Necip Fazıl Kısakürek’in hapishane yaşamını anlattığı Cinnet Mustatili adlı eserinden hazırladığımız bu sayfalarda haksızca cezaevinde yıllarını geçiren binlerce mağdur ve mazlumun ruh halini bulacaksınız…
Karpuz... Hayatımın en büyük hediyesi... Ramazandı. Oruçluydum. Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğimi her gün evinden, hususî otomobiliyle gönderirdi. Ben de hapishane kapısının yanındaki ilk tel örgüde yemeğimi beklerdim. Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi. Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam tel örgüye sokuldu. Üstü başı dökülen, amele kılıklı bir İhtiyar... Beni asla tanımadan “Oğlum, içeride bir Necip Fazıl varmış!... Şu karpuzu ona hediye getirdim; Allah rızası için götürüp verir misin?” dedi. Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde “Ver, baba, hemen götüreyim!” dedim ve aldım. İşte hasbî, her türlü nefs oyunundan uzak, Allah için verilen hediye... Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam!.. Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim, İslâm ahlâkını fikretseydim, ağlasaydım, ağlasaydım...”
Gece yarısına doğru Adana... Jandarmalarım o kadar nezâket gösterdiler ki, gar lokantasında yalnız başıma yemek yemem ve serbest bir yolcu gibi hareket etmem için adeta bana yalvardılar. Bu çocuklar anlamışlar ki, muhafızlarım kaçsa benim onları kovalamam icab edecek kadar nazik ve emin şartlarda bir insandım ben... Gar lokantasında, ilaç alır gibi, mahzun yemeğimi yedim, zevceme bir mektup yazıp postaya verdim ve kompartımanıma döndüm. Tam vagonun basamaklarına ayağımı atarken yanıma birkaç kişi sokuldu. Benimle görüşmek istediklerini söylediler ve kompartımana girdiler. Güya şimendifer ve Büyük Doğucu imişler... Bir ikisi, aydınlık yüzlü ve temiz halliydi ama, biri gayet şüpheli, neredeyse yere yıkılacak kadar sarhoş ve son derece musallat tavırlı...
Temiz halliler, âdeta gözlerinin kuyruğuyla bu adamı bana ihtar etmek istiyorlar, fakat alelusûl bizim Müslümanlarımızdaki yersiz çekingenlik ve utangaçlık yüzünden açılamıyorlar, mahud şahıs da onlara tek kelime söyletmeden yalnız kendisini ileri sürüyordu. Mahud şahıs -ki, bir timsah kadar çirkindi- bir sürü “malayani”- den sonra, benden kendisini tekrar arayacağıma dair söz istedi ve bunu bir “büyük laf”a bağlamak ihtiyacını duydu:
-Namus ve şeref sözü veriyor musunuz?
Diye fâtihane haykırdı.
Sarhoşun bu halinden o kadar sıkıldım ki, şu cevabı verdim:
-Bırakın bu namus ve şeref tekerlemelerini! Bana Allah’tan ve ahlaktan bahsedin!
Sahiden iyi niyetli ve iyi halli insanların arasına karışan, kendisini başlangıçta onlardan gibi gösteren, buna rağmen taraflarından tezkibe uğramayan, üstelik tezkibe uğramayacağını evvelden bilmişçesine küstahlıkla ileriye giden sarhoş, meğer bir gazeteciymiş!.. Nitekim ertesi günü, gazetesinde benim için şunları çırpıştırmış:
“Süper Mürşidle trende görüştüm. Etrafını Büyük Doğucu müridleri sarmıştı. Ben namus ve şeref diye bir şey kabul etmem dedi bana...”
Ne buyrulur?
Bu entipüften vak’ayı, etrafımdaki ve memleketimizdeki gazetecilik sanat ve iffetine bir örnek diye kaydediyorum.
Yoksa değer miydi hiç? Bakın biz neyiz ve nasıl gösteriliyoruz ne diyoruz ve ne demiş oluyoruz?
“...Sabah, Merkez Komutanlığı... Tabutluklar dairesi... 1 metre genişlik ve 2 - 3 metre uzunluğunda, basık, içinde teneşirimsi tahta bir kerevet, boğucu, daha doğrusu çıldırtıcı hücre... Duvarlarda türlü türlü lekeler, tırmıklar, yazılar... Bir kan pıhtısı üzerinde insan saçları... Bu tabutluklardan bilmem kaç tanesinin yan yana sıralı olduğu bir dam altındayız. Beni ikiye bölünüp kendi kendimi yemeye mahkûm eden bu türlü yalnızlıkların üzerimdeki tesirini “Paşa Kapısı” bahsinde gördünüz. Hele böylesi?... Ya burada günlerce bırakılacak olursam?... Ölümden beter!...
Hücrenin kapısında delikten bana bakan ere bir pusula uzatıp kumandana götürmesini istiyorum. Kumandandan ricam beni bir an kabul etmesidir. Kabul ediliyorum. Beni alıp kocaman avludan geçiriyorlar, Kumandanlık dairesinde bir kat yukarıya çıkarıyorlar ve kapısında “Merkez Komutan Yardımcılığı” yazılı bir odaya sokuyorlar. Orta yerdeki masada kır saçlı pembe yüzlü, mavi veya açık elâ gözlü bir kurmay yarbay veya binbaşı oturuyor. Etrafında da herhalde beni görmek için toplanmış, muhtelif rütbelerde, 10- 12 subay...
İsminin sonradan “Dâniş” olduğunu öğrendiğim kır saçlı kurmay sordu:
- Ne istiyorsunuz?...
Kendisine, hücrenin üzerimdeki hususî tesirini anlatıyor, bunun bir mizaç ve hassasiyet meselesi, benim için dayanılmaz bir işkence olduğunu söylüyorum. Sırf bir kıyas unsuru diye de yanıma bir kedi verilse teselli bulacak derecede yalnızlık vahşetinden ürkmüş bir insan olduğumu anlatıyorum.
Kır saçlı kurmay, gayet sinsi bir gülümseyişle lütufkârlığını gösteriyor:
- Peki, şimdi yanınıza bir kedi gönderirim! Kedi yerine yanıma, iri yarı bir yüzbaşı gönderildi. Bu yüzbaşının bana söylediği tek söz şu oldu:
- O yazıları sen mi yazdın, namussuz?...
Ve yüzbaşı, eli, kolu, dili ve yolu bağlı adamı, posta erlerinin gözleri önünde, hallacın şilteyi dövmesi gibi, tokat, yumruk ve tekme altında hırpaladı. Gık demeden dayağı yedim. Ağzımdan süzülen bir kan şeridi, kendi acımı hissetmekten ziyade kahramanımın edasını seyretmekten geri kalmadım.
Yüzbaşı çekildikten sonra teneşire oturdum, sırtımı duvara verdim ve kalbimin bütün kuvvetiyle “Allah” ismini çekerek hislerimi iptale çalıştım. İçimde bir duygu, artık mücadelemin bu noktada bittiğini ve sonumun geldiğini söylerken bayılmış yahut uyumuşum... Birden ismimin dışarıdan bağırılmasıyla fırladım, açılan kapıdan çıktım. Bin bir kılık ve edada, tabutluklardan çıkarılmış ve sıraya dizilmiş bir sürü tip... Bizi Merkez Kumandanı (o zaman albay) Faruk Güventürk’ün karşısına dizip ondan sonra (C.M.S.) dedikleri askerî bir kamyona doldurdular ve Davutpaşa Kışlasına aktardılar.
Ne o?... Orada bizi karşılayan tank binbaşısında fevkalâde iltifatlı bir çehre... Beni karşısına oturttu, bir şiirimi ezbere okudu ve evime telefon etmeme izin verdi. Muhafazamıza memur subaylar arasında en ince farika, işte, bu, hiçbirinin öbürüne uymayan karakteri!... İki şey görüyorsunuz; ya ruhî bir inkıbaz hali, yahut manevî bir ishal... Ortası olan yok... Biri çıkıp herkesin önünde millî terbiyesini sizden aldığını söylüyor, öbürü de size “namussuz, komünist, vatan haini!” diye hitap ediyor.*
*Aynı adlı eserden alıntı yapılmıştır.