumlarda güçlünün ve onun etrafında şekillenen yapının dediği olur, farklı fikirlere ve yapıcı eleştirilere tahammül yoktur, bunlara tecrit uygulanır, prangalar vurulur.

BİR TOPLUMUN MEDENİ OLDUĞUNUN GÖSTERGELERİ

Özetle zannedildiği gibi medeniyetin ölçüsü teknolojik gelişmeler, duble yollar, parklar, bahçeler değildir. İçinde yaşanılan toplumda hak-hukuk var mı, herkese eşit adalet dağıtıyor mu, üstünlüğün ölçüsü güç, makam, madde değil de takva ve mana mı? O toplum kardeşliği, özgürlüğü, adaleti şiar edinmiş mi, kendi hakkını koruduğu gibi içinde yaşadığı toplumun daha da önemlisi Rabbim dediği Allah Azze ve Celle’nin hakkını öncelemiş mi? O toplumu idare edenler liyakat ve ehliyet esasına göre mi, yoksa makam, güç ve akrabalık durumuna göre mi seçilmiş? Tüm bu saydıklarımız ve daha sayamadığımız nice kriterler bir toplumun medeni veya bedevi olduğunun göstergeleridir.

Tüm bunları söylerken şunu da ilave etmekte fayda var. Sadece kuralların mükemmel olması, uygulanabilir olması ve toplumun o kurallara itaat etmesi yetmez, toplumu yönetenlerin de kuralı uygulayanların da o hukukun dışına çıkmaması, adaletten taviz vermemesi önemlidir. İslam tarihine baktığımızda bir yandan Hz. Ömer ve Raşid Halifelerin adaleti, yönetim anlayışı gözümüze çarparken diğer yandan Emevi ve Abbasi Halifelerinin yaptığı/yaptırdığı zulümleri görüyoruz. Kur’an ve Sünnet değişmediğine göre bu farklılığın sebebi nedir? Bunun sebebi yöneticilerin/uygulayıcıların adalete ve hükümlere bakışında, hayat anlayışındaki farklılıktır. İlk dönem yöneticileri zühd ve takvaya, ilme ve ibadete önem vermişler, kul olduklarının ve bir gün bu sorumluluğun hesabını Allah Azze ve Celle’ye vereceklerinin bilincinde yaşamışlar, dünyevi makamların peşinde koşmamışlardır. Halife Hz. Ömer Radıyallahu Anh’ı, öğlenin sıcağında kaçmış olan, Beytül Mal’e ait iki sadaka devesinin peşinden koşturan nasıl bir sorumluluk anlayışıdır diye düşünmemiz lazım. Hz. Osman bu duruma şahit olurken demiştir ki: “Ey Ömer! Kendinden sonrakilere (yöneticilere) çok ağır bir sorumluluk bırakıyorsun.” Maalesef Raşid Halifelerden sonraki devirlerde yönetim ve toplumun önde gelenlerinin ekseriyetinde bu anlayış kaybolmuş, dünyevi makamları elde etme yarışı, uhrevi makamlara ulaşma arzusunun önüne geçmiştir. Sonuçta İslam tarihinde hiç istenilmeyen saltanat kavgaları ve düşmanlıklar olmuş, binlerce Müslüman bu savaşlarda şehid olmuştur.

İslam ahkâmının yürürlükte olduğu bir toplumda bile hak-hukuk çiğnendiğinde, adaletten sapmalar olduğunda (tarihte örnekleri mevcut) binlerce insanın ölümüne, fitnelere sebep olan olaylar oluyorsa, beşerî kanunların hâkim olduğu günümüzde haktan ve adaletten sapmalar daha feci sonuçlar doğurmaz mı? Beşerî kanunların/izmlerin hâkim olduğu toplumlarda aslında tüm insanlar tehlikededir. Manevi dinamikler zayıftır, kardeşlik yerine menfaatler ön plandadır. Haramların yaygınlaşması, neslin bozulması çok daha hızlı bir şekilde olmaktadır. Tüm bunlara bir de hukuksuzluk, eşitsizlik ve adaletsizlik eklenirse o toplumun ayakta durabilmesi mümkün değildir. Toplum böyle bir noktaya götürülmemelidir. Bu konuda söz sahibi olanlar, kendisini sorumlu görenler (aslında tüm toplum ama başta âlimler) iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmada ortak paydada birleşmeli, toplum gemisinin daha fazla delinmemesi ve felakete sürüklenmemesi için çaba sarf etmelidir. Sonuç olarak bugün Alparslan Kuytul Hoca’ya ve biz Furkan Gönüllülerine yapılan haksızlık bir hukuk garabetini gözler önüne sermekle kalmamış ülkenin gidişatı açısından da tehlike sinyallerinin habercisi olmuştur. Unutulmamalıdır ki hukuk ve adalet bir gün herkese lazım olacaktır.

 

1.        Nisa, 135