El Hayy: Her Şeye Hayat ve Can Veren, Sonsuz ve Sınırsız Bir Hayatın Sahibi
İnsanoğlu, göz perdelerini dünyaya aralaması itibariyle, varlığın en mükemmelini arama yolculuğu başlamış bulunmaktadır. Topraktan gökyüzüne doğru uzanan göz seyrinde, insanın gözüne takılabilecek her varlık bu mükemmellik terazisinde değerlendirilecektir. Toprağın sinesinden çıkan envai çeşit bitkilerin, çiçeklerin, ağaçların; gökyüzünde uçuşan kuşların ve evrende süzülen bütün galaksilerin; anne karnında merhale merhale büyümesiyle hayretimizi doruk noktaya taşıyan insanın yaratılışını tefekkür ettiğimizde -ne kadar eşsiz yaratılmış olsalar da- bir eksiklikle karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Çünkü yaratılmış olmak dahi bir eksiklik iken; güzellikleriyle zikrettiğimiz bu varlıkların bir bitiminin, bir ölüm hakikatinin olduğunu unutmamak gerekir.
Şimdi aklınızın sınırlarını zorlayın ve bir varlık düşünün ki, güzelliğinin bir sonu olmasın! Bir insan düşünün ki, yaratılışında ölümle nihayet bulan bir hakikat taşımasın! Ne mümkün? İşte bu noktada; bütün yaratılmışlara hayat bahşeden, tüm hayat sahiplerinin hayat kaynağı olan, ölümsüzlüğün yegâne sahibi Allah Azze ve Celle ‘El-Hayy’ sıfatı ile de insanın bu mükemmellik arayışına nihayet kazandırmıştır.
Sözlükte “diri, canlı, hayat sahibi(kimse)” anlamına gelen Rabbimizin El-Hayy sıfatını Râgıb el-İsfahânî, Kur’an-ı Kerim’de yer alan hayat kavramı üzerinden altı grup içinde mütalaa etmektedir. Bunların beşinin hakikat veya mecaz manalarıyla bitkiler, hayvanlar ve insanlar yani faniler için kullanıldığını söylemekte, Allah’a mahsus olan hayatın ise “ölümsüzlük” (beka) anlamına geldiğini belirtmektedir.”1 Rabbimizin bu yüce sıfatı -lafız olarak- Bakara Suresi’nin 255. ayetinde, El-Hayy ve El-Kayyum sıfatıyla birlikte zikredilmektedir:
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
‘’Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni olmadıkça katında hiçbir kimse şefaat edemez. Onların önlerinde ve arkalarında olanları O bilir. O’nun ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- kimse bilgisi içine sığdıramaz. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür.”2
Son olarak Rabbimizin bu yüce kelamından da anlaşılacağı üzere; hayat ve ölüm arasındaki çizgide, insanın üzerine düşen kulluk vazifelerini unutmaması elzemdir. Canlılığımızı; halen hayatta olduğumuzu soluk sesimizle kanıtlayan bizler, kalbimizin tik-taklarının da bir gün nihayet bulacağını unutmamalıyız. Halen kalbimizin ritmini sinemizde duyuyorken, O’nun rızasını kazanmak için gayret etmek bizlerin en büyük vazifesi olmalıdır.
EL-Kaviyy: Tam Güç ve Kuvvet Sahibi
Tarihin tozlu sayfaları karıştırıldığında bu dünyadan nice devletlerin, imparatorlukların gelip geçtiğine tanık olunmaktadır. Adından söz ettiren bu devletler arasında türlü cihangirlik davaları meydana gelmiş; güçlü devlet kendinden güçsüz olan devleti mağlup etmiştir. Galip olan devlet, ileride mağlup konumda olabileceği gerçeğini unutarak tarih çizgisinde devamlı olmaya çalışsa da tarih tekerrür edecek ve galip olan devlet kendinden daha güçlü bir pozisyonda olan devlete mağlup olacaktır.
Birçoğunun hayat mücadelesini tarihi kaynaklardan okuduğumuz devletlerin yaşayışlarını ve ibretlik sonlarını Kur’an-ı Kerim’de de görmekteyiz. Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen kimi kavimler -şu an bizim imtihan olduğumuz gibi- yaşantıları üzere imtihana tabi tutulmuşlardır. Kulların hayatlarını Onun rızası üzere konumlandırmada rehber olan kitabımız bu vasfının yanı sıra yöneticiler için de adeta bir siyasetname niteliği taşımaktadır.
İşte bu noktada Kur’an-ı Kerim’de yer alan birçok kıssada; Allah Azze ve Celle’nin mülkünde, O’nun müsaadesiyle devlet olanların, Rablerine kulluk etmeyip isyan ettiklerinde veya halkların üzerinde zulümle tahakküm kurduklarında nasıl bir inkılapla devrildiklerini görüyoruz. Bir devleti hükümranlığı altına alan veyahut insanların hayatlarını kolaylaştırmada kendisine bir görev tevdi edilen insan, kendisine o gücü ve kudreti bahşeden Rabbini unutup ne yazık ki kibirlenip böbürlenebilmektedir. Rabbimiz bu meseleye dair Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
‘’Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.”3
Rabbimizin kelamından da anlaşılacağı üzere; insan her ne kadar kendini büyük görürse görsün ne rabbimizin yarattığı yeri delebilecektir ne de boyca dağları aşabilecektir. Çünkü insanın gücü cüz’i, Rabbimizin ki ise küllidir. Henüz yaratılmışlar üzerinde bile istediği gibi egemen olamayan insan, bu haliyle nasıl olur da Rabbini unutup ona kulluktan ve ibadetten yüz çevirebilir? Nasıl olur da O’nun mülkünde gezip dolaşıyorken insanlara zulmedebilir? Nasıl olur da Firavun gibi sonu bedbaht olan nice zalimin sonundan haberdarken; Firavunluğa soyunabilir?
El-Kaviyy sıfatıyla tüm mahlûkata güç veren, gücün ve kudretin kaynağı olan Rabbimiz; Firavun’dan, bir sineğe dahi hükmedemeyen Nemrut’tan ve nice zalimden haberdar olduğu gibi; yaşadığımız coğrafyada Allah’ın emir ve yasaklarını hiçe sayıp insanlar üzerinde tahakküm kuran zalimlerden de elbet haberdardır. Son olarak sözümüzü, tüm mazlumların yüreğine su serpen Rabbimizin şu yüce kelamıyla noktalayalım:
“Sakın Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir.”4
Rabbim! Sen bizleri, gücün ve kuvvetin kaynağını unutup iktidarlarını şahsi menfaatlerine esir kılanlardan beri eyle!
- Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḥyy” md
- Bakara, 255
- İsra, 37
- İbrahim, 42