Aslında bu soruya cevap vermeden önce ‘diyalog’ kelimesinden ne kastettiğimizi ortaya koymamız gerekiyor. Sözlük manası ‘karşılıklı konuşma, görüşme’ vs. olan diyalog, batının kelimelere farklı misyonlar yükleyerek oynadığı oyunun bir parçası olmuştur. Diyalog adı altında yapılan toplantılar ve etkinliklerde bu kelimenin gerçek manasına uygun olarak karşılıklı konuşma platformları oluşturmayan diyalog savunucuları, bizim bu meyanda yapılan toplantılara karşı çıkışımızı da ‘bunlar diyalog karşıtı,’ ‘bir Hrıstiyan ile Müslüman’ın konuşmasında ne sakınca olabilir’ şeklinde yorumlarken, ancak o zaman ‘diyalog’ kelimesini gerçek manası ile düşünebiliyorlar.
Diyalog projesini hayata geçirirken, Müslümanları da bu projenin bir parçası yapanlar, o kadar yaldızlı (zuhruf el-kavl) ve hüsnü kabul görecek bir kelime seçmişlerdir ki, bir taraftan bu kelimeye istedikleri misyonu yüklerken, diğer taraftan kelimenin aslî manasıyla savunmaya geçebilmektedirler. Tıpkı Osmanlı’nın son dönemlerinde ‘özgürlük, meşrutiyet’ kavramlarını ayyuka çıkartıp, ümmeti batıya köle yapan zihniyetin oynadığı gibi bir kelime oyunu oynanmaktadır.
Diyalog kelimesiyle kastedilen, İslam geleneğinde de mevcut olan insanî ilişkilerde (komşuluk, ticaret, alış-veriş gibi…) ehl-i kitap ile bir arada yaşama durumu gerçekleşseydi, bu kelimenin hiçbir sakıncası olamazdı. Ancak pratikte uygulanan durum ve kelimenin önüne eklenen ‘dinler arası’ ifadesi bize bu kelimenin hiçte masum bir amaç için kullanılmadığını ortaya koyuyor.
‘Dinler arası diyalog’ kavramı, içinde su-i niyet barındıran, gayri İslamî bir kavramdır. Çünkü İslam’a göre ‘dinler’ yoktur, ‘din’ vardır. Diğer tüm dinlerin aslının İslam olduğunu, hâlihazırdaki hallerinin ise muharref ve iptal olmuş din sayılacağını birçok ayeti kerime ve sahih hadis ortaya koymaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
‘Allah katında İslam’dan başka din yoktur.’1
‘Kim İslam’dan başka din ararsa, bilsin ki, bulduğu din asla kabul edilmeyecektir.’2
‘Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve size din olarak İslam’ı seçtim.’3 Bu ayetle ilgili olarak; “Yahudiler, Hz. Ömer (r.a)’e şöyle dediler: “Siz bir ayet okuyorsunuz ki o, şayet bize inseydi o günü bayram ittihaz eder (her yıl kutlardık.)” Hz. Ömer (r.a) diyor ki: “Ben onun indiği anı ve yeri, indiği sırada Rasulullah (s.a.v)’ın bulunduğu noktayı biliyorum: Arefe günü inmişti. O zaman ben de Arafat’ta idim ve bir Cuma günüydü.”4 Bu rivayetten anlaşılıyor ki Allah (c.c) İslam’ı yegâne din olarak ilan ederken, bunu bir bayram sevinciyle karşılamamız için, bir arefe günü ve bir Cuma günü yani çifte bayram gününde ayetin inzâlini takdir etmiştir.
Tüm bu ayetler bize, Allah katında başka bir dinin geçerliliğinin olmadığını, bunun dışındaki anlayışların Kur’an’a muhalif olacağını açıkça göstermektedir. O halde ‘dinler arası diyalog’ kavramının İslam’da yeri yoktur. İslam’da yeri olmayan bir kavramın peşinden gitmek ise; Müslüman’ın yapacağı bir iş değildir. Çünkü Müslüman daima şuna inanmalıdır; bir konuda eğer Allah (c.c) veya O’nun Rasulü bir yol açmamışsa, muhakkak o yolun sonu bir uçurum veya çıkmaz sokaktır. Muhakkak o işin içinde bir çapanoğlu vardır. Böyle meselelerde bize düşen bir yol aramak değil, belirlenen yolu, yoldaki işaretlere göre tâkip etmektir, o kadar!
Diyaloğu Kimler, Hangi Gayelerle Başlattı?
Diyaloğu başlatanlar Müslümanlar değildir, zaten yukarıda sıraladığımız ayetler ve İslam’ın diğer dinlere olan net bakışı, böyle bir davet metoduyla hareket etmemize müsaade etmezdi.Dolayısıyla projenin mimarları bizden değildir. İşte bu mimarlar yaptıkları projenin gayelerini de – hiç gizleme gereği duymadan- açıkça ilan etmektedirler.
Papa II. Paul 1991 yılında ‘Kurtarıcı Misyon’ isimli genelgesinde şöyle diyor: ‘Dinler arası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.’
Yapılan projenin gayesini ortaya koyanlar bu gayeye nasıl ulaşacaklarını da çok iyi tasarlamışlardır. Projenin mimarlarından olan M.Watt, ‘Modern Dünya’da İslam Vahyi’ adlı çalışmasında, diyaloğun birinci şartı olarak; ‘taraflar benim dinim son dindir anlayışından vazgeçmelidir, taraflardan biri böyle derse, diyalog olmaz.’ diyor. Aslında Watt’ın söylediği taraf, Müslümanlar tarafıdır, çünkü İslam’dan başka hiçbir din, kendisi için ‘son din, tek hak din’ iddiasında bulunmuyor.
Aslında diyalog projesini yapanların asıl gayelerinin hiçbir şekilde diyalog olmadığını kendi ifadeleri ele veriyor. Bu toplantıların diyalog yani karşılıklı dinleri anlatma ortamını da oluşturmadığı ifadelerden açıkça ortaya çıkıyor.
Dinler arası Diyaloğun Takipçileri Ne Düşünüyor?
Bu projeye sonradan eklenen bizim insanlarımızın bu toplantılara katılma gayesi, bizim için, projeyi başlatanların gayesinden çok daha önemlidir. Çünkü tarih boyunca İslam düşmanları gerek oryantalist çalışmalarla, gerekse de askerî plânlarla, fikren ve fiilen sayısız projeler ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla bu yüzyılda da İslamî uyanışı yok etmek için bir takım çalışmalar yapmaları, ümmetin öngörülü insanları tarafından beklenen bir durumdur. Ancak hiç de beklemediğimiz bir durum ortaya çıkmıştır ki; o da bizim insanlarımızın bu projenin içerisinde işinin ne olduğu sorusudur.
Bu sorunun cevabını projeyi sahiplenenlerden öğrenelim:
‘Papa 6.Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog için Papalık misyonunun bir parçası olmak için burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz.’
‘Amacımız üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla kardeşlik tesis etmektir’5
Bizi hayrete ve hayal kırıklığına düşüren bu ifadelerin yanı sıra, bu projeye ‘mal bulmuş mağribi gibi’ sahip çıkan bazı kimselerin hızını alamayıp ‘Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir, mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz.Muhammed’i kabul ve tasdik etmek ise kemâl mertebesidir. Ehli kitap ile amentüde ittifak halindeyiz’6 demeleri işin şirâzesinden çıktığının en açık kanıtıdır.
Yine bu toplantılarda asıl konuşulması gereken meselelerin hiç konuşulmuyor olması, diyaloğun, tebliğ açısından hiçbir kaygı taşınmadan yapıldığının göstergesidir.
İman-Küfür, Tevhid-Teslis‘in konuşulmadığı bu toplantılara baktığımızda Müslümanlara yapılan zulmün de konuşulmadığını anlıyoruz. Peki, bu toplantılarda ne konuşuluyor? Biz bu toplantıların Irak savaşının durdurulması için, pozitif bir katkısı olduğunu duymadık, görmedik. Yine bu toplantılarda Filistin meselesine parmak basıldığını işitenimiz olmadı. Bu toplantılar vesilesiyle Müslüman-Hristiyan (böyle bir kavram İslam literatüründe mevcut değildir) olanları duyduk ama Müslüman olanları duymadık. Hasbelkader Müslüman olanlar da varsa onlar da diyalog sebebiyle değil, belki bir kardeşimizin İslam’ı tebliği ağzından kaçırmasıyla olmuştur. Yani elde edilen nisbî bir fayda varsa, o da tebliğin sayesinde gerçekleşen bir faydadır.
Bu projenin çerçevesinde hareket eden kardeşlerimizin, cemaatlerin verdiği iftar davetlerine gelmeyip, Hrıstiyanlarla aynı sofrada iftar yapmaya can atmaları ise, işin başka bir boyutudur. Oysa bizim Peygamberimiz (s.a.v) ‘Ramazan ümmetimin ayıdır’ buyurur. Ramazan’dan gâye sadece oruç mudur? Ramazan ayı; orucuyla-iftarıyla, zekâtıyla-fitresiyle, sahuruyla-teravihiyle bütün bir ibadet olmakla beraber, tüm bu yönleriyle ümmeti de bütünleştirici bir ibadettir. Bu insanlarla başka yemek davetlerinde bir araya gelinebilir. Neden özellikle ümmete ait olan iftar davetlerinde bir araya gelinmeye çalışılıyor? Yoksa ümmetin ortak değerleri yok edilmeye mi çalışılıyor? Yoksa ‘ümmet’ kavramı yok mu sayılıyor, yok mu ediliyor?
Tüm bu durumlar, bizim onların projesine dâhil olduğumuzu ve dolayısıyla onların oyununa geldiğimizi gösterir ki, bu çok acı bir durumdur.
Dinler Arası Diyaloğun Dine Ve Ümmete Verdiği Zararlar
Bazılarının aklına, bu projeye dâhil olduğumuzda, oyunu kendi lehimize çevirmemiz daha kolay değil midir, diye bir soru gelebilir. Bu sorunun cevabını, şu an gelinen noktaya baktığımızda çok açık bir şekilde görebiliriz. Hrıstiyan inancında hiçbir tahribat yapmayan bu oyun, İslam’ın Müslümanlarda yerleştirdiği birçok temel meselenin köküne âdeta dinamit döşemiştir. Dine ve ümmete verilen zarar ve tahribat, ortaya çıkan ve gittikçe yaygınlaşan fikirlerle daha net bir şekilde görülecektir:
1- Bugün bir kısım Müslümanlar ‘Hrıstiyanlar da cennete girer’ diyor.
2- ‘Muhammedur Rasulullah’demeyen hoş görülebilir deniliyor.
3- Hoşgörü konusunda hızını alamayan bazı Müslümanlar ‘Üç dinden herhangi birine inanmak yeterlidir... Ehl-i Kitap ile amentüde ittifak halindeyiz’ diyor.
4- Üç din mensubunu kardeş yaparak İslam kardeşliği yok ediliyor
5- Küfre ve zulme nefret duygusunu yok ederek, muhalefet yönünü kaybetmiş bir ümmet oluşturuluyor.
6- Bu güne kadar hiç ortaya atılmamış yeni bir kavram ‘Müslüman Hrıstiyan’ kavramı ortaya çıkarılarak, insanlar cennetlik yapılıyor.
7- İslam’ı ve Müslümanları ılımlılaştırarak dini tahrif etme projesine can suyu veriliyor.
8- Cemaatlerle diyalog bırakılıp, kâfirle diyalog kurularak, vahdet oluşturma ve ümmet olma ideali baltalanıyor.
9- Onların dinini din olarak meşrulaştırırken, İslam’a davetin önü tıkanıyor ve bu şekilde ehl-i kitabın Müslüman olmasına mâni olunuyor.
10- Kur’an’dan ve Sünnetten fersah-fersah uzaklaşılıyor.
11- Bediüzzaman ve Risale-i Nur’dan fersah fersah uzaklaşılıyor.
12- Tebliğsiz diyaloğun neticesinde oluşan hoşgörü ile küfür, kalplerde ve zihinlerde meşrûlaşıyor.
13- Diyalog yoluyla haktan (İslam’dan) destek alan bâtılın, ayakta kalma çabaları başarıya ulaşıyor.
14- Ümmetin ortak değerleri (Ramazan-iftar vs.) yozlaştırılarak, ümmetin malı olmaktan çıkarılıyor ve böylece birlik zedeleniyor.
15- ‘Dinler arası diyalog’ misyonerlik faaliyetleri hususunda da onları cesaretlendiriyor.
16- Diyalog karşıtı olan Müslümanlara, ‘Harici, Karmati, Anarşist’ sıfatları verilerek, ağır ithamlarda bulunuluyor ve böylece Müslümanların arasına, (kafirin yaptığı bir proje yüzünden) tefrika girdiriliyor.7
Müslümana Düşen Görev; Tebliğ mi, Yoksa Diyalog mu?
Gelelim yazımızın başlığı olan “Görevimiz Tebliğ mi, ‘Diyalog’ mu” sorusunun cevabına: BİZİM GÖREVİMİZ TEBLİĞDİR. Çünkü Kur’an-ı Kerim, bize ehl-i kitabın oyunlarını, plânlarını deşifre ederken onlara tebliğ yapmamızı da öğütlemektedir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
‘Sen onların dinine uymadıkça Yahudi ve Hrıstiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.’8
‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir diyen küfre girmiştir.’9
‘O kitap verilenlerle, verilmeyen ümmîlere de ki: Siz İslam’ı kabul ettiniz mi?’10
‘Kitap ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp saptırmak istedi.’11
‘Kitap ehlinden bir bölümü, dedi ki: İman edenlere indirilmiş olana, gündüzün başında inanın, bitiminde ise inkâr edin. Belki onlar da dönerler.’12
De ki: ‘Ey ehl-i kitap, bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye gelin! Allahtan başkasına kulluk yapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız, bir kısmımızı Rab’ler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘ Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız.’13
Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi, Al-i İmran 64. Ayeti, ehl-i kitabın imanına delil getiren ve ‘Muhammedur Rasulullah’ ifadesini söylememeye gerekçe olarak gösteren kimselere cevaben şöyle der: “Ayette Rabbimiz Teâlâ ‘gelin’ (Teâle) buyuruyor, bu onları tevhide davettir. Demek kelime-i tevhide inanmıyorlar ki; Kur’an ‘gelin’ diye çağrıda bulunuyor. Elbette önce Tevhidin birinci cümlesine davet vardır. Çünkü ehl-i kitabın en büyük problemi tevhid hususundadır ki bu problemin sebebi, onlardaki teslis (üçlü ilah anlayışı) akidesidir. Teslis ise şirktir. ‘Allah üçün üçüncüsüdür diyenler küfre düşmüştür’14 buyurur Rabbimiz Teâlâ. Yine bu ayette Muhammedur Rasulullah demeye gerek yoktur denilmiyor, sadece, acil olan maraz (şirk) giderilmeye çalışılıyor.”
Bunun yanı sıra tıpkı Kur’an gibi Hz. Peygamberin sahih sünneti de bize görevimizin tebliğ olduğunu hatırlatıyor. Peygamber Efendimizin tebliğ maksatlı mektupları ile diyalogcuların diyalog maksatlı mektuplarının arasında ki fark, tebliğ ile diyaloğun aynı şeyler olmadığını izhar ediyor.
Muhammed Hamidullah Hoca’nın (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) ciddi araştırmalar ve tetkikler sonucunda bulduğu, Efendimize ait olduğu kanıtlanan mektuplarda, Efendimizin ehl-i kitabı İslam’a nasıl davet ettiğini anlıyoruz.
Bizans İmparatoru Heraklius’a:
‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Rumların başbuğu Heraklius’a: Allah’ın selamı hidayete girmiş bulunan kimse üzerine olsun. Buna göre ben seni tam bir İslam daveti ile (İslam’a) çağırıyorum. İslam’a gir, sonucunda selamet içinde olursun…’
Rum Piskopos’a Mektubu:
‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Ey Piskopos! Allah’ın selamı iman edenlerin üzerine olsun. Bil ki Meryem oğlu İsa, Allah(c.c)’ın saf ve temiz Meryem’e nasip edip verdiği ruhu ve kelimesidir.’15
Yine Hz. Peygamber (s.a.v); ‘Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Rasûlüdür diye şehâdet getiren kimseye Allah Teâlâ cehennemi haram kılar’16, “Ey Ebû Saîd! Her kim rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak da Muhammed’e râzı olursa, cennet ona vacip olur”17 ve ‘Beni duyup iman etmeyen Yahudi ve Hrıstiyan, mutlaka Cehenneme girecektir.’18 buyuruyor.
Üstad Bediüzzaman’da İstanbul işgal altındayken, adeta alay edercesine diyalog kurmaya çalışan Angilikan Baş Piskoposluğuna verdiği cevapta ‘tükürün o ehli zulmün merhametsiz yüzüne’19 diyerek bu oyuna gelmeyeceğini ilan etmişti. Kendinden sonraki nesle ise Üstadın tavsiyesi çok daha çarpıcıdır. ‘Garp husumeti; İslam’ın ittihadına uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir, bâki kalmalı’ diyerek Batıya nefretin kırılmaması gerektiğini vurgulamaktadır.
Sonuç:
Hâsılı kelam, Kur’an’ın ifadesiyle; gerek Kur’an gerekse de onun mübelliği olan Hz. Peygamber Mübin’dir (Yani Beyan: Her şeyi açıkça konuşan). Kur’an’ın en büyük müfessiri ve yaşayan Kur’an olan Hz.Peygamber (s.a.v) , ehl-i kitap’a karşı da açık konuşmuş, lafı evirip çevirme gereği duymamıştır. Bunun neticesinde ise başarılı olmuştur.Bugün bu açıklık,netlik sanki bu zamana gitmez veya davette başarıyı getirmez zannediliyor.Hâlbuki muhatabı da kafa karışıklığından kurtaran bu sarih ve net anlatım, insanların hakikati daha kolay ve daha çabuk anlamasına sebep olmaktadır.
Şu açıkça ortaya çıkmaktadır ki; her meselede olduğu gibi İslam’a davet konusunda da ihtilafı oluşturan en önemli etken, İslam’ın öğretisine bakmayıp, akla ve nefse göre hareket edilmesidir. Mühim ve ehliyet gerektiren bir konu olan ehl-i kitabı İslam’a davet konusu, Kur’an’a ve sünnete bakılmadan asla doğru tatbik edilemez. Aklın ve nefsin sınırları ve esasları belirgin değildir. Ancak, Kur’an ve sünnetin tebliğ esasları muhkemdir, nettir.
Bir proje yapılmış ve esasları belirlenmiştir. Böyle bir projeye sonradan dâhil olanların projenin esaslarını, ilkelerini belirleme imkânları yoktur. Müslümanların onların projelerine dâhil olmaktansa, kendi projelerini, Rablerinin Kitabından ve Peygamberlerinin pratiğinden almaları gerekmez mi? Batının emellerine hizmet eden diyalog yolunu takip etmektense, İslam’ın hedeflerine hizmet eden Tebliğ yolunu takip etmeleri gerekmez mi?
1-Al-i İmran 19
2-Al-i İmran 85
3-Maide 3
4- Maide 3
5-Buhari-Müslim
6-F.Gülen-Papaya mektup: Zaman–10.02.1998
7-Zaman Gazetesi, F.Gülen ropörtaj
8-Ahmet Şahin Zaman–17.04.2000
9-Bakara 120
10-Maide 17
11-Al-i İmran 20
12-Al-i İmran 69
13-Al-i İmran 72
14-Maide 73
15-İslam Peygamberi-M.Hamidullah 1/338
16-Müslim. İman,47
17-Müslim. İmare 116
18-Hâkim
19-Tarihçe-i Hayat