“Bizler davayı Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkaracaktık. Bin zahmet ve acılar çekerek tırmandık. Zirvede sevincimiz sonsuzdu. Ama bir noksanımız olduğunu fark ettik. Davayı dağın eteklerinde unutmuştuk. Meğer biz davayı değil kendimizi dağın zirvesine çıkartmışız."1
Her ne kadar ülkücülük davası adına söylenmiş olsa da tüm davalar için ortak olabilecek bir söz olduğundan, bununla başlamak istedim. Gerçekten bugünkü durumu güzel bir şekilde özetliyor. 21. yüzyılın Müslümanları olarak İslam davasına karşı sorumluluğumuzu ne kadar yerine getirebildik veya ne kadar işin uzağındayız, bir muhasebesini yapalım istedik. Öncelikle şunu söylemek yerinde olur kanaatindeyim: 21. yüzyıl, hak olsun batıl olsun tüm davalar açısından kısır bir dönem gibi duruyor. İnsanların alabildiğine dünyaya daldığı, etrafında olan bitene bu kadar duyarsız kaldığı başka bir dönem var mı bilmiyorum.
Türkiye’deki İslami hareketlerin/hizmetlerin çıkış noktalarını ve geldikleri son durumu irdelemek, nerede eksiklik var diye uzunca kafa yormak gerekli diye düşünüyorum. Bu yönde objektif olarak yazılmış ve genel hatlarıyla her birini ele almış olan kitaplar2 var, yazanların hakkını yemeyelim. Ama kısmen de olsa dışarıdan birilerinin gözlemiyle değil içeriden birilerinin bakışıyla ele alınması, yapılan genel hataların ortaya konması ve geleceğe ışık tutacak çözümler sunulması çok yararlı olurdu. O günleri anlatan bazı romanlarda geçmişte söylenen sözler, okunan şiirler ve ezgilerde ne kadar saf ve samimi duygular olduğu göze çarpıyor. Ancak sonraları değişen şartlar ve engellere ayak uyduramama, başlangıçtaki halisane niyetleri taşıyamama ve buna benzer sebeplerle dava unutulmaya yüz tuttu. 1980’li yılların ortalarından 1990’lı yılların sonlarını da içine alan dönemdeki kitap okuma ve davet çalışmalarındaki heyecan, bugün neden yok? Evet, belki belli bir plan ve program dahilinde bir çalışma yoktu ama tüm dava sahiplerinde kendi davasının haklılığına dair kaynakları okuma, karşıt görüşlü kişilerle tartışmak için onların fikirlerini de öğrenmeye dair bir seferberlik vardı. İnsanlar her şeye rağmen kısmen de olsa özgür bir zeminde tartışabiliyordu. 1990’lı yıllarda TV’de buna yönelik programlarda siyasi ve fikri tartışmalar olurdu. Bugünkü gibi düğmesine basılmışçasına her gün aynı şeyleri konuşan, hemen hemen hiç değişmeyen konukların yer aldığı ve birçok kişinin izlemediği programlar yerine daha seviyeli programlar yapılırdı.
O günden bu yana ne değişti de bugünlere gelindi? Özellikle İslam davasını savunanlar açısından bir durum tahlili yapacak olursak, bugün dava sahibi kıtlığının yaşanmasında temel sebepler nelerdir, bir gözden geçirelim.
HEDEF SORUNU
Hedefin küçüklüğü veya varılan küçük hedeflerle sonuca ulaşıldığını sanma sorunu da diyebiliriz. İslam, kişiye ve topluma bazı hedefler göstermektedir. Örneğin, “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din (düzen, hâkimiyet) Allah’ın oluncaya dek onlarla mücadele edin”3 ayeti Müslümanlara büyük bir hedef sunmakta, tüm yeryüzünü kaplayan alanda İslam Medeniyetini meydana getirme görevi yüklemektedir. Elbette ki bu hedefe ulaşmak önce kişinin kendisinde, ailesinde ve toplumunda İslam’ın istediği yaşantıyı hâkim kılması, sonrasında bunu dünyaya yaymasıyla mümkündür. Allah Azze ve Celle’nin rızasıyla yola çıkılan her bir hizmetin hedefi bu kadar büyük müdür, bilemiyorum ancak yolda giderken vardıkları küçük menzillerde takılmalar olduğu muhakkaktır. Geçmişte 1932-1950 yılları arasında ezanın Türkçe okunması dayatılmış, 18 yıllık uzun bir sürenin ardından tekrar Arapça okunmasına müsaade edilmiştir. O dönemde ezanın Arapça okunmaması Müslümanlar için o kadar dert olmuştu ki, bu durum sanki bütün mücadelenin ana ekseni haline gelmişti. Toplumda bu yönde bir dip dalganın olduğunu hisseden sistemin sahipleri, Müslümanlarda oluşan hazımsızlığı gidermek için ezanın tekrardan Arapça okunmasına müsaade ederek durumu kurtarmışlardı. Benzeri bir süreci 28 Şubat öncesinde özellikle üniversitede okuyan ve kamuda çalışan kadınlara yönelik uygulanan başörtüsü yasağında da gördük. Bir dönem uygulanan bu yasak Müslüman kesimde ortak paydada birleşmeye, yapılan zulmün yüksek sesle dillendirilmesine ve toplumsal desteğe vesile olunca bu yasaktan geri adım atılmış, zaten olması gereken giyim-kuşam hakkı iade edilmişti. Sistem, İslam davasını savunan kesime yönelik önce bir yasaklama getiriyor, ardından o yasağı serbestleştirerek dava sahiplerine kısmi bir kazanma payı veriyor. Böylece biriken toplumsal enerjiyi tehlikesiz bir şekilde tahliye ediyor. Küçük birtakım kazanımlar elde eden dava sahipleri de hedefe ulaştıklarını düşünerek rehavete kapılıyor ve mücadeleyi bırakıyorlar. Hâlbuki süreç içerisinde birtakım kazanımlar elde edilse de asıl olan mücadeleyi bırakmamak, hakkın tamamını elde etmek için çalışmaktır.
METOT SORUNU
İslam davasının hareket metodu Rabbanidir ve Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in mücadelesinde çerçevesi çizilmiştir. Zamana ve şartlara göre değişmeyen ana esası, kırmızı çizgileri olmakla birlikte değişen yönleri (müsamaha alanları) de vardır. Özetleyecek olursak bu metotta Tevhidi bir söylemle ortaya çıkma, eğitim ve davet çalışmaları yapma, dinden taviz vermeden mücadele etme esastır. Bunu göze alamayanlar ‘bugün şöyle olmalı’ diyerek farklı metotlar ortaya koydular. Kimi farklı söylemler geliştirip sistemle uzlaşarak önce köşeleri kapmak, sonradan gücü eline geçirip toplumu tepeden dizayn etmek gibi bir yöntemi benimsedi. Kimi takiye yaparak makamları kapmak gerektiğini ve aynı şekilde tepeden güç kullanarak toplumu düzelteceğini söyledi. Sonuçta her biri Müslümanlara zaman, enerji ve ekonomi kaybettirdi. Rabbani bir hareketin ortaya çıkmasına engel teşkil etti. Güya İslam’ın maslahatı için o makamlara gelmek istediklerini, dindar nesillerin yetişmesi için böyle davrandıklarını söyleyenler zamanla o makamlar tarafından esir edildiler. Başlangıçtaki samimi duygularını ve hassasiyetlerini kaybettiler. Elde ettikleri kazanımlarını kaybetme korkusuyla taviz üstüne taviz verdiler. Bugün ‘İslamcılık bitti’ söylemlerinin ardında yatan gerçek, bu metodun yol açtığı bir sonuçtur. Son yirmi yılda İslam davasının bitme noktasına gelmesinde, gençliğin deizm ve ateizmin pençesine itilmesinde, zulüm ve haksızlığın artmasında, toplumsal kaosun eşiğine gelinmesinde bu yanlış metodun payı oldukça büyüktür. Eski bir siyasetçinin itiraf ettiği bu sözler konuyu özetlemektedir: “Bizim bugün en büyük sıkıntımız maalesef dünün mağdurlarının bugün mağrur olmasıdır. Dünün mücahitlerinin daha sonra müteahhit, daha sonra müşahit olduğu bir noktadayız.”4 Bu anlayış, davayı bitirmekten daha da çok insanların dini sorgulamasına, dinden soğumasına sebep olmuştur. Müslümanların iktidar olması beraberinde maddi birtakım kazançlar elde etmeyi de getirince hızla dünyevileşme başladı. Maddi anlamda rahatlayan ve 28 Şubat’ın tehlikesini atlatan(!) Müslümanlar rehavete kapıldılar. Özellikle sırtını hükümete dayayan ve iktidarın nimetlerinden nemalanan bazı STK’lar ve hizmetler gerek İslami gerekse insani açıdan yapılan her türlü yanlışı görmezden geldiler. Her ne kadar yapılanlar dinen yanlış gibi görünüyorsa da bunun altında bir sebebin ve hikmetin olduğuna kitlelerini de inandırdılar. İktidarın bariz yanlışlarına İslami kesimden ciddi tepkiler veya tenkitler gelmediğini gören halk, dinden soğumaya, cemaat veya tarikat gibi İslami yapılanmayı çağrıştıran her türlü ortamdan uzaklaşmaya başladı.
YOLUN UZUN OLMASI
Dava sahiplerini bu yoldan döndüren bir başka sebep de yolun uzunluğudur. Samimi dava mensupları bilir ki bu yolun sonu ölümle bitmektedir. Allah yolunda mücadele ve hayırlı hizmetler ölünceye kadardır. Bu davada emeklilik yoktur. Ancak birçok insan yol uzadıkça, yük ağırlaştıkça sabır ve sebat gösteremeyip tökezliyorlar. Hedef ve metot doğru olsa bile davada uzun soluklu olmak sürekli olarak manevi benzin almakla mümkündür. Dava mensuplarının eğitim ve davet çalışmaları kendilerini de geliştirici yönde olmalıdır. Hizmetin yükü arttıkça monotonlaşan, adeta kurulu bir makine gibi çalışan kişilerde bir süre sonra yorgunluk ve tembellik baş göstermekte, bunun sonucunda en küçük bir anlaşmazlık veya tartışmada, kişiler davayı bırakma noktasına gelmektedir. İnsan olarak her zaman imtihanda olduğumuzun bilincinde olmalıyız. Herkesin hayatında dönüm noktaları vardır. O anlarda kişi davasını önceleyip karar verirse Allah da yardım eder, mücadele içerisinde kalmaya devam eder. Yok eğer başka kaygılar ve planlar kurar da davayı arkasına atarsa o zaman da Allah’ın yardımından uzak olur ve mücadele saflarından ayrılır. Yol uzadıkça, ufukta hedef görünmedikçe yorulma ve tembellik emareleri daha da artmaktadır. Ancak bu durumlarda bilinmesi gereken şey şudur: Müslümanlar olarak biz seferden sorumluyuz zaferden değil, zafere/hedefe ulaştıracak olan Allah Azze ve Celle’dir.
DIŞ ETKENLER
Son yıllarda özellikle 15 Temmuz sonrasında oluşan negatif atmosfer de İslam davasını yüklenme noktasında insanlarda tereddütlerin ve korkuların oluşmasına sebep olmaktadır. Yolun dikenli ve engellerle dolu olduğunu söylemekle bizzat müşahede etmek farklı şeylerdir. Bugüne kadar dava yolunda çekilen çileleri, sıkıntıları kitaplardan okuduk. Sahabe dönemi, sonraki yıllarda çekilen sıkıntılar, yakın tarihten Mısır, Filistin ve diğer İslam coğrafyasına ait durumlar hep uzağımızda olan ancak okuyup/duyup etkilendiklerimizdi. Ancak son yıllarda bizzat yaşayarak tecrübe etmek, başına gelecekleri bile bile bu yolda sebat etmek kolay değildir. Ancak şunu biliyoruz ki esen sert rüzgârlar sabırla ve sebatla mücadeleye devam edenleri daha da olgunlaştırırken sadece zayıf olanları dökmektedir. Buna mukabil dava saflarına katılacak olanları da caydırıcı olmaktadır. Son iki yıldaki pandemi sürecini ve oluşturulan korku iklimini de eklersek dava açısından durum daha da zorlaşmaktadır. Davaya mensup olanlar zayıf yönlerini kuvvetlendirmeli, kuvvetliler zayıflara kol kanat germeli, tökezleyenler ayağa kaldırılmalıdır.
Bugün davaya sahip çıkanların neden az olduğunun sebeplerini daha da çoğaltmak mümkündür. Sonuç olarak şunu söylemek isterim: Her şeye rağmen İslam davası dün olduğu gibi bugün de yoluna devam etmektedir. Herkes kendinden öncekilerden dava sancağını alır ve daha ilerilere var gücüyle taşımaya çalışır. Bizden öncekiler iyi veya kötü elimize bir miras bıraktılar. Görünen o ki Müslümanlar son yirmi yılda bu mirası neredeyse bitirme noktasına getirdiler. Ancak samimi dava sahipleri her şart ve zeminde davasına hizmet etmeye devam edecektir. Tüm peygamberlerin ortak mücadelesi olan bu kadim davanın 21. Yüzyıldaki müntesipleri olarak hem bugün davayı yüklenmesi gerekenlere örnek olmalıyız hem de gelecek nesillere iyi bir miras bırakmalıyız.
Üstat Necip Fazıl’ın cümleleriyle bitireyim:
“Eyvah, eyvah Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!”5
- Galip Erdem, 1930-1997 yılları arasında yaşamış, gazeteci ve köşe yazarı. Bu sözü ülkücülük davası için söylemiştir.
- Hulusi Şentürk, İslamcılık, Çıra Yayınları, 3.baskı
- Enfal, 39; Bakara, 193
- com.tr/2021/gundem/bulent-arinc-topa-tuttu-dunun-mucahitleri-daha-sonra-muteahhit-oldu-6248556/
- Necip Fazıl Kısakürek, Sakarya Şiiri