Allah’ın selamı rahmeti ve mağfireti ilmi ile çağımızı aydınlatan bizleri karanlıklardan nura çıkaran doğru ile kalbimizi aydınlatan hür yürekli Hocamın üzerine olsun…
85 gün sonra ilk kez oradan çektirmiş olduğunuz fotoğrafınızı gördüm. Fotoğrafı görünce aklıma Necip Fazıl’ın sözleri geldi, bu nasıl bir dünya hikâyesi zor, mekânı bir satıh, zamanı vehim bütün bir kâinat muşamba dekor, bütün insanlık yalana teslim. Nasıl bir dünya burası hikâyesi zor, anlatması zor, yaşaması zor. Bu öyle büyük bir yara ki, bu yaraya kimler derman olabilecek? Bu büyük dert ve halimden ben kime şikâyet edeyim? Çünkü benim dert ve elemimi işitenler de benim bu inleyişim karşısında inlemeye başlayacak.
Nasıl bir dünya burası tüm bulutlar nemli şimdi, göz önünde duruyor ama hiç kimsenin öfkesi ve hüznü bizimki gibi böyle deniz olmuyor. Nasıl bir dünya burası Yusuflar kuyularda onu kuyuya atanlar ise yine sıcak yataklarında. İmam-ı Azamlar zindanlarda, onu hapsedenler yine saraylarda… Atıf Hocalar darağaçlarında, Kel Aliler yine hâkim koltuğunda… İbrahimler ateşte, küfrün ateşini yakan Nemrutlar yine buzdan kaleler arkasında…
Ancak tarih de buna şahittir ki, bu devran böyle gelse de böyle gitmiyor ve nihayet yıkılıyor sahte ilahlar, eriyor buzdan Tanrılar… Yusuflar zindandan saraylara, Züleyha ise saraydan benlik zindanına… Atıf Hocalar darağacından cennet bahçesine, Kel Aliler makamlarından mevkilerden tımarhane kapısına... İbrahim’e oluyor ateşler gülistan, Nemrut ise bir sineği dahi kovamıyor en sonunda… Geçenlerde okuduğum ve bugünlerde misallerini okumamız gerektiğini düşündüğüm bir yazıyı paylaşmak istiyorum sizinle;
İran Şah döneminde, Şah’ın istihbarat teşkilatından biri, bir hocayı yakalayıp müdürlerine götürür. Müdür; hocanın yere yatırılıp ve makamına kadar köpekler gibi getirilmesini emreder. Hoca, tüfek dipçikleriyle yere yatırılır ve yerde sürülerek müdürün önüne getirilir. Müdür O’na şöyle der: “Söyle bakalım hoca, şimdi var mı seni benim elimden kurtarabilecek bir güç, bir kuvvet? İnancın seni kurtarsa ya! Ne susuyorsun, söyleyecek bir şeyin yok mu? Nereye gitti o iman dediğin şey? Konuşsana!” Ağzı kanlar içerisinde olan hoca, başını yukarı kaldırır ve adamın gözlerinin içine bakarak şöyle der:
“Ben öyle bir Allah’a inanıyorum ki beni senin yerine, seni de benim yerime koymaya kadirdir!”
Bunun üzerine adam daha da hiddetlenir; götürün bu yobazı, işkenceye vurun, emrini verir. Ancak gün gelir devran döner, tersler düz olur. İşkencede ölmemiş olan hoca mahkeme başkanlığına getirilir. Akabinde de kendisine işkence yapan adam mahkeme edilmek üzere huzuruna getirilir. Hoca adamı tanır ve ona şöyle der; bana birkaç ay önce söylediklerini hatırlıyor musun? Biz sizin gibi değiliz, bugün sadece hak ettiğin cezayı göreceksin, der.
Kur’an ne güzel buyuruyor; “Onlar nice bahçeler ekinler, pınarlar ve güzel makamlar, eğlenip durdukları nimetler bıraktılar. Bu böyledir; onları başkalarına miras bıraktık. Ne gök ne yer onların üstüne ağlamadı.”1
Okuyoruz, yazıyoruz, anlıyoruz elbet Allah’ın vaadi hak, ancak yine de soğumuyor yüreğimizdeki yangın, bitmiyor öfkemiz, dinmiyor yaramız, kurumuyor gözyaşlarımız… Mevlâna Hazretleri ne de güzel anlatmış ayrılığın acısını;
“Göz gamın ne olduğunu bilseydi,
Gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,
Padişah bu acıyı duysaydı,
Göz gece demez gündüz demez ağlardı.
Gökler yıldızlara, gündüz demez ağlardı.
Padişah bakardı ününe, taşına, tahtına, tolgasına, kemerine,
Gece demez, gündüz demez ağlardı…”
Üstad Bediüzzaman gurbet diyarındaki yalnızlığından Mektubat’ında şöyle bahseder; “Şu iki aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. İşte gece vakti, şu garibane dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız ağaçların hazirane hemhemeleri içinde bir de “Fesubhanallah” dedim, bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm.
Kalbim feryatla dedi: Ya Rab! Garibem, bikesem (kimsesizim), zaifem (zayıfım), natüvanem (çaresizim), alilem (hastayım), acizem, ihtiyarem. Birden, nur-u iman, feyz-i Kur’an, lutf-u Rahman imdadıma yetiştiler. Lisanım “Hasbunallah ve nimel vekil” söyledi. Aklım dahi, ızdırabından ve dehşetinden feryat eden nefsime hitaben dedi: Bırak biçare feryadı, beladan kıl tevekkül zira feryat, bela ender hata ender beladır bil. Bela vereni buldunsa eğer; sefa ender, vefa ender, ata ender beladır bil. O vakit Meşhuri Hikem-i Ataiyer’in şu fırkası, yani “Cenabı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve onu kaybeden neyi kazanır? Yani O’nu bulan her şeyi bulur. O’nu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela bulur.” Ne derece âli bir hakikat olduğunu gördüm ve Tû’ba lil ğurabâ hadisinin sırrını anladım, şükrettim.”
Hz. İsa’nın da dediği gibi karanlıklarda söylemeye çekindiğimiz hakikatleri gün gelecek çatılardan haykıracağız. Çünkü Allah geceye yenilmeyen her insana ödül olarak bir sabah, bir gündüz ve bir güneş verecektir. Umutsuzluk yok, gün gelecek güller de açacak bülbüller de ötecektir.2 Hem neden üzülelim ki bulutlar gelirler ve giderler, ancak gökyüzü hep baki kalır… “Sevdamız sessizdir belki ama esen kasırgadan da kuvvetlidir. Sevdamız mütevazidir belki ama yüksek dağlardan da daha yücedir…”3
Biz inandığımız yolda koşarak gideriz, koşarak gidemezsek yürüyerek gideriz, yürüyerek gidemezsek sürünerek gideriz, Ama YOLUMUZDAN asla VAZGEÇMEYİZ…
Ey sevgili üstadım! Sözlerime son vermeden diyorum ki “Bu mevcudat yüzüne her ne kadar perde çekse, seni görmezlikten gelse, sen yine haksın ve buna şahid ise Kur’an’dır bunu bil!
Zeynep Apak- ADANA
1. Duhan 25-29
2. Sezai Karakoç
3. Hasan el Benna