Kapak

Alparslan Kuytul Hocamız Tahliye Oldu! Elhamdülillah...

Paylaş:

 

                Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: Allah, ilmi kullarından çekip çıkartarak değil, alimleri almak suretiyle alacaktır. Nihayet alim kalmayınca, halk birtakım cahil alimleri (görünürde alim hakikatte cahil) kendilerine lider edinir. Bunlara birtakım sorular sorulur, onlar da ilimleri olmadığı hâlde fetva verirler. Böylece hem kendileri sapkınlığa düşerler hem de halkı düşürürler.1

                Bir toplumun can damarıdır alimler. Onların olmadığı bir toplumun medeni olması ve ayakta kalması mümkün değildir. Dolayısıyla alimler, topluma verilmiş en büyük nimetlerdendir ve Allah Azze ve Celle’nin sünnetidir nimete şükretmeyenden nimeti çekip almak. Bu ilahi kanunla yukarıdaki hadisi bir arada düşündüğümüzde ‘Eğer toplum aliminin kıymetini bilmezse, Allah o toplumdan alimleri çekip alacaktır ve meydan alim kesilen cahillere kalacaktır’ hakikati ortaya çıkacaktır. Alimlerin çekip alınması bazen onların vefatı, bazen zalimlerin eliyle hapsedilmesi, bazen de başka diyarlara sürgün edilmesi şeklinde olabilir.

                Ülkemizin yakın tarihinde yaşananlar buna benzer durumlardır... Cumhuriyet döneminde, yıllar boyunca İslam Medeniyeti atmosferinde yaşamış halka uymayan devrimler vasıtasıyla, bir anda uygulanan anormal baskılar, bu durumların oluşmasına sebep olmuştur. Harf devrimiyle okur yazarlar ‘cahil’ sınıfına girdirilmiş, Tevhid-i Tedrisat kapsamında ilmin ışığı alimlere İslami ilimleri anlatmaları yasaklanmış, tekke zaviyelerin kapatılmasıyla İslami eğitim veren medreseler kapatılmıştır… Bunlara muhalefet eden alimlerin ise bir kısmı idam edilmiş, bir kısmı hapsedilmiş, bir kısmı da sürgüne gönderilmiştir… Peki, tüm bunlar yapılırken halk ne yaptı? Halk canının derdine düştü. Evet, biliyorum devrim kanunları savaştan çıkmış bir halk üzerinde uygulandı ve halk, üzerlerinde uygulanan dönüştürme (asimilasyon) ve yabancılaştırma (alinasyon) projelerine meşru yollu direnç gösteremedi. Bunun elbette Osmanlı’nın son yüzyılda halkın eğitimine önem vermediği gibi pek çok sebebi vardı… Ancak devrimler uygulanırken ortaya konulan gözü karalık ve Mustafa Kemal’in meşhur ‘Gerekirse bazı başlar gövdelerinden ayrılacak’ sözündeki yaklaşımlar, halkın meşru yollu da olsa bazı kanunlara itiraz etmesinin önünü kapattı.

                Halkın durumu böyleydi… Ve halk kitlelerinin, yapısal durumlarından dolayı davranışları mazur görülebilirdi. Ancak alimler… Alimler hiçbir şart ve ahvalde korkak olamaz! Hakikatleri anlatmaya, gerçekleri konuşmaya ara veremez! Kur’an-ı Kerim’de geçen ilimle ilgili ayetler genelde Mekki’dir. Oysa Mekke’de Efendimiz ve Sahabe-i Kiram çok zor durumdaydılar. Ölüm tehditleri, işkenceler, psikolojik baskılar, ambargolar yaşıyorlardı. Peki, Mekke’de durum böyleyken Rabbimiz ilimle ilgi ayetleri Mekke’de göndererek ne mesaj verdi? ‘Hangi şartta olursanız olun, öğrenin-öğretin. Alimin mazereti olamaz!’

                Ne kadar can alıcı ve insanı harekete geçirmesi gereken bir söz değil mi: Alimin mazereti olamaz! İşte bu mühim mesaj bazı alimlerimizde bir bilinç oluşturdu ve en zor şartlarda dahi ellerinden geleni yapma çabasına girdirdi. İskilipli Atıf Hocaları darağacına götüren, yolundan döndürmeyen bu bilinçtir. Bediüzzaman’ı pes ettirmeyen, hapis ve sürgün hayatına tahammül ettiren; ‘Bizden sonraki nesil, tükürün bizden önceki gayretsizlere dediğinde ben o tükürükten nasibimi almak istemiyorum’ sözünü söyleten bu bilinçtir.

                Gazali Merhum alimleri tuza benzetir: ‘Ümmetin tuzu alimlerdir. Tuz bozulursa onu ne ıslah edebilir?’ der. Gerçekleri konuşmak, ülke sorunlarına bigane kalmamak, yanlış yapanları uyarmak, İslam’ın idealleri uğrunda kafa yormak ve mücadele vermek alimlerin asli görevleridir. Tüm bunları yapmak için gerekli olan cesaret, feraset, özgüven gibi özellikler ise yine alimlerde olması gereken temel vasıflardır. Bugün bazı istisnaların dışında böyle alim profiline sahip hocalar neredeyse kıtlık durumundadır. Yani tuz kokmuştur ve toplumda da bundan dolayı kokuşmuşluk hat safhadadır. Bu durum ülkemizin ve genel olarak perişan durumda olan İslam ümmetinin geleceği açısından endişelerimizi arttırmaktadır. Tüm bu endişelerimizin ve karanlık tablonun içinde bir ümit ışığıdır Alparslan Kuytul Hocamızın varlığı. Bu sözleri yazarken, ne diğer hocalara karşı bir önyargı içerisindeyim ne de talebesi olduğum Hocama bağlılık konusunda bir taassup içerisindeyim. Objektif bir nazarla bakıldığında Alparslan Kuytul Hocamın, yazdıklarımın fevkinde özelliklere sahip olduğu net bir şekilde görülecektir.

                Konuyu soruyla biraz daha açalım: Tuz gerçekten koktu mu? Bu soruya keşke ‘Hayır, durum o kadar da vahim değil’ diyebilseydik. İslam’ı anlatan, Efendimiz’den, sahabeden bahseden ama asıl mesajı bir türlü vermeyen hocaların durumu nedir? Kur’an’ın en çok üzerinde durduğu, Efendimiz’in ilk günden itibaren aleni olarak söylediği ve taviz vermediği Tevhid davasından bahsetmeyen hocaların durumu nedir? Maalesef hocaların bu konulara yeterince ve Nebevi bir üslupla değinmemesi, birçoğunun ülkeyi ve dünyayı değiştirme gibi bir ideallerinin olmadığını (veya kalmadığını) göstermektedir. Ayrıca bir nesil yetiştirme gayesindeki zayıflık ve hedefsizlik, tebliğin/irşadın, bir nesil yetiştirme ve bir medeniyet kurma gayesiyle yapılmaması, sonuç almayı imkansız hale getirmektedir. Bu çağ maalesef aliminden avamına, gencinden yaşlısına lafın çok, işin ve fedakarlığın az olduğu, özellikle de cesaret gerektiren mücadeleden kaçanların olduğu bir çağ. Alparslan Kuytul Hocamız bu konuyla ilgili Yunus Emre’nin meşhur: ‘Yunus söyleme diyorlar; öleyim mi?’ sözünü söyler ve arkasından ekler: ‘İslam’a ve Müslümanlara zarar gelirken bana ‘sus, konuşma’ diyorlar. Ne yapayım öleyim mi? Bu durumda konuşmazsam, öleyim daha iyi.’

                Şu bir gerçek ki Tevhid davasını açıkça ortaya koyma ve yapılan haksızlıkları dile getirmede Nebevi yolu takip etmeyen hocaların bu memleketi değiştireceği yoktur. Türkiye’nin son 50 yılını değerlendirecek olursak, ya suya sabuna dokunmayan hatta insanları mıymıntılığa yönlendiren tarikat mantığı ya da felsefesi takiyye olan, gizli ajandalarla bir yerlere sızmaya çalışan cemaat çalışmaları veya Tevhidi anlatsalar da hedefe ulaşmada ciddi bir çalışma ortaya koyamayan grup çalışmaları… Bunlar memleketin İslami bilinçlenme anlamında yol kat edememesine sebep olmuştur. Bu mantıkla 50 yıl değil 500 yıl da geçse İslam Medeniyetini kurma, hayalden öteye geçemeyecektir.

                BİZİM BİR HAYALİMİZ VAR ‘İSLAM MEDENİYETİ’

                Evet, bizim bir hayalimiz var ‘İslam Medeniyeti’… Bu hayali bize kurduran Kur’an ve sünnettir. Bu hayalin gerçekleşmesi Rasulullah’ın hareket metodunu takip etmekle mümkündür. Hani meşhur şiirler vardır ya ‘Rasulullah gelseydi ne yapardın?’ sorularıyla başlayan. Aslında Rasulullah’ı anlamak isteyen soruyu şöyle sormalı: ‘Rasulullah gelseydi ne yapardı?’ Cevaplar şunlar olabilir mi? Bir parti kurardı, takiyye yollu da olsa laikliğe yemin ederdi ve çeşitli tavizler vererek bir şeyler yapmaya çalışırdı… Bir tarikat kurardı ve millete el verirdi, tevbe alırdı, milletten paralar toplardı büyük araziler alırdı, lüks yaşardı, partilerle diyaloğa geçerdi ve hangisi işine geliyorsa onu desteklerdi… Değişik bir çalışma yolunu kullanırdı, hedefi devlete sızmak olurdu ve bunun için her türlü tavizi verirdi… Küçücük bir grup çalışması yapardı, onlarla Tevhidi konuşurdu, birçok insan yetiştirme ve bir şeyleri değiştirme gibi bir derdi olmazdı… Bir Müslümanın bunların herhangi birine ‘evet’ demesi Efendimiz’i zerre kadar tanımama hatta O’na iftira atmadır.

                Efendimiz’in metodu bunlardan taban tabana farklıydı. O Tevhid ile yola çıktı. Davasını açıkça, mertçe ortaya koydu. Nefsani ve kolaycı bir yolu değil Rabbani yolu takip etti ve bize de o yolu miras bıraktı. Bu yolda taşlanmanın da, boykotun da, hicretin de olduğunu gösterdi. Ancak tüm bunlar olacak diye, yolu değiştirmedi ve ileride de bu yolun değiştirilmesini mübah görmedi. Bugün hocalar biraz taşlansalar (hicivle, iftirayla) susmaya başlıyorlar, biraz tehdit edilseler ‘tedbir’ adı altında hizmetlerine ara veriyorlar. Unutuyorlar mı? Bu davada taşlanmak da tehdit de hatta şehadet de vardı!

                İşte tüm bunların farkında olan bir alim yetişti bu memlekette: Alparslan Kuytul Hocaefendi. Nebevi yolu şiar edinmiş bir alim. ‘İslam Medeniyetini hakim kılma metodunu belirleyen Allah’tır; yeni bir metod ortaya koymak hakkımız da haddimiz de değildir’ diyen bir alim. Bu yolun çilelerinin farkında olan ve bu çilelere rağmen yoldan sapmayan bir alim… Şimdilerde bazı insanlar onu ‘Gerçekleri korkusuzca söyleyen Hoca’, ‘Doğruları söylediği için 2 yıl hapsedilen Hoca’, ‘Sesi siren sesleriyle bastırılmaya çalışılan Hoca’, ‘Birçok Hoca dinden imandan soğuturken bize dinimizi sevdiren Hoca’ diye anlatıyor.

                Rabbimiz: ‘Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe o toplumun durumu değişmez…’2 buyurmuş. Bu ayet toplum olarak halimizin değişmesinin şartını kendimizde olanları yani yüreğimizi değiştirme şartına bağlamıştır. Toplumumuz maalesef sevgi, değer verme, itibar etme konularında rüştüne ermemiş bir toplumdur. Yalan talan siyasetiyle hareket eden politikacılar halen baş üstündedir. Gerçek dini anlatmayıp işin edebiyatını yapanların peşinden gidilmektedir… Ancak Alparslan Kuytul Hoca’nın gerek talebelerinin gerekse de onu tanıyanların ona muhabbet duyması ve görüşlerine itibar etmesi bir şeyleri değiştirmeye başlamıştır ve yukarıdaki hadisin mefhumu muhalifine bir durum gerçekleşmektedir: ‘Bir ülkede alimlere itibar edilmeye başlanınca cahillerin sözü dinlenmez olacaktır.’ Bu değişim emareleri görülmeye başlandı elhamdülillah. Buna vesile olan kişilerin başında gelen Alparslan Kuytul Hocamın tahliyesi, bu anlamda çok önemliydi. Elhamdülillah...

1.        Buhari

2.        Rad Suresi, 11